Naim PINAR
LİDRA’DA
İSYAN VAR!
Mesarya’nın
kalbinde, Pedias’ın (Kanlıdere NP) yüzünü doğuya döndüğü kıvrımın kucağına
doğmuştun sen güzel Lidra1, Pedias’ın zaman zaman hırçınca getirdiği
alüvyonlardan alıyordun toprağının verimini. Sadece yeryüzünü değil yer altını
da beslemişti Pedias’ın sevgisi senin için…
Mısırlı
Kral Ptolemy Soter seni alıp oğlu Levkon’a (Levkos NP) verdiğinde de yine aynı
ihtişamla durdun, asmadın çehreni, yeni ismini işitince, adına Levkontheon
(Levkonteon NP) dendiğinde de çekmedin yabancılık…
Hep
yeniden doğdun sen, her defasında farklı isimle ama aynı ruhla, başka
başlangıçlara başka hayatlara kucak açtın, değişik kimliklerle kaydın düşüldü
tarih sayfalarına, ama ruhun hep aynı, kokun hep aynı kaldı. Üzerinde doğdu
yeni hayatlar, üzerinde ağardı saçlar, topladın kucağına her milletten bedeni,
kimisi kral, kimisi köle, ama hepsine yettin sen Levkontheon…
Bazı
tarihçiler, Levkonteon isminden yola çıkarak zamanla “Levkosia”2
dendi diyor sana, kimileri ise “Levkosia”nın Yunancada ‘Kavak Koruluğu’
anlamına gelen Levkae (Levke NP) den esinlenilerek sana önce ”Levkusa”
dediklerini, zamanla “Levkosia”ya dönüştüğünden bahsediyor. Sen, Bizans
dönemini de hatırlarsın, onlar sana “Kermia” dememişler miydi? Ya sana “İ hora”3
(Şehir NP) dendiğini hatırlıyor musun? Hani bizlerin “şeherli” deyip
asaletinden yararlandığımız o güzel ismin var ya… Avrupalıların Levkosia’dan
devşirdikleri “Nicosie” veya “Nicosia” seni anlatmaya yeter mi sanıyorsun?
Şimdilerde ruhuna leke çalmaya çalışanlar var buralarda, sana LEŞkoşa diyorlar,
darılma bizlere, senin değerin gerçek isimlerinde, tarihinde, yaşanmış anılarda saklı, bunu kirletmelerine
izin vermeyeceğiz… Aldırma bunlara Lidra, ruhunu kapat bunlara Levkonteon,
uyanacak kucağındaki yaşamlar Levkosia, dikilecekler senin için bir fidan gibi
Güneş’e…
Bizans
valileri seni seçti. Bizans’tan koparak ayrı devlet kurdum diyen Isaac
Comnenus’un baş tacıydın. Templer Şövalyelerini de ağırlamıştın sıcak
kucağında. “Kıbrıs Lordu” unvanıyla tanınan Lusignan Kralı “Guy de Lusignan” da
vurulmuştu sana her misafirin gibi… Bu dönemde, Guy de Lusignan ülke gelirinin
bir kısmını sana adamamış mıydı? Görkemli katedraller, gösterişli saraylar,
kiliseler, şapeller, ziyaretgâhlar, manastırlar ve konaklar yükseldi üzerinde…
Geniş meyve bahçelerinin ve havanın ünü, bu dönem yayıldı Batı ülkelerine…
Dinle İhtişamlı Levkonteon! Dinle güzel Nycossia! En
eski ziyaretçilerinden Oldenburg Kontu Wilbrand4 senin için ne diyor; “Burası Kralın başşehridir ve bir
düzlüğün hemen hemen ortasında kurulmuştur. Hisarı yoktur. Son günlerde içinde
güçlü bir kale (Baf Kapısı civarında NP) inşa edilmiştir. Çok sayıda nüfusu
bulunup hepsi de çok zengindir. Bunların evlerinin iç süslemeleri ve resimleri
Antioch (Antakya -HMG) evlerini anımsatır. Bu şehirde Başpiskopos’un makamı
bulunur. Aynı şekilde Kral’ın Sarayı ve bahçesi de bulunur. Bu kent Schernae
(Kherni: Girne-HMG)’den 5 mil uzaktadır. Yolda gelirken birçok selvi ağacına
(Cypress) rastladık. Bunlar şurda burada çok sayıda bulunurlar. Zannedersem ada
adını bu ağaçtan almıştır”.5
Pedias’ın hayat verdiği “Nycossia” bir başka Alman
ziyaretçin Ludolf von Suchen6
şöyle diyor: “Kıbrıs’ta Nycossia derler
bir başka büyük kent vardır. Burası adanın başkentidir ve dağların altında
güzel ve açıklık bir ovada kurulmuş olup iklimi fevkalâdedir. Güzel ve sağlıklı
havasından dolayı Kıbrıs Kralı ve krallığın tüm piskopos ve yardımcıları,
prensler ve soylular, baronlar, şövalyeler genellikle burada oturup vakitlerini
mızrak atmak, sportif oyunlara katılmak ve de özellikle avlanmakla geçirirler.
Kıbrıs’ta başka yerlerde bulunmayan yaban koyunu (Muflon-HMG) vardır. Ne var ki
yalnızca leoparlarla yakalanabilirler. Ve Kıbrıs’taki prensler, soylular, baron
ve şövalyeler dünyanın en zengin kişileridir. Üç bin florin geliri olanların
gözünde bu sadece üç marklık gelirmiş gibidir. Ne var ki gelirlerini hep
avcılıkta harcarlar… Bir Japhe (Yafa-HMG) kontu (Hugues d’İbelin) tanıdım ki
500 taneden fazla tazısı ve her iki tazı için onlara baksın, temizlesin,
kokular sürsün diye bir hizmetçisi vardır. Nycossia’da bunlardan başka çok
zengin tüccarlar da vardır. Buna hiç de şaşmamalı, çünkü Kıbrıs Hıristiyan
ülkelerinin (Doğuya doğru) en uç ülkesidir… Bu nedenle nereden gelir, ne tür
yük getirirse tüm gemiler önce Kıbrıs’a uğramaya mecburdurlar, atlayıp
geçemezler. Aynı şekilde her ülkeden gelen kutsal toprak ziyaretçileri deniz
yoluyla gidiyorlarsa Kıbrıs’a uğramak zorundadırlar. Ve burada güneşin
doğuşundan batışına kadar bütün gün söylentiler ve haberler duyulur. Ve gök
kubbesinin altındaki her ulusa ait diller duyulur, okunur ve konuşulur: Tüm bu diller
özel okullarda öğretilir.”7
Ya İtalyan Nicolai Martoni8’yi hatırlıyor musun? O, hiç unutamamış olacak ki şöyle
anlatmış seni; “10 Aralık Perşembe günü,
gün boyu yürüdüm ve güneşin batışına doğru Lefkoşa kentine vardım. Lefkoşa
zannedersem Aversa’dan daha büyüktür ve ortasında bir dere akar ve yağmur
yağmadığında insan içindeki taşlara basa basa dereyi geçebilir. Yağmurlu
havalarda dereden çok miktarda su akar ve bu yüzden dere üzerinde birkaç köprü
bulunur ki bazısı taştan, bazısı da tahtadandır. Yağışlarda halk bunlardan
geçer. Kentin bazı bölgeleri tenhadır ve buralarda güzel evler bulunmaz. Kıbrıs
Kralı’nın oturduğu ev güzeldir. Napoli’deki yeni kalenin büyüklüğü kadar bir iç
avlusu vardır. Avlunun çevresinde birçok güzel evler bulunur ki bunlar arasında
bir de büyük salon vardır. Bu salonun ucunda, birçok zarif sütunu ve çeşitli
cins süslemeleriyle çok güzel bir taht bulunur. Bana öyle gelir ki bu tahttan
daha güzel pek az şey vardır. Salonun çevresinde, sütunlarla bir güzel
süslenmiş bir nevi kemerli sündürme yer alır. Burada bana öyle bir cesaret
gelmişti ki Kralın odasının girişine dek yürüdüm ve eğer kapısı açık olsaydı
içeri girip onunla konuşacaktım. Bu binanın iç avlusunun ortasında, güzel suyu
olan bir çeşme vardır ki birçok kentli buraya gelip su alırlar... Kıbrıs
Kralı’nın özellikle av için kullandığı birçok çiftliği vardır. Kral’ın ayrıca
24 leoparı ve 300 tane de muhtelif cins şahini bulunur ki bunların bazılarını
her gün ava götürür… Sözünü ettiğim Lefkoşa’da bir Başpiskopos vardır. Onun
kilisesi Santa Sophia’ya adanmıştır. Bu zarif ve kubbeli büyük bir kilise olup
koronun bulunduğu yerden yüksek mihraba ve oradan da kubbeye kadar, üzerinde
altın rengi yıldızlar bulunan tatlı bir maviye boyanmıştır. Bu kilisenin geliri
vaktiyle 25 bin Ducat idi. Ne var ki şimdilerde (1394 NP) Kıbrıs kralı burayı
idaresine almış olup gelirinin de çoğuna el koymuştur. Bu Lefkoşa kentinde St.
Francis, St. Dominic ve St. Augutine’e adanmış manastırlar ve ziyaret yerleri
vardır ki her biri çok büyük ve güzel olup biri büyük, öteki de küçük ikişer iç
bahçeleri bulunur ki buralarda portakal vesair meyveler yetişir. Kentin içinde
meyve ağaçlığı olduğu gibi sebze, arpa, buğday ekili tarlalar da vardır. Gerçekten
de St. Augustine Manastırı’nın (Ömerge Cami’nin yanındaydı NP) yanında ve kent
surları içinde arpa, buğday ekili ve 30 modia’dan (6 dönümden fazla-HMG) büyük
bir tarla gördüm. Aynı şekilde bir rahibeler kilisesi olan St. Theodor’un
bahçelerinde lahana ve sair çeşitli meyveler gördüm. Bu bahçeler 20 modia
büyüklüğündeydi. Bu kentte ekmek ve şarap boldur. Şaraplar genellikle tatlı
cinstendir ve fıçı olmadığından büyük küplerde saklanır. Ekmek ve şarap bol
olduğundan orada bir ay kadar kalmayı düşündüm…9
Uğursuz Venedik döneminde de baş şehirdin. Fakat
Lusignan krallığı kadar mutlu etmedi Venedik İdaresi ne seni ne de üzerindeki
bedenleri, Sık sık yaşadığın depremler daha az yıpratmıştı dokunu ve ruhunu…
Osmanoğlunun korkusundan üçte ikini yıkmamışlar mıydı? Sözde seni korunmak için
büyük surlar inşa edip kapattılar dört bir yanını.
Venedik’in gaddarlığı altında ezildi halkın, yıprandı
dokun, ezildi ruhun. O kadar tahribata rağmen
bak seni ziyarete gelen Fransız İpek tüccarı Jacques le Saige10 şöyle diyor: “…St. Sophia dedikleri büyük bir kiliseye
gittim. Burası çok güzel bir kilisedir. İyi yontulmuş kum taşından çok güzel
bir çan kulesi ve 5 kemerli bir giriş sündürmesi vardır. Kilise boydan boya
kubbelidir. Dualar bizde olduğu gibi hep Latince okunur. Birçok haç yolcusu
duvarlara adlarını ve işaretlerini yazmışlar. Orada uzun süre dinlendikten
sonra yakındaki küçük bir Rum kilisesine gittim. Bu kilise Meryem Ana’ya
adanmıştı. Oraya gitmekten memnun kaldım, çünkü 70 yaşlarında bir papaz
öylesine gür bir sesle ilahiler okuyordu ki hayrete değerdi…” Daha sonra Aziz
Jhon Montfort’un mezarının bulunduğu St. Augustine Kilise’sine ve bitişiğindeki
manastıra giden Le Saige senin üzerindeki anılarına şöyle devam eder:
“Manastırın yanında, bir kuyudan sulanan büyük bir bahçe vardır. Bir at büyük
bir dolabı çevirir ve bu dolaba takılı birçok toprak kap şaşılacak miktarda su
çeker kuyudan. Bahçe de birçok ince borular döşenmiş olup su bunlarla
dağıtılır. Çoğu nar olmak üzere birçok miktarda meyve ağacı vardı ve onların
altlarındaki arazi kabaklar, karpuz, hıyar ve diğer güzel şeylerle doluydu. Bu
kuyular olmasa Kıbrıs’ta bu meyve ve sebze çıkmazdı. Ve bu kadar kuyu bulunması
da hayret vericidir.11
Osmanoğlu gelip girdinde kucağına sen onları da
kucakladın. Artık bir medeniyet daha vardı dokunun kokusunda. Onlar da anladı
önemini, onlar da seni başşehir belledi. Sana Paşa Sancağı dediler. Lusignan
döneminde krallara, Venedik döneminde Venedikli valilere, saray olan yerde
şimdi Türklerin Valileri oturacaktı: Beylerbeyi, müsellimler, muhassıllar, vali
ve mutasarrıflar kısaca “Vali Paşa”ların yeriydi artık burası. Kıbrıs’ın kalbi
yine sendin yorulmaz Lefkoşa… Halk ağzında buralara her zaman saray dendi. Buranın
önündeki alana bu nedenle “Sarayönü” dendiğini bilmeyen mi var?
Türk tarzı mimariye, giyime ve hasara ilk kez bu
dönemde tanıklık ettin ey cefakâr Levkonteon! Her dönem değişik kavgalara,
değişik kültürlerin çatışıp kaynaşmasına şahit oldun. Lusignan ve Venedik
dönemlerinden kalan geniş, düz sokaklar, büyük meydanlar ve bunların
etrafındaki binalar zamanla yıkılarak yerlerini yenilerine bırakmamış mıydı? Basit görünümlü kerpiç evler, giderek daralan,
eğri büğrü sokaklarla yine bu dönem tanışmamış mıydın?
İtalyan rahip Mariti’yi ağırladığın 1767 yılında
notlarına yazmış Muzaffer Paşa’nın ilk yaptırdığı binayı; şimdilerde keyifle
kahvelerimizi yudumladığımız “Büyük Hanı”. Burayı sana misafir gelecek
yabancıların, özellikle de tüccarların barınması ve mallarının muhafazası için
yapmışlar. Mariti, seni zevkle gezerken susuzluğunu Sarayönü’ndeki çeşmeden
içtiği can suyunla gidermişti.
Papa VII. Clement’in 1596 yılında Lübnan’da yaşayan
Maronitlere temsilci olarak gönderdiği İtalyan İlahiyat Profesörü Girolamo Dandini
aynı yılın ağustos ayında Maronit evlatlarının durumunu incelemek için seni
ziyarete geldiğinde yeni efendin Osmanoğlu’nun uygulamalarını ve yeni halini
şöyle anlatıyordu: “Lefkoşa’ya olsun,
diğer kentlere olsun, at sırtında yalnız Türklerin girmesine müsaade olunur. Hıristiyanlar
ve diğerleri kapıda hayvandan inmelidirler. Kent içine girdikten sonra canları
isterse tekrardan atlarına binip evlerine gidebilirler… Lefkoşa büyük bir
kenttir ve Doğu tarzında inşa edilmiştir. Ne var ki son savaşlarda muhtelif
yerleri tahrip olunmuştur. Türkler kenti Venediklilerden alalı 27 yıl olmuştur.
Tanrı, ada Rumlarının günahlarını ve dini görüş ayrılıklarını bu şekilde
cezalandırmayı yeğlemiş… Çan kuleleri ya tahrip edilmiş durumdadır ya da
çanları yoktur. Türkler bu çanları eritip top yapmışlardır. Lefkoşa’da dört tür kilise vardır ki her
türünü bizzat inceledim. Bunlardan, sayıları ve binalarının güzelliği ve
hacimleri dolayısıyla Türk camileri en önemlileridir. İçlerine girmemi
bırakmadılar. Ama kapısının demir parmaklıklarından gördüğüm ve vaktiyle St.
Sophia kilisesi (Selimiye Cami NP) olan bunların en güzeli ve görkemlisidir.”12
Toprakları birçok uygarlığa, kültüre yatak olmuş
Lefkoşa! 1801 yılının haziran ayında seni ziyarete bir İngiliz rahip ve
madencilik profesörü olan Edward Daniel Clarke gelmişti; anımsadın mı? Hani o
gün senden uzaklaştırıldıkları için delice ağlayan kadınlar vardı ya işte o
günden bahsediyor Clarke; “…Sonunda,
Attien (Athienou: Kiracıköy HMG)’den ayrıldıktan 2,5 saat sonra Nicotia
(Nicosia) şehrini gördük. (…) Kapıda vaktiyle bir inen çıkan demir parmaklık
vardı. Girişi dilencilerle dolu bulduk. Kapı bekçisi geçen her Rum’dan bir
ücret ister. Kasabaya girerken, havayı ağlayıp sızlamalarıyla dolduran
kadınlardan oluşmuş bir kalabalıkla karşılaştık. Bunlar başkentin güzel giysisi
olan beyaz elbiseler içindeydiler. Kimileri orta yaşlıydılar. Ama tümü de
güzeldiler. Yürürken yüzlerini ve göğüslerini herkese açıp saçlarını başlarını
yoluyorlar ve acınacak bir tarzda ağlayıp duruyorlardı. Bu kalabalığın
ortasında, eşeğine binili gayet sakin bir tarzda çubuğunu tüttürerek giden ve
onların haykırışına hiç aldırmayan bir Türk vardı. Bu kalabalığın nedenini
soruşturunca, bu kadınların tümünün de fahişe olduğunu, Valinin onları şehirden
sürdüğünü ve kendilerini bu nedenle kent kapısından dışarı sevk etmekte
olduklarını öğrendik. Giysileri çok eski bir biçime göreydi ve hayli zarifti.
Tümden ince beyaz ketendi, tüm vücudu örtecek tarzda dikilmişti ve kibar
kıvrımlarla yere iniyordu.”13
1872 yılında senle iki ay geçiren diğer bir
ziyaretçin genç Avusturya dükü Louis Salvador’u da büyülemiştin seni gördüğü
ilk an neler hissettiğini şöyle yazmış not defterine: “Bir dizi hoş görünümlü tepeyi geçtikten sonra, bomboş bir düzlükte
kurulmuş Lefkoşa, ince uzun hurmaları ve minareleri, gerilerde Pitoresk
Sıradağlarıyla karşımıza çıkıverdi. Sanki Binbir Gece Masalları’ndan bir rüya
gerçekleşiyordu: Yeşilden yoksun bir ülkede portakal ve hurma ağaçlarından
oluşan bir buket, insan eliyle yapılmış duvarların çevrelediği bir vaha…”14
12 Temmuz 1878’de yeni kiracıların geldiğinde de baş
tacıydın Lefkoşa. İngilizlerin ilk Yüksek Komiseri General Sir Garnet
Wolseley’in İngiliz yazar W. Hepworth Dixon’a senin için “Şam’ın Küçük
Kızkardeşi” dediğini biliyor musun? Hatırla tarihin yorulmaz başkenti! Hatırla
kültür başkenti! Lusignan devrinde kraliyet sarayı, Venedik döneminde Valilerin
ikametgâhı, Osmanlı dönemi Valikonağı olan binayı beğenmeyen İngilizler buranın
bir kanadını hapishane yapmamışlar mıydı? Şımarık General Wolseley, senin bir
mil güneybatındaki Cikko Meduşu’nda oturmayı yeğlemişti. Buradaki Manastır
binalarıyla çadırlardan oluşan İngiliz karargâhı çok geçmeden Strovolo’da kente
egemen bir tepeye taşınacaktı. Türkler buraya Vali Paşa Tepesi derlerdi. Şımarık
General Wolseley, Sarayönü’ndeki Lusignan Sarayı’nın hapishane bile
olamayacağını söyleyip buradaki mahkûmları yenisi yapılana kadar Büyük Han’a
taşımamış mıydı?
Pedias’ın
damarlarından akan sevgiyle okşandın Nicosia, birçok badireden geçtin, mağrur ve
gururlu Levkosia! İngiliz devrinde yeni binalar yükseldi üzerinde sarı sarı taşlarla,
etnik kavgalar eksik olmadı üzerinde, hep derdini dinledin Lefkoşalının
sessizce, sevinçlerini işittin sessizce. Sana yapılan onca tahribata göğüs
gerdin yüzyıllarca, onca kral gördün, birçok soylu efendi ağırladın, sayısız
köle barındırdın, fahişelerin kovuldu, cüzamlıların atıldı, azizlerin çok oldu…
Üzerindekilerin milliyetçilik hastalığı seni de yaraladı, rahatsızlandırdı,
ikiye böldü. Ama bunca yüzyıldır hep baş tacı olmayı bildin. Şimdi belki tacın
ortadan kırık ben buna üzüle durayım, sen de düşün şimdi Lefkoşa! Hatırla
geride kalan yüzyılları, değerlendir bizleri! Hangi zaman bu kadar değişmişti
dokun ve kokun…
1
Lidra; Kıbrıs’ta antik çağda bu verimli alan üzerine
kurulan şehirlerin sonuncusu olarak bilinen Ledra veya Ledrae antik kenti,
şimdiki suriçinden Lefkoşa’nın güney yarısıyla onun güneydoğusundaki alanda
kurulmuş olduğu tahmin edilen şehir.
2
Levkosia; Bizans Döneminin sonlarında 10. Yüzyıldan
itibaren eski Lidra, Levkonteon veya Kermiya adlarının yerini Levkosia
almıştır.
3
İ hora; 10. Yüzyıl’dan itibaren Lefkoşa, İ hora
olarak anılmaktadır. Şehir anlamına gelen İ hora, Eski Bizans kayıtlarında ve
Lusignan dönemi Vakanüvisti Maheras’ın “Kıbrıs Vakayinamesi”nde İ hora kelimesi
Lefkoşa adıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
4
Wilbrand von Oldenburg; Oldenburg Kontu olan
Wilbrand aynı zamanda bir rahipti.1211 yılında kutsal topraklar olan Filistin’i
ziyaretinden sonra Kıbrıs’ı ziyaret etmişti.
5“Excerpta
Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude
Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:13-15’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer,
Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:8
6
Ludolf von Suchen, 1336-1341 yılları arasında
Lefkoşa’yı ziyaret eden Alman rahip.
7
“Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated
by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:20-21’den naklen Gürkan, Haşmet
Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:9
8
Nicolai Martoni;1394 Kasım ayında Lefkoşa’yı ziyaret
eden İtalyan noter.
9
Excerpa Cypria, Sayfa:25-26’dan naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü
Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:10-11
10
Jacques le Saige; 1518’de Lefkoşa’yı ziyaret eden Fransız ipek tüccarı.
11
Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus,
Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:58-59’den
naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür
Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:16
12
Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus,
Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:181-182’den
naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür
Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:26
13
Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus,
Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908,
S:393-394’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri
Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:28
14
Archduke Louis Salvador, “Levkosia-The Capital of Cyprus”, Engilish
translation, London, 1983, Sayfa;67-72’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü
ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:32-33
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder