25 Kasım 2012 Pazar

LİDRA’DA İSYAN VAR!


Naim PINAR

LİDRA’DA İSYAN VAR!

Mesarya’nın kalbinde, Pedias’ın (Kanlıdere NP) yüzünü doğuya döndüğü kıvrımın kucağına doğmuştun sen güzel Lidra1, Pedias’ın zaman zaman hırçınca getirdiği alüvyonlardan alıyordun toprağının verimini. Sadece yeryüzünü değil yer altını da beslemişti Pedias’ın sevgisi senin için…
Mısırlı Kral Ptolemy Soter seni alıp oğlu Levkon’a (Levkos NP) verdiğinde de yine aynı ihtişamla durdun, asmadın çehreni, yeni ismini işitince, adına Levkontheon (Levkonteon NP) dendiğinde de çekmedin yabancılık…
Hep yeniden doğdun sen, her defasında farklı isimle ama aynı ruhla, başka başlangıçlara başka hayatlara kucak açtın, değişik kimliklerle kaydın düşüldü tarih sayfalarına, ama ruhun hep aynı, kokun hep aynı kaldı. Üzerinde doğdu yeni hayatlar, üzerinde ağardı saçlar, topladın kucağına her milletten bedeni, kimisi kral, kimisi köle, ama hepsine yettin sen Levkontheon…
Bazı tarihçiler, Levkonteon isminden yola çıkarak zamanla “Levkosia”2 dendi diyor sana, kimileri ise “Levkosia”nın Yunancada ‘Kavak Koruluğu’ anlamına gelen Levkae (Levke NP) den esinlenilerek sana önce ”Levkusa” dediklerini, zamanla “Levkosia”ya dönüştüğünden bahsediyor. Sen, Bizans dönemini de hatırlarsın, onlar sana “Kermia” dememişler miydi? Ya sana “İ hora”3 (Şehir NP) dendiğini hatırlıyor musun? Hani bizlerin “şeherli” deyip asaletinden yararlandığımız o güzel ismin var ya… Avrupalıların Levkosia’dan devşirdikleri “Nicosie” veya “Nicosia” seni anlatmaya yeter mi sanıyorsun? Şimdilerde ruhuna leke çalmaya çalışanlar var buralarda, sana LEŞkoşa diyorlar, darılma bizlere, senin değerin gerçek isimlerinde, tarihinde,  yaşanmış anılarda saklı, bunu kirletmelerine izin vermeyeceğiz… Aldırma bunlara Lidra, ruhunu kapat bunlara Levkonteon, uyanacak kucağındaki yaşamlar Levkosia, dikilecekler senin için bir fidan gibi Güneş’e…
Bizans valileri seni seçti. Bizans’tan koparak ayrı devlet kurdum diyen Isaac Comnenus’un baş tacıydın. Templer Şövalyelerini de ağırlamıştın sıcak kucağında. “Kıbrıs Lordu” unvanıyla tanınan Lusignan Kralı “Guy de Lusignan” da vurulmuştu sana her misafirin gibi… Bu dönemde, Guy de Lusignan ülke gelirinin bir kısmını sana adamamış mıydı? Görkemli katedraller, gösterişli saraylar, kiliseler, şapeller, ziyaretgâhlar, manastırlar ve konaklar yükseldi üzerinde… Geniş meyve bahçelerinin ve havanın ünü, bu dönem yayıldı Batı ülkelerine…
Dinle İhtişamlı Levkonteon! Dinle güzel Nycossia! En eski ziyaretçilerinden Oldenburg Kontu Wilbrand4 senin için ne diyor; “Burası Kralın başşehridir ve bir düzlüğün hemen hemen ortasında kurulmuştur. Hisarı yoktur. Son günlerde içinde güçlü bir kale (Baf Kapısı civarında NP) inşa edilmiştir. Çok sayıda nüfusu bulunup hepsi de çok zengindir. Bunların evlerinin iç süslemeleri ve resimleri Antioch (Antakya -HMG) evlerini anımsatır. Bu şehirde Başpiskopos’un makamı bulunur. Aynı şekilde Kral’ın Sarayı ve bahçesi de bulunur. Bu kent Schernae (Kherni: Girne-HMG)’den 5 mil uzaktadır. Yolda gelirken birçok selvi ağacına (Cypress) rastladık. Bunlar şurda burada çok sayıda bulunurlar. Zannedersem ada adını bu ağaçtan almıştır”.5
Pedias’ın hayat verdiği “Nycossia” bir başka Alman ziyaretçin Ludolf von Suchen6 şöyle diyor: “Kıbrıs’ta Nycossia derler bir başka büyük kent vardır. Burası adanın başkentidir ve dağların altında güzel ve açıklık bir ovada kurulmuş olup iklimi fevkalâdedir. Güzel ve sağlıklı havasından dolayı Kıbrıs Kralı ve krallığın tüm piskopos ve yardımcıları, prensler ve soylular, baronlar, şövalyeler genellikle burada oturup vakitlerini mızrak atmak, sportif oyunlara katılmak ve de özellikle avlanmakla geçirirler. Kıbrıs’ta başka yerlerde bulunmayan yaban koyunu (Muflon-HMG) vardır. Ne var ki yalnızca leoparlarla yakalanabilirler. Ve Kıbrıs’taki prensler, soylular, baron ve şövalyeler dünyanın en zengin kişileridir. Üç bin florin geliri olanların gözünde bu sadece üç marklık gelirmiş gibidir. Ne var ki gelirlerini hep avcılıkta harcarlar… Bir Japhe (Yafa-HMG) kontu (Hugues d’İbelin) tanıdım ki 500 taneden fazla tazısı ve her iki tazı için onlara baksın, temizlesin, kokular sürsün diye bir hizmetçisi vardır. Nycossia’da bunlardan başka çok zengin tüccarlar da vardır. Buna hiç de şaşmamalı, çünkü Kıbrıs Hıristiyan ülkelerinin (Doğuya doğru) en uç ülkesidir… Bu nedenle nereden gelir, ne tür yük getirirse tüm gemiler önce Kıbrıs’a uğramaya mecburdurlar, atlayıp geçemezler. Aynı şekilde her ülkeden gelen kutsal toprak ziyaretçileri deniz yoluyla gidiyorlarsa Kıbrıs’a uğramak zorundadırlar. Ve burada güneşin doğuşundan batışına kadar bütün gün söylentiler ve haberler duyulur. Ve gök kubbesinin altındaki her ulusa ait diller duyulur, okunur ve konuşulur: Tüm bu diller özel okullarda öğretilir.”7
Ya İtalyan Nicolai Martoni8’yi hatırlıyor musun? O, hiç unutamamış olacak ki şöyle anlatmış seni; “10 Aralık Perşembe günü, gün boyu yürüdüm ve güneşin batışına doğru Lefkoşa kentine vardım. Lefkoşa zannedersem Aversa’dan daha büyüktür ve ortasında bir dere akar ve yağmur yağmadığında insan içindeki taşlara basa basa dereyi geçebilir. Yağmurlu havalarda dereden çok miktarda su akar ve bu yüzden dere üzerinde birkaç köprü bulunur ki bazısı taştan, bazısı da tahtadandır. Yağışlarda halk bunlardan geçer. Kentin bazı bölgeleri tenhadır ve buralarda güzel evler bulunmaz. Kıbrıs Kralı’nın oturduğu ev güzeldir. Napoli’deki yeni kalenin büyüklüğü kadar bir iç avlusu vardır. Avlunun çevresinde birçok güzel evler bulunur ki bunlar arasında bir de büyük salon vardır. Bu salonun ucunda, birçok zarif sütunu ve çeşitli cins süslemeleriyle çok güzel bir taht bulunur. Bana öyle gelir ki bu tahttan daha güzel pek az şey vardır. Salonun çevresinde, sütunlarla bir güzel süslenmiş bir nevi kemerli sündürme yer alır. Burada bana öyle bir cesaret gelmişti ki Kralın odasının girişine dek yürüdüm ve eğer kapısı açık olsaydı içeri girip onunla konuşacaktım. Bu binanın iç avlusunun ortasında, güzel suyu olan bir çeşme vardır ki birçok kentli buraya gelip su alırlar... Kıbrıs Kralı’nın özellikle av için kullandığı birçok çiftliği vardır. Kral’ın ayrıca 24 leoparı ve 300 tane de muhtelif cins şahini bulunur ki bunların bazılarını her gün ava götürür… Sözünü ettiğim Lefkoşa’da bir Başpiskopos vardır. Onun kilisesi Santa Sophia’ya adanmıştır. Bu zarif ve kubbeli büyük bir kilise olup koronun bulunduğu yerden yüksek mihraba ve oradan da kubbeye kadar, üzerinde altın rengi yıldızlar bulunan tatlı bir maviye boyanmıştır. Bu kilisenin geliri vaktiyle 25 bin Ducat idi. Ne var ki şimdilerde (1394 NP) Kıbrıs kralı burayı idaresine almış olup gelirinin de çoğuna el koymuştur. Bu Lefkoşa kentinde St. Francis, St. Dominic ve St. Augutine’e adanmış manastırlar ve ziyaret yerleri vardır ki her biri çok büyük ve güzel olup biri büyük, öteki de küçük ikişer iç bahçeleri bulunur ki buralarda portakal vesair meyveler yetişir. Kentin içinde meyve ağaçlığı olduğu gibi sebze, arpa, buğday ekili tarlalar da vardır. Gerçekten de St. Augustine Manastırı’nın (Ömerge Cami’nin yanındaydı NP) yanında ve kent surları içinde arpa, buğday ekili ve 30 modia’dan (6 dönümden fazla-HMG) büyük bir tarla gördüm. Aynı şekilde bir rahibeler kilisesi olan St. Theodor’un bahçelerinde lahana ve sair çeşitli meyveler gördüm. Bu bahçeler 20 modia büyüklüğündeydi. Bu kentte ekmek ve şarap boldur. Şaraplar genellikle tatlı cinstendir ve fıçı olmadığından büyük küplerde saklanır. Ekmek ve şarap bol olduğundan orada bir ay kadar kalmayı düşündüm…9
Uğursuz Venedik döneminde de baş şehirdin. Fakat Lusignan krallığı kadar mutlu etmedi Venedik İdaresi ne seni ne de üzerindeki bedenleri, Sık sık yaşadığın depremler daha az yıpratmıştı dokunu ve ruhunu… Osmanoğlunun korkusundan üçte ikini yıkmamışlar mıydı? Sözde seni korunmak için büyük surlar inşa edip kapattılar dört bir yanını.
Venedik’in gaddarlığı altında ezildi halkın, yıprandı dokun, ezildi ruhun. O kadar tahribata rağmen bak seni ziyarete gelen Fransız İpek tüccarı Jacques le Saige10 şöyle diyor: “…St. Sophia dedikleri büyük bir kiliseye gittim. Burası çok güzel bir kilisedir. İyi yontulmuş kum taşından çok güzel bir çan kulesi ve 5 kemerli bir giriş sündürmesi vardır. Kilise boydan boya kubbelidir. Dualar bizde olduğu gibi hep Latince okunur. Birçok haç yolcusu duvarlara adlarını ve işaretlerini yazmışlar. Orada uzun süre dinlendikten sonra yakındaki küçük bir Rum kilisesine gittim. Bu kilise Meryem Ana’ya adanmıştı. Oraya gitmekten memnun kaldım, çünkü 70 yaşlarında bir papaz öylesine gür bir sesle ilahiler okuyordu ki hayrete değerdi…” Daha sonra Aziz Jhon Montfort’un mezarının bulunduğu St. Augustine Kilise’sine ve bitişiğindeki manastıra giden Le Saige senin üzerindeki anılarına şöyle devam eder: “Manastırın yanında, bir kuyudan sulanan büyük bir bahçe vardır. Bir at büyük bir dolabı çevirir ve bu dolaba takılı birçok toprak kap şaşılacak miktarda su çeker kuyudan. Bahçe de birçok ince borular döşenmiş olup su bunlarla dağıtılır. Çoğu nar olmak üzere birçok miktarda meyve ağacı vardı ve onların altlarındaki arazi kabaklar, karpuz, hıyar ve diğer güzel şeylerle doluydu. Bu kuyular olmasa Kıbrıs’ta bu meyve ve sebze çıkmazdı. Ve bu kadar kuyu bulunması da hayret vericidir.11
Osmanoğlu gelip girdinde kucağına sen onları da kucakladın. Artık bir medeniyet daha vardı dokunun kokusunda. Onlar da anladı önemini, onlar da seni başşehir belledi. Sana Paşa Sancağı dediler. Lusignan döneminde krallara, Venedik döneminde Venedikli valilere, saray olan yerde şimdi Türklerin Valileri oturacaktı: Beylerbeyi, müsellimler, muhassıllar, vali ve mutasarrıflar kısaca “Vali Paşa”ların yeriydi artık burası. Kıbrıs’ın kalbi yine sendin yorulmaz Lefkoşa… Halk ağzında buralara her zaman saray dendi. Buranın önündeki alana bu nedenle “Sarayönü” dendiğini bilmeyen mi var?
Türk tarzı mimariye, giyime ve hasara ilk kez bu dönemde tanıklık ettin ey cefakâr Levkonteon! Her dönem değişik kavgalara, değişik kültürlerin çatışıp kaynaşmasına şahit oldun. Lusignan ve Venedik dönemlerinden kalan geniş, düz sokaklar, büyük meydanlar ve bunların etrafındaki binalar zamanla yıkılarak yerlerini yenilerine bırakmamış mıydı?  Basit görünümlü kerpiç evler, giderek daralan, eğri büğrü sokaklarla yine bu dönem tanışmamış mıydın?
İtalyan rahip Mariti’yi ağırladığın 1767 yılında notlarına yazmış Muzaffer Paşa’nın ilk yaptırdığı binayı; şimdilerde keyifle kahvelerimizi yudumladığımız “Büyük Hanı”. Burayı sana misafir gelecek yabancıların, özellikle de tüccarların barınması ve mallarının muhafazası için yapmışlar. Mariti, seni zevkle gezerken susuzluğunu Sarayönü’ndeki çeşmeden içtiği can suyunla gidermişti.
Papa VII. Clement’in 1596 yılında Lübnan’da yaşayan Maronitlere temsilci olarak gönderdiği İtalyan İlahiyat Profesörü Girolamo Dandini aynı yılın ağustos ayında Maronit evlatlarının durumunu incelemek için seni ziyarete geldiğinde yeni efendin Osmanoğlu’nun uygulamalarını ve yeni halini şöyle anlatıyordu: “Lefkoşa’ya olsun, diğer kentlere olsun, at sırtında yalnız Türklerin girmesine müsaade olunur. Hıristiyanlar ve diğerleri kapıda hayvandan inmelidirler. Kent içine girdikten sonra canları isterse tekrardan atlarına binip evlerine gidebilirler… Lefkoşa büyük bir kenttir ve Doğu tarzında inşa edilmiştir. Ne var ki son savaşlarda muhtelif yerleri tahrip olunmuştur. Türkler kenti Venediklilerden alalı 27 yıl olmuştur. Tanrı, ada Rumlarının günahlarını ve dini görüş ayrılıklarını bu şekilde cezalandırmayı yeğlemiş… Çan kuleleri ya tahrip edilmiş durumdadır ya da çanları yoktur. Türkler bu çanları eritip top yapmışlardır.  Lefkoşa’da dört tür kilise vardır ki her türünü bizzat inceledim. Bunlardan, sayıları ve binalarının güzelliği ve hacimleri dolayısıyla Türk camileri en önemlileridir. İçlerine girmemi bırakmadılar. Ama kapısının demir parmaklıklarından gördüğüm ve vaktiyle St. Sophia kilisesi (Selimiye Cami NP) olan bunların en güzeli ve görkemlisidir.”12
Toprakları birçok uygarlığa, kültüre yatak olmuş Lefkoşa! 1801 yılının haziran ayında seni ziyarete bir İngiliz rahip ve madencilik profesörü olan Edward Daniel Clarke gelmişti; anımsadın mı? Hani o gün senden uzaklaştırıldıkları için delice ağlayan kadınlar vardı ya işte o günden bahsediyor Clarke; “…Sonunda, Attien (Athienou: Kiracıköy HMG)’den ayrıldıktan 2,5 saat sonra Nicotia (Nicosia) şehrini gördük. (…) Kapıda vaktiyle bir inen çıkan demir parmaklık vardı. Girişi dilencilerle dolu bulduk. Kapı bekçisi geçen her Rum’dan bir ücret ister. Kasabaya girerken, havayı ağlayıp sızlamalarıyla dolduran kadınlardan oluşmuş bir kalabalıkla karşılaştık. Bunlar başkentin güzel giysisi olan beyaz elbiseler içindeydiler. Kimileri orta yaşlıydılar. Ama tümü de güzeldiler. Yürürken yüzlerini ve göğüslerini herkese açıp saçlarını başlarını yoluyorlar ve acınacak bir tarzda ağlayıp duruyorlardı. Bu kalabalığın ortasında, eşeğine binili gayet sakin bir tarzda çubuğunu tüttürerek giden ve onların haykırışına hiç aldırmayan bir Türk vardı. Bu kalabalığın nedenini soruşturunca, bu kadınların tümünün de fahişe olduğunu, Valinin onları şehirden sürdüğünü ve kendilerini bu nedenle kent kapısından dışarı sevk etmekte olduklarını öğrendik. Giysileri çok eski bir biçime göreydi ve hayli zarifti. Tümden ince beyaz ketendi, tüm vücudu örtecek tarzda dikilmişti ve kibar kıvrımlarla yere iniyordu.13
1872 yılında senle iki ay geçiren diğer bir ziyaretçin genç Avusturya dükü Louis Salvador’u da büyülemiştin seni gördüğü ilk an neler hissettiğini şöyle yazmış not defterine: “Bir dizi hoş görünümlü tepeyi geçtikten sonra, bomboş bir düzlükte kurulmuş Lefkoşa, ince uzun hurmaları ve minareleri, gerilerde Pitoresk Sıradağlarıyla karşımıza çıkıverdi. Sanki Binbir Gece Masalları’ndan bir rüya gerçekleşiyordu: Yeşilden yoksun bir ülkede portakal ve hurma ağaçlarından oluşan bir buket, insan eliyle yapılmış duvarların çevrelediği bir vaha…”14  
12 Temmuz 1878’de yeni kiracıların geldiğinde de baş tacıydın Lefkoşa. İngilizlerin ilk Yüksek Komiseri General Sir Garnet Wolseley’in İngiliz yazar W. Hepworth Dixon’a senin için “Şam’ın Küçük Kızkardeşi” dediğini biliyor musun? Hatırla tarihin yorulmaz başkenti! Hatırla kültür başkenti! Lusignan devrinde kraliyet sarayı, Venedik döneminde Valilerin ikametgâhı, Osmanlı dönemi Valikonağı olan binayı beğenmeyen İngilizler buranın bir kanadını hapishane yapmamışlar mıydı? Şımarık General Wolseley, senin bir mil güneybatındaki Cikko Meduşu’nda oturmayı yeğlemişti. Buradaki Manastır binalarıyla çadırlardan oluşan İngiliz karargâhı çok geçmeden Strovolo’da kente egemen bir tepeye taşınacaktı. Türkler buraya Vali Paşa Tepesi derlerdi. Şımarık General Wolseley, Sarayönü’ndeki Lusignan Sarayı’nın hapishane bile olamayacağını söyleyip buradaki mahkûmları yenisi yapılana kadar Büyük Han’a taşımamış mıydı?

Pedias’ın damarlarından akan sevgiyle okşandın Nicosia, birçok badireden geçtin, mağrur ve gururlu Levkosia! İngiliz devrinde yeni binalar yükseldi üzerinde sarı sarı taşlarla, etnik kavgalar eksik olmadı üzerinde, hep derdini dinledin Lefkoşalının sessizce, sevinçlerini işittin sessizce. Sana yapılan onca tahribata göğüs gerdin yüzyıllarca, onca kral gördün, birçok soylu efendi ağırladın, sayısız köle barındırdın, fahişelerin kovuldu, cüzamlıların atıldı, azizlerin çok oldu… Üzerindekilerin milliyetçilik hastalığı seni de yaraladı, rahatsızlandırdı, ikiye böldü. Ama bunca yüzyıldır hep baş tacı olmayı bildin. Şimdi belki tacın ortadan kırık ben buna üzüle durayım, sen de düşün şimdi Lefkoşa! Hatırla geride kalan yüzyılları, değerlendir bizleri! Hangi zaman bu kadar değişmişti dokun ve kokun…





1 Lidra; Kıbrıs’ta antik çağda bu verimli alan üzerine kurulan şehirlerin sonuncusu olarak bilinen Ledra veya Ledrae antik kenti, şimdiki suriçinden Lefkoşa’nın güney yarısıyla onun güneydoğusundaki alanda kurulmuş olduğu tahmin edilen şehir.
2 Levkosia; Bizans Döneminin sonlarında 10. Yüzyıldan itibaren eski Lidra, Levkonteon veya Kermiya adlarının yerini Levkosia almıştır.
3 İ hora; 10. Yüzyıl’dan itibaren Lefkoşa, İ hora olarak anılmaktadır. Şehir anlamına gelen İ hora, Eski Bizans kayıtlarında ve Lusignan dönemi Vakanüvisti Maheras’ın “Kıbrıs Vakayinamesi”nde İ hora kelimesi Lefkoşa adıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
4 Wilbrand von Oldenburg; Oldenburg Kontu olan Wilbrand aynı zamanda bir rahipti.1211 yılında kutsal topraklar olan Filistin’i ziyaretinden sonra Kıbrıs’ı ziyaret etmişti.  
5“Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:13-15’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:8
6 Ludolf von Suchen, 1336-1341 yılları arasında Lefkoşa’yı ziyaret eden Alman rahip.
7 “Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:20-21’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:9
8 Nicolai Martoni;1394 Kasım ayında Lefkoşa’yı ziyaret eden İtalyan noter.
9 Excerpa Cypria, Sayfa:25-26’dan naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:10-11
10 Jacques le Saige; 1518’de Lefkoşa’yı ziyaret eden Fransız ipek tüccarı.
11 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:58-59’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:16
12 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:181-182’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:26
13 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:393-394’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:28
14 Archduke Louis Salvador, “Levkosia-The Capital of Cyprus”, Engilish translation, London, 1983, Sayfa;67-72’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:32-33

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder