26 Ocak 2014 Pazar

AÇ KARNINA DEMOKRASİ ALIR MISINIZ?

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
AÇ KARNINA DEMOKRASİ ALIR MISINIZ?
21 Ocak 2014 günü worlddometers’nin verilerine göre günümüzde Dünya nüfusu 7 milyar 207 milyon 877 bin 591 kişi olarak tespit ediliyordu. Bu rakam Ölüm ve doğumlara göre saniye başı değişmekteydi. Aynı gün Dünya’daki aç insan sayısı 894 milyon 316 bin 298 olarak gösteriliyordu. 21 Ocak günü için saat: 21:12 itibarıyla açlıktan ölen insan sayısı 23 bin 624 olarak worldometers’de yayınlanmaktaydı.1 Bu veriler devamlı aktüel tutulmaya çalışılıyor fakat o kadar hızlı değişiyorlardı ki, ekrana her baktığımda rakamlar hızla bir canlının daha, aç olarak yaşama gözlerini yumduğunu haykırıyordu. Açlıktan ölümlerin yoğun olarak yaşandığı ülkelere baktığımızda bunların sahranın altındaki Afrika ülkeleri ve Asya ülkeleri olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dünya’da açlığın en yoğun yaşandığı Eritre’nin  % 73’ü yetersiz beslenmektedir. Afganistan, Çin, Hindistan, Bangladeş ve Pakistan gibi Asya ülkelerinin ortalama olarak % 16’sı yetersiz beslenmektedir. Her yıl ortalama 11 milyon çocuk beş yaşına gelemeden açlığın neden olduğu sorunlardan ölmektedir. Tarihsel olarak sömürgecilik yarışındaki ülkelerin “medeniyet” götürdüğü Afrika ve Asya kıtası ülkeleri bugün halen iç savaşlar, kötü yönetimler ve çeşitli yapısal sorunlarla boğuşmaktadır.
***
Bu ülkelerde yaşanan açlık ve siyasi sorunlar istemeden insanın aklına “aç karnına demokrasi alırlar mı ?” sorusunu getiriyor.  Dünya’nın çeşitli coğrafyalarında yaşanan aç gözlülük ve adaletsizlik sürüp giderken vahşi kapitalizmin yarattığı zengin zümreler bencillik üzerine kurdukları sistemlerinde refah içerisinde yaşarken siyasettin seyrini de belirler oldular. Kapitalizmin karşı tezi olarak ekonomik bir karşı duruş sergileyen komünizm ise çağımıza gelene kadar yaşadığı/yaşattığı deneyimler açısından insanlığın yaşadığı zulme dur demek bir yana acılara acı katmıştır. Çağımızda global ölçekte etkili olan ekonomik kriz bizlere bir kez daha tokun açın halinden anlamadığı gerçeğini göstermektedir. İnsan evladının fikir dünyasında daha iyi koşullara ulaşmak ve “uygarlaşmak” namına ortaya koyduğu ideoloji ve kavramlar bugün aç karnına pek anlamlı gelmiyor. Montaigne’in “Yamyamlar Üstüne” adlı denemesinde aktarmış olduğu hikâyesi bizlere insanın hayatta kalmak üzerine yaşamakta iken nasıl “uygarlaştığı/uygarlaştırıldığı”nı çarpıcı şekilde vermektedir. Kral Charles çağında Fransa’nın Rouen kentine gelen üç yamyam o günlerin çağdaş idarecilerinin önüne çıkarılır: “Kral uzun uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel şehir örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en çok neyi beğendiklerini sordu. Yamyamlar üç şey söylediler; üçüncüsünü ne yazık ki unutmuşum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala bekçilik, uşaklık ettikleri, niçin bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş. İkincisi, kendi dillerinde bir tek bedenin, eli, kolu, parçaları, birbirinin yarısı olarak anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda açlık ve perişanlık içinde yaşadıkları olmuş.”2 O günlerin uygar Hıristiyan kralları ve bugünün “uygar” kapitalistleri arasındaki tek fark birinin bunu tanrının seçimi olarak lanse ederek insanları köleleştirmeleri ve kurdukları sınıfsal düzeni idare etmeleri, diğerininse “demokrasi” ve “liberalizm” kavramlarını kullanarak yeni dönem krallıklarını belli bir zümre ile paylaşarak idare etmeleridir. Montaigne’in anlattığı hikâyesindeki barbar yamyamların aklına bakın; Fransa’da adaletli iktisadi yapının olmadığı tespitinde bulunuyorlar, koskoca Fransa kralına…
***
Bugün azgelişmiş olarak gösterilen aç dünya nüfusunun yoğun olduğu ülkeler, sözüm ona “gelişmiş” ülkeler seviyesine çıkmayı bekliyorlar mı bilinmez ama adaleti bekledikleri veya en azından hak ettikleri kesindir. Klasik anlamda azgelişmişliğin ölçütleri olarak sıralanabilecek bir ülkedeki okur-yazar oranının düşüklüğü, kadının erkekten aşağı görülmesi, milli ve iktisadi bütünlüğün zayıflığı, işsizlik, ortalama milli gelirin düşüklüğü, sınırlı sanayileşme, tarımla uğraşan kesimlerin çokluğu, şişkin hizmet kesimi (kamu NP), iktisaden başka ülkelere bağımlılık ki bu genelde kapitalist ülkeler oluyor. Bugün, aç ülkelerdeki insanlara demokrasi ve iktisadi adalet mi yoksa gıda mı dense sanırım önce gıda diyeceklerdir. Hiçbir aklı başında fert, açlıkla boğuşan insanlardan felsefe ve ideolojik çatışmalara ilgi duymasını beklememelidir. Bizim adamızın kuzeyinde çarpık bir sistem içerisinde yaşamaya çalışan insanlarımız azgelişmiş ülkelerdeki bazı kriterlere sahipken, bazı kriterlere oldukça uzak görünmektedir. Fakat global ekonomik krizin gittikçe etkisini göstermesi, yapısal sorunlarımız ve siyasi beceriksizliklerle dolu iktidar tecrübeleri bizleri açlık sınırının altında kalan asgari ücretle yaşamaya mahkum etmektedir. Geçen hafta içerisinde TAK’a düşen haber beni üzdüğü kadar sanırım tüm dar gelirli vatandaşı da derinden üzmüştür. Sosyal devlet anlayışına sahip olduğu düşünülen bir iktidardan en azından büyük ortağı CTP-BG’den ümitli olanlarımız resmen tokat yemiş döndük. TAK’a düşen haber aynen şöyleydi: “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Aziz Gürpınar TAK Ajansı'na yaptığı açıklamada, Asgari Ücret Komisyonu'nun yaklaşık 4 saatlik müzakeresi sonucunda bin 415 TL olan asgari ücreti bin 560'TL'ye yükseltilmesini kararlaştırdığını söyledi. Asgari Ücret Komisyonu'nun devlet ve işveren temsilcilerinin olumlu, işçi temsilcilerinin de olumsuz oyuyla yeni asgari ücreti bin 560TL olarak belirlendiğini dile getiren Bakan Gürpınar, işçi temsilcilerinin önerisinin bin 830TL, işveren temsilcilerinin önerisinin de bin 530TL olduğunu, fakat oylamalar sonucunda bu tekliflerin kabul edilmeyip, devlet temsilcilerinin teklifi olan bin 560TL'nin kabul edildiğini belirtti. Asgari ücretin resmi gazetede yayınlandıktan sonra 10 günlük itiraz süresi bulunduğunu kaydeden Gürpınar, itiraz edilmemesi halinde asgari ücretin 1 Ocak tarihinden itibaren geçerli olacağını, tarafların 10 gün içinde itiraz etmesi halinde ise komisyonun tekrar toplanarak karar üretme durumunda olacaklarını kaydetti. Komisyon, asgari ücreti aylık bin 560 TL, haftalık 360 TL, günlük 72 TL, saatlik de 9 TL olarak belirledi.”
***
Gittikçe kötüleşen yaşam standardımız kısa vadede düzlüğe çıkamayacağa benziyor. Ekonomistlerin çok kızdığı bir işi yaparak üç-dört veri vererek başka ülkelerde böyle, bizde böyle yapma lütfüne sahip olmadığımdan Avrupa ülkelerindeki asgari ücretleri yazmıyorum. Fakat meraklısı bakmak isterse Eurostat’ın verilerine bakabilir. Burada üzerinde durulması gereken esas konu artık azgelişmiş ülkeler olarak belirlenen ülkelerdeki yapısal sorunları tam anlamıyla yaşamaya başladığımızdır. Zira ülkede birçok aile açlık sınırının altında özel sektörde çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Sosyal projelerle yaşam standartlarımızı yükseltmesi beklenen sol partilerin iktidar deneyimleri bizleri daha da umutsuzluğa itmektedir. Geçen hafta sosyal medyayı meşgul eden bir tartışma da “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” için mecliste atılan demokratik adımdı. Yeni yasayla İngiliz döneminden kalan çağdışı yasa yer değiştirmekteydi. Dostların, toplumsal cinsiyet eşitliği için her katkıyı koyacağımı bildiğinden emin olarak, sosyal medyada genç birçok “sosyalist” dostum tarafından eleştirilen Dr. Nazım Beratlı’nın 15 Ocak 2014, Çarşamba günü Kıbrıs Postası’nda “Çok ayıp bir yazı… +18” başlıklı makalesini okudum. Makale şöyle başlıyordu: “Bu “Tabiata aykırı cinsel birleşme” meselesi, toplumu gerdi… Peşinen olumlu bir gelişme olarak baktığımı belirteyim de homoseksüeller bizi de “gizli homoseksüel” ilân etmesinler. Sıra bunda mıydı? Demek ki hükümetin gücü, şimdilik buna yetiyor! Üretim araçlarını toplumsallaştırmayı da istiyorlar elbet… Her şey, sırayla…”4 devamında ise birçok değerli tarihçinin yapıtlarından derlenmiş önemli ve resmi tarih dışı bilgiler paylaşılıyordu. Birçok dostun tepkisini çeken bu makale aslında –tabi ki benim bakış açımla- bir entelektüel’in cesurca toplumsal sıkıntıları analizi sonucu kaleme alınmış görünüyordu. Dr. Nazım Beratlı’nın entelektüel kişiliği tartışma konusu bile olamaz. Bu ülkenin koşullarına rağmen yetişmiş bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar az sayıdaki aydınlarından biridir Doktor Beratlı. Tarih eminim ki bugün yaşanan soldaki yozlaşmayı 10 değilse bile 20 yıl sonra yazacaktır.  İktidara gelen sol partilerin nasıl halktan koparak elit bir aristokratlar sınıfı oluşturduğunu da…
***
Bugün zamanımıydı, diyor makalesinde Beratlı, aslında hiç de zamanı değildi. Bugün insanlarımızın boğuştuğu pahalılıkla mücadele edilmeliydi. Bugün CTP-BG’nin büyük ortak olduğu hükümet kanadının Asgari Ücret Komisyonu’nda en azından emek kesiminin taleplerine yakın durması beklenirdi. Ülkenin en doğusundaki emekçi, köylü ve özel sektör çalışanları ile ülkenin en batısındakiler bu yeni yasaya acaba karınları açken nasıl sahip çıkacaklardır. Çağdaş sol’un görevi toplumsal yaşamı iyileştirmek ve demokrasiye sahip çıkmak olmalıdır. Fakat Asya ve Afrika’daki aç insanların demokrasiye bakışları neyse maalesef bizim ezilen kesimlerimizin artık demokrasiye, ideolojilere bakışı da aynı duruma gelmektedir. Sosyalist demokrasi denilen ve halk kitlelerinin yığınsal desteğine tabi olan anlayış bizim ülkeye ne zaman gelir bilemiyorum fakat iktidara “hâkim” olan Sol’un en azından ülkedeki emekçilerin önce alın terlerinin karşılığıyla karınlarının doymasını sağlamak daha sonra da sosyalist demokrasiyi hâkim kılmak zorunluluğu vardır. Söz demokrasi ve sosyalizm olunca Lenin’in baskıcı tepeden inme politikalarını eleştiren cesur devrimci Rosa Lüxemburg’tan bahsetmemek olmazdı. Kayzer taraftarlarının katlettiği bu cesur devrimci, sosyalist demokrasi için bakın ne diyor: “…Sosyalist demokrasi, sınıf tahakkümünün yıkılması ve sosyalizmin inşasıyla aynı zamanda başlar. Yani sosyalist partinin iktidarı aldığı anda başlar. Sosyalist demokrasi, proletarya diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Evet, evet: Diktatörlük! Ama bu diktatörlük, demokrasinin uygulanış biçiminden ibarettir. Demokrasinin ortadan kaldırılması asla değildir. Sosyalizmi kurmak için, burjuva toplumu ekonomik koşullarının temelden değiştirilmesi, yani burjuvazinin kazanılmış hak saydıkları kimi konularda enerjik müdahaleler yapılması zorunludur. Ama bu müdahaleler işçi sınıfının eseri olacaktır, işçi sınıfı adına hareket ettiklerini iddia eden küçük bir yönetici azınlığın değil. Yani sosyalist değişimler, yığınların aktif katılımı ile gerçekleşecek, onların etkisinde yol alacak, tüm halkın denetimine bağlı ve yığınların artan politik eğiliminin ürünü olacaktır.”5 Bizim iktidardaki solun sosyalist demokrasiden anladığı ise sanırım işveren kesiminin gerek çalışma koşulları gerekse ücretlerle gün be gün ezdiği emekçileri ileri demokrasiye karnı aç ve burjuvaziye teslim olarak ulaştırmak olsa gerek. Gel gelelim halkın büyük çoğunluğunun fikriyatında bir bilmişler zümreciği, bir seçkinler kliği olarak yer etmeye başlayan Sol, maalesef aç karna demokrasi almamızı ve çıkan yasaları hemen sahiplenmemizi bekliyor olmalı. Teori pratiğe dönüşmedikçe kâğıt üzerinde kalan yasalar asla uygulamada toplumsallaşamayacaktır. İnsanların aç karna demokrasi adına atılan anlamlı adımlara yüz çevirmesi yadırganamaz ve yadırganmamalıdır. Sosyalizm’in toplumsal görevi sosyal devleti enerjik müdahalelerle canlandırırken halk kitlelerini harekete geçirecek projeler üreterek aç karınları doyuracak ve sağlıklı düşünmelerine zemin hazırlayacak koşulları sağlamak olmalıdır.



DİPNOTLAR
1 http://www.worldometers.info/tr/
2 Tanilli, Server, Uygarlık Tarihi, Alkım Yayınevi, 22. Baskı, İstanbul, Mart 2006, S:29.
3 AGE, S:283
4 http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/1/col/57/art/20556/PageName/KIBRIS_POSTASI
5 Lüxemburg, Rosa, La Revolution en Russie, Maspero, 1964,S64-70’den naklen Aybar, Mehmet Ali, Neden Sosyalizm, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2011, S:136







19 Ocak 2014 Pazar

POLİTİK “ŞEYTAN”LIK

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
POLİTİK “ŞEYTAN”LIK
 Politika ve Şeytan, her ikisi de yüzyıllardır insanlığı korkutan kavramlar. İkisi de insan evladının belleğinde “kötü ve yalan” sözcükleriyle eş anlamı olarak tezahür etmektedir. Şeytan kavramının tek tanrı inancı ile paralel olarak ortaya çıktığını görüyoruz. İlk kez olarak İsa’nın doğumundan 3000 yıl kadar önce güney Rusya steplerinden İran’a yönelen Hint-Avrupa kökenli göçebeler savaşların hâkim olduğu bu bölgede çetin bir mücadele içerisinde ilerlerken yaşam şekillerine ters gelen, çok emek isteyen tapınaklar inşa etmek yerine dikdörtgen biçimindeki bir toprak parçasının çevresine siper kazıverdiler. Bu alanın tam ortasında yer alan ateşin başındaki rahipse kurban törenlerini yönetti. Hareket halindeki bir toplum ağır eşyalara sahip olmaktan kaçındığı için “kutsal nesneler” edinmediler. Kurban töreninde kullanılan aletler, kullanıldıktan sonra ayin eşliğinde suyla temizleniyor, böylece sıradan insanlar tarafından dokunulabilecek ve paketlenip taşınabilecek hale getiriliyordu. Önceleri Hint-Avrupa kökenli bu kabileler uzman rahiplerin yönettiği çapraşık bir hayvan ve bitki kurban etme sistemi kullanarak bir dizi Tanrıya tapıyordu. Doğanın öğelerine, suya ve ateşe, gökyüzüne, aya ve rüzgâra tapıyorlardı.1 Bu ayinleri yöneten rahiplerden biri olan Zerdüşt, bronz çağında yeni bir amentü2 oluşmasına öncü oluyordu. Bu amentü, kişisel sorumluluğu, eşitliği ve tek bir tanrının egemenliğini ilan ediyordu. Zerdüşt’ün üyesi olduğu Hint-Avrupa kökenli bu insanlar her savaşçı halk gibi belli ahlak kuralları geliştirmişti. Asha adını verdikleri temel yasalar, dürüstlük ve terbiyenin, tıpkı güneşin doğuşu batışı ve mevsimlerin değişimi kadar doğal olduğunu söylüyordu. Anlaşma veya yeminini bozan kişileri cezalandıran bir sistem kurulmuştu. Örneğin; su çilesi denilen sınamada, tanrı Varuna’nın huzurunda yalan söylemediğini veya anlaşmayı bozmadığını söylemesi gereken kişi önce yalan söylemediğini söyleyip kendini suya batırıyordu. Bu esnada bir okçu okunu atıyor, kabilenin en hızlı sprinteri de oku geri getirmek için fırlıyordu. Suyun altındaki zanlı eğer ki oku getirene kadar geçen zamanda hala hayattaysa masum ilan ediliyordu. Kişinin yalan söylediği şüphesi ağırlık kazandığı zamanlarda suya batan zanlının göğsüne bakır eriyiği dökülüyordu. Hala kişi sağ kalırsa, bu konuda tanrı Mitra’nın kızgın olmadığına inanılıyor ve kişi suçsuz kabul ediliyordu. Tüm bu amentü içerisinde Zerdüşt’ün bilgelik tanrısı Ahura Mazda tek tanrı olma yolunda diğer tanrıları geride bırakarak egemenliğini Zerdüşt’ün eliyle ilan edecektir.
***
Hint-Avrupa kökenli savaşçı bir halk olan ve İran topraklarına yerleşen bu insanların bölgeye gelişi ve din alanına katkıları için “Şeytanın Genel Tarihi” adlı kitabında Gerald Messadie şöyle diyor: “Bu savaşçı ve “Kurgan insanları” (“tümsek” anlamına gelen Rusça sözcükten gelir) denen çoban göçmenler, gerçekten de, dünyada tek bir Tanrı’nın karşısına tek bir Şeytan’ı çıkaran ilk dini kurmaya gidiyorlardı.”3 Tarihçilerin genel kabulü bu topraklarda gelişen eski dinlerin Hint-Avrupa etkisinde olduğu yönündedir. Bugün Yahudi, Müslüman ve Hıristiyanların melek ve baş melekleri yanı sıra Şeytan’ında burada doğduğunu biliyoruz. İslam’ın cennet kavramı, Zerdüştçülüğün kutsal metinleri olan Avesta’larda yazılmıştı. “Zerdüşt’ün açık seçik tanımlanmış sosyal bir amacı vardı. O, iyi ve kötü güçlerin ileride ne olacaklarını daha varoluşlarının başlangıcında seçmiş olduklarını düşünüyordu ve tüm insanlar buna benzer bir seçim yapıyordu. Bu düşünce, kökten faklı yeni bir ölümden sonra yaşam görüşü doğurdu. Cennet, diyordu Zerdüşt, tüm cinsiyet ve sınıflara açıktır; oraya girmek kesinkes insanın ömrü boyunca biriktirdiği iyi düşünce, söz ve davranışların miktarına bağlıdır. Urvan yani ruh –bu da yeni bir kavramdı- ölümden sonra, sözcüğün tam anlamıyla, tartılıyordu. Eğer ruhun sahibi yeteri kadar iyilik biriktirdiyse –kişinin kendi erdeminin yansıması olan- güzel bir bakire geliyor ve o kişiyi sonsuz büyük mutluluğa uzanan efsanevi Şinvat Köprüsü’nden geçiriyordu. Eğer ruhun kötülükleri ağır basarsa, köprü daralıp jilet kadar inceliyor ve ruhun sahibi, güzel bakirenin yerini alan gülünç denecek kadar çirkin bir yaşlı kadın tarafından cehennemin dibine yollanıyordu.”4Burada açıkça görüldüğü üzere İslam inancındaki cennet dizaynının temelleri Zerdüşt’ün Avesta’larından direkt olarak kopya edilmiş gibidir.  
***
Zerdüşt’ün ortaya çıkıp kendinden önceki Vedacılığın kutsal yazıları olan Rigvedalar’ın etkisindeki kabilelerin inançlarını kökten sarstığı M.Ö 600 yılından önce bölge halkı tarafından Veda dininin doğaüstü iki büyük güç grubunun hükmü altında yaşadığını biliyoruz. Bunlar, üst tanrılar olarak adlandırılan Ahuralar ve alt tanrılar olarak tanımlanan Daevalardır.  Güneş’in Ay’ın ve yıldızların seyrini yöneten iki temel tanrı Ahura Mazda ve Mitra tarafından yönetilen Ahuralar ve Daevalar dışında bu dönemde Şeytan’la kıyaslanabilecek önemli bir karşı-tanrı ya da cin bilinmemektedir.5 Fakat İran topraklarında Vedacılık döneminde dinler tarihi açısından önemli ve tamamen yeni bir kavram olan “Ahiret Mutluluğu” bu dönemde ortaya çıkmıştır. İran dininin bireysel ve kolektif ahiret mutluluğu Zerdüşt reformundan önce varlığını sürdürdüğünden bizim Şeytan kavramının ortaya çıkmasına uygun bir zemin hazırlamıştır. Gerald Messadie ahiret mutluluğu ve şeytanın ortaya çıkışı ile ilgili şöyle bir tespitte bulunur: “…Ahiret mutluluğundan kim söz ederse “Cehennem Azabı”ndan da söz eder ve her kim ki “Cehennem Azabı”ndan söz eder “Şeytan”dan da söz etmiş olur.”6 Zerdüştçülüğün ilahileri olarak adlandırılan Gathalar, dünyanın yaratılışından itibaren özgür seçim yapabilen iki ruhun karşılaştıklarını ve çatıştıklarını öğretir. Burada doğru tercihi yapan Ahura Mazda bugün tek tanrı inancındaki yaratıcı iyi tanrının öncüsü olan Bilge Tanrı’dır. Kötü tercihi yapmış olan Ahriman, Angra Manyu’dur. Onun takipçileri yalanın ve kötülüğün yoldan çıkardıklarıdır. Bronz çağının reformisti Zerdüşt’ün geliştirdiği amentü Şeytan’ın ilk kez olarak tasvir edildiği İran topraklarında hayat bulmasını sağlamıştır.
Rahip ve müneccim Zerdüşt’ün dini reformu kendi kastı için siyasi liderliği de ele geçirmenin yegâne yoluydu. Ondan önceki rahiplerin yaptığı cin çıkarma, büyü ve kehanette bulunma onun gözünde tam anlamıyla bir şaklabanlıktan ibaretti. Hükümdarların kanmış gibi yapsalar da bunların faydasız şeyler olduğunun farkında olmaları, Zerdüşt’ün dini sarsılmaz temellere, yani iyinin ve kötünün aşkın tanımına dayandırması gerekliğini ortaya koyması ile mümkün olabilirdi. Siyasi olarak iktidara sahip olmanın sırrı, iyi ve kötünün yeryüzündeki yöneticisinin sadece ve sadece din adamları olduğu kabul görürse mümkün olacaktı. Rahipler iktidarı ancak bu yolla ele geçirebilirdi. Müneccimlerin iktidarı, dinin halkın dini olduğu ve ancak halkın uyrukluğuyla değer kazanacağı ileri sürülerek sağlamlaştırılırdı. Bu demagojinin başlıca değeri, din adamlarının iktidarını yalnızca tinsellik, yani iyi ile kötüyü niteleme gücü üzerine değil, politika üzerine, yani halkın iradesi üzerine dayandırmasıydı.7 Pers imparatorluğunu kuran Keyhüsrev ve generallerinin eşi benzeri görülmemiş iktidarı karşısında güç kaybeden ve kendilerini tehdit altında hisseden rahip-müneccimler için Zerdüşt reformu dünyevi iktidarın ötesinde bir meşruiyet veriyordu. Rahiplerin bu meşruiyeti fazla ciddiye aldıklarını yazan Gerald Messadie “ilk Politik Şeytanlığın” hikâyesini şöyle aktarmaktadır: “İ.Ö. 522’de, Pers kralı Kambyses Nübye’de (bir Yahudi kiralık asker alayıyla birlikte) fazla başarı kazanamadan savaşırken ülke ona karşı isyan etti. Kendini, kralın öz kardeşi Bardiya yerine koyan bir sahtekâr, ülkede olmayan hükümdara, ama aslında Akamanış iktidarına karşı bölgeleri ayaklandırdı. Müneccimler onun tarafını tuttular (Bardiya-eski bir hileye başvurarak- vergileri düşüreceğini vaat etmişti.) Tahta çıkmasında katkıda bulundukları bir kralın kendilerine daha saygılı davranacağı umuduyla Akamanış hanedanına da kuşkusuz ihanet ettiler; yani eylemleri güdüleyen temelde politik ihtirastı. Hanedan için bir talihsizlik daha gerçekleşti; Kambyses tam bu anda öldü. Dolayısıyla iktidar bir sahtekârın eline geçmek üzeredir. Tahtı kurtaran, iktidarı alan, sahtekârı öldüren ve müneccimleri yere seren bir Chorasmie prensi oldu ki bu, daha sonra, I. Darius adı altında tanınacaktır(… )Sahtekârın adı aslında Gautama idi ve aslında bir müneccimdi. Çağımızdaki Ayetullahların Şah’a karşı yaptıkları gibi müneccimler bir tür dalavere ortağıyla dünyadaki ilk teokrasiyi yerleştirebilirlerdi; kısmen de başardılar. Bu, XX. yüzyılın moda jargonunu kullanırsak, bir “popüler teokrasi” olacaktı, çünkü Zerdüştçü olduğu sanılan Gautama, başka densizlikleri yanı sıra, soylulara tahsis edilmiş sunakları da yıktırdı, yani soyluların dinsel imtiyazlarını ortadan kaldırdı, gördüğümüz gibi Zerdüştçülük halkın bağlılığına dayanıyor ve Pers’te alışılmamış bir demokrasi uyguluyordu. Büyük yanlış; çünkü birçok satrap (eyalet NP) sahtekârdan yana tavır almış olsalar da, aristokrasi imtiyazlarını koruyordu ve hanedanlık kendini muzafferane bir şekilde savunuyordu. Darius, ayrıca hanedanlığa dayanıyordu ve hanedanlığın altı prensinin yardımıyla birlikte sahte Bardiya’nın göğsünü kendi mızrağıyla delip geçti, kellesini kesti ve halkın önünde sergiledi. 8
***
Zerdüşt’ün rahipleri her zaman yasama gücünü ellerinde tutmak istiyordu. Zerdüşt’ün yazdığı Avesta’ların beş kitabından biri olan Videvdad’lar bu bağlamda ele alındığında burada sadece dinsel yasayı değil, ayni zamanda medeni yasayı da ortaya koyma iddiasında olduklarını görürüz. Messadie’ye göre eğer ki müneccimler darbelerinde başarılı olmuş olsalardı, Şeytan Ahriman’a dünyada ilk medeni hal kâğıdını vermiş olacaklardı. Dinsel hiyerarşide yer alanların eski düşü olan, dinsel yasadaki her kusurun din dışı otoriteler tarafından cezalandırılması gerçekleşecekti. Bir tek Tanrı’nın ve bir Şeytan’ın belirtilmesiyle başlamış olan Zerdüşt macerası dolayısıyla politika arenasında tamamlanacaktı. Bu ancak ertelenmiş karşılaşmaydı, çünkü teokrasi yine de, inancın “koruyucusu” imparator Constantinus’un yükselişiyle birlikte, yaklaşık sekiz yüzyıl sonra tekrar gün ışığına çıkacaktır. Her durumda, Şeytan’ı doğurmuş olan politikaydı ve demek ki Şeytan politik bir icattır.”9 Zerdüşt zamanından İsa’nın doğumuna kadar geçen sürede varlıklarını ve prestijlerini korumayı başaran temsilcileri Şeytan’ı keşfeden müneccimlerin Yeni Ahit’e kadar ayakta kalıp İsa’nın doğumunda bizzat bulunmaları da şaşırtıcıdır. Herodot’a göre Med olmalıydılar yani İran’daki müneccimlerin soyundan geliyor olmalıydılar. Zira babadan oğla geçen bir rahipler kastının varlığı bilinmekteydi. İran topraklarından dünyaya yayılan “Politik Şeytan”lık dünya siyasi tarihini yönlendiren üç tek tanrılı dinin iktidarını bina ettiği yaratıcının amansız rakibi gibi gösterilmiştir. Şeytan’ın icadı ne kadar politikse bu kavramı kullananlarında hep düşman ilan ettikleri nedense Şeytan olarak adlandırılmaktadır. 1980’li yılların ortasında astrolojiye pek meraklı olan ABD başkanı Ronald Reagan SSCB’yi “Kötülük İmparatorluğu” ilan ettiğinde bu böyleydi, İran İslam Devrimi sonrası Ayetullah Humeyni ABD’yi “Küçük Şeytan” olarak tanıttığında da bu durum yine ayniydi. Hitlerin ortaya çıkışı da, Musolini’nin varlığı da, Stalin’in yöntemi de Politik şeytanlık içermekteydi. Her biri kendisini iyiliğin temsilcisi rakiplerini de Şeytan’ın ta kendisi ilan etmekteydi. Tümü de halk kitlelerinden destekle ortak bellekteki ezeli düşmanın figürünü Politik amaçla kullanmaktaydı. Kısaca Şeytan politikti ve Politik Şeytanlık kaçınılmazdı.



Dipnotlar
1Winston, Robert, Tanrının Öyküsü, Say Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010, S:140-141
2Amentü: Bir oluş, düşünce veya ideolojinin temelini oluşturan değer yargıları.
3Messadie, Gerald, Şeytanın Genel Tarihi, Kabalcı Yayınevi, Birinci Baskı, İstanbul, Mart 1998, S:122
4Winston, Robert, Tanrının Öyküsü, Say Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010, S:143-144
5Messadie, Gerald, Şeytanın Genel Tarihi, Kabalcı Yayınevi, Birinci Baskı, İstanbul, Mart 1998, S:130
6AGE, S:130
7AGE, S:145
8AGE, S:145-147
9AGE, S:148-149












12 Ocak 2014 Pazar

DOME HOTEL’İN RUHU

Naim PINAR
DOME HOTEL’İN RUHU
Kıbrıs’ın en güzel yerleşim yerlerinden Girne’nin kalbinde eşsiz konumu ve tarihi kimliğiyle dikkat çeken Dome Hotel. Son yıllarda Kıbrıslıların ismini gururla söyledikleri elde kalan iki üç kurumdan biri, sendikal direncin ilk ve tek başarı gösterdiği mücadelesi…
***
Birçoğumuzun Dome Hotel’in tarihiyle ilgili bilgisi ya kısıtlı ya da yanlış itikatlar üzerine bina edilmiştir. Kıbrıslı Elenlerin bile birçoğunun bu tarihi hotelimizin nasıl yapıldığına dair dedikodu ve yanlış kanaatlerle bezenmiş yorumlar yaptığına bizzat şahit oldum. Kıbrıslı Türklerin birçoğunun ise farklı farklı bilgilere sahip olduğunu görüyoruz. Kimine göre zengin Kıbrıslı Elenin kurduğu bir hotel, kimilerimize göre ise ilk hotelini yaparken kazılarda çıkan bir definenin sayesinde zenginliği bulan bir adamın mirasıydı Dome Hotel…
***
Dome Hotel’in ilk sahibi olan Kıbrıslı Elen Costas Charalambous veya daha bilindik ismiyle Catsellis. Costas, 33 yaşında hayatın çetin yollarından geçmiş, Birinci Dünya Savaşı devam ederken fakir yaşamına son vermek için gittiği Amerika Birleşik Devletleri’nde New York ve New Jersey’de önce bulaşık yıkayarak iş hayatına atılır, kısa sürede mutfakta aşçı olarak çalışmaya başlar. Daha sonra gönüllü olarak ABD ordusunda bir yıla yakın görev yapar. 1920’lerin başında Kıbrıs’a geri dönen Costas, hayatını birleştireceği Eleni Stavri Votti ile tanışır. Fakat Eleni’nin ailesi kızlarının ABD’ye gitmesini istememektedir. Fakir bir aileden gelen Costas’ın kaynanasına -burada kalırız ama deniz kenarındaki evinizi bize vereceksiniz- teklifi olumlu sonuçlanınca genç girişimci ABD’deki iş hayatındaki deneyiminden yola çıkarak küçük bir pansiyona çevirdiği evlerine “Sea View” ismini vererek ilk işletmesini kurar. Fakat ilk aşamada işler yolunda gitmez. Yabancı misafirler gelişmiş Avrupa standartlarında hizmet talep etmektedir. Costas’ın ise imkânları kısıtlıdır: Bu tarihler Costas’ın “Sea View” adını verdiği basit konuk evinin soğuk içeceklerini soğutmak için bile bahçesinde bulduğu kuyuya indirmek zorunda kaldığı, ilkel yöntemlerle boğuştuğu bir dönemdir. Bu zor koşullarda Costas’ın en güçlü dayanağı ve yardımcısı eşi Eleni olmuştur. Kısa bir süre sonra bu küçük işletmenin kapasitesini artırarak hemen yanındaki araziye daha büyük, yeni “Sea View” hotelini inşa etmeye başlar. 1926’da hizmete giren bu yeni “Sea View” nam-ı diğer Catsellis’in Dome Hotel’i kurmadan önce inşa ettiği son küçük işletmesiydi. Girne’de ilk taksinin 1924’te ortaya çıktığı dikkate alındığında Catsellis’in 1926’da işleri yavaş yavaş rayına oturttuğu görülür.
***
İngiliz Yüksek Komiserinin sevgisini ve beğenisini kazanan Catsellis’in yeni işletmesi İngilizler yanında yerli halkın da beğenisini kazanacaktır. Bu dönemde turizm alanında da işlerin iyiye gitmesi Catsellis’in emeğinin karşılığını almasına yardımcı olacaktır. İngiliz Vali’nin özel olarak her zaman yemeğe geldiği bu güzel manzaralı yer iyi gelir getirmeye başlar. Bu bölgeye artık yerli halk tarafından turistlere satılmak üzere Lefkara işleri ve çeşitli geleneksel ürünler de getirilir olmuştur. Costas Catsellis için “Sea View” bir turizm eğitim okulu niteliği taşımaktaydı. Artık Catsellis 1928’de yeni ve büyük bir hotelin temellerini atmaya başlar. 1930 tarihine geldiğinde ismini Esentepe’nin üstündeki kubbeli kilise Antiphonitis’den esinlenerek “Dome” (kubbe NP) olarak belirlediği tüm Kıbrıslılar için önemli bir anlam ifade edecek olan hotelini hizmete açar. İngiliz mimar Carol’un Bzyantine tarzında yaptığı hotel kısa sürede ünlenir ve sadece bölgenin değil tüm Kıbrıs’ın en önemli, en güzel konuma sahip hoteli olur. 1
***
Daha sonraki yıllarda gittikçe gelişen Dome Hotel, Catsellis’in 1939’da batı cephesine yaptığı ek bölümle daha kapasiteli bir hale gelir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Kıbrıs’a sığınan Yahudi göçmenlerinin zengin zümrelerine de ev sahipliği yapan hotel, 1945 sonrası en parlak dönemlerini yaşamaya başlar. Dome Hotel 1950’li yıllarda artık 150 yatak kapasiteli, kaliteli hizmet veren Kıbrıs çapında en önemli hotellerden biri haline gelir. Mısır Kralı Faruk’un akşam yemeklerini Dome’un muhteşem manzarasına bakarak yediği bilinmektedir. O dönemlerde hotel Catsellis’in iyi ilişkiler kurduğu İngiliz Yüksek Komiseri’nin de değişmez mekânı olur.
***
Dome Hotel’in kuruluşundan 1960’lı yıllara kadar geçen sürede sadece bölgenin değil aynı zamanda Kıbrıs’ın da en gözde hoteli olur. 1974 yılına gelinirken hotel artık eski cazibesini kaybetse de tarihi ruhunu ve misyonunu kaybetmez. O, bir kez Kıbrıslıların kubbeli hoteli olmuştu. Artık onu herkes kubbeli hotel olarak biliyor ve seviyordu. Birçok konuğunun ilk aşkı, evliliği ve aile mutluluğuna ev sahipliği yapmıştı kubbeli hotel. 20 Temmuz 1974 askeri müdahalesinde ise bu kez Kıbrıslı Elen esirlerin korku ve endişelerinin sığınağı olmuştu. Yine bir tarihi olayın başrolünde o vardı. 1974 sonrası Vakıflar İdaresine devredilen Dome Hotel, kısa sürede seçkin misafirlerini ağırlamaya başlar. Kuzey Kıbrıs’taki en seçkin hotel olarak kısa sürede konuklarının gözüne girer. Birçok etkinliğe, protokole, düğüne ve toplantıya ev sahipliği yapmaya devam eder.
***
Son yıllarda adını sadece Kıbrıs gazetelerine değil, Türkiye’nin seçkin medya kuruluşlarına da yazdırmayı başaran Dome Hotel, ne olmuştu ki; Can Dündar gibi usta kalemlerin övgü dolu yazılarına konu olmayı başarabilmişti. Otel, 1990 yılında patlak veren Körfez Krizi sırasında ciddi sıkıntılar yaşamış, o günlerde nerdeyse tüm sendikaların krize rağmen hükümetten medet umarak, kim ne kadar bağırırsa o kadar hak felsefesine dayanan politikaları ile başlattıkları Beyaz Mantin eylemi ve protestolarına karşın Dome Hotel emekçilerinin örgütlü olduğu Turizm Emekçileri Sendikası bu eylemlerin çok fayda getirmeyeceğini anlayıp plan ve proje üreterek sıkıntıların aşılacağını görmüştü. O günlerde 13 tane Dome Hotel emekçisinin işten durdurulması gerektiğini savunan Vakıflar yönetimine karşın Turizm Emekçileri Sendikasının söz konusu 13 arkadaşlarının maliyetini hesaplayarak tüm Dome Hotel personelinin maaşlarında yapılan düzenleme ile işlerinde kalabileceklerini ortaya koymaları ve yönetime alternatif öneriyle gitmeleri sayesinde bugün o kişilerin bazıları emekli olabilmiş, bazılarıysa hotelin çeşitli bölümlerinde müdür muavini görevine gelebilmiştir. Bu Turizm Emekçileri Sendikasının ülke şartlarında ortaya koyduğu farklı bir sendikacılık anlayışıydı. Dome Hotel’in dayanışma ruhu 1997 yılında yeniden yaşanan ekonomik krizle ortaya çıkacaktı. 1997 yılında bu kez yaşanan ekonomik krize çare olarak Vakıfların yönetimi Dome Hotel’in özelleştirilmesini gündeme getirmiş, hatta Besim Tibuk’un NET Holding’i ile ön anlaşma bile imzalanmıştı. Fakat Dome Hotel emekçilerinin örgütlü olduğu sendikaları daha önce yaşananlardan aldığı ders ve farklı sendikal duruşuyla Türkiye’den gelen Türk-İş uzmanlarıyla bir dizi çalışma yaparak hemen farklı bir proje ortaya koyup dönemin Başbakanı Derviş Eroğlu’na çıkarak projelerini anlatır. Alternatif proje yanında Dome Hotel’in Kıbrıslı Türkler için sadece gelir-gider dengesinden ibaret olmadığını, buranın sahiplenilmesinin Kıbrıslı Türkler için birçok anlam ifade ettiği ortaya konur. Başbakan’ın Körfez Krizi sırasında birçok sendika isyan ederken bu arkadaşların projeleri ve alternatif önerileriyle geldiğini hatırlaması ve sözüne güvenilir bir sendika olduğunu söylemesi üzerine Vakıflar idaresi ile ortak bir koordinasyon kurulu kurulur. İlk yıllarda bu kurulun ortak aldığı kararlara uyularak sendika Dome Hotel’in yaşaması ve işleyenlerin mağdur olmaması için fedakârlık yaparak herkesin maaşından kesintiler yapılır, kıdem tazminatları işe yeni başlar gibi yeniden düzenlenir ve Dome Hotel yoluna devam eder. Fakat 2000’li yıllara gelindiğinde her seçim döneminin hastalığı nüksederek Vakıflar idaresi buraya 40 kişi istihdam eder. Sendika bu anlayışın Dome Hotel’i iflasa götüreceğini anlatır fakat Vakıflar idaresi anlaşmayı ihlal ederek bu istihdamları yapar.
***
Dome Hotel’de düzgün çalışan çarklar yeniden kötü idarecilerin ve siyasetin kurbanı olur. Bu şişirme kadrolar ve idarenin plansız hareketi 2008 yılına gelindiğinde tarihi Dome Hotel’in yeniden zarar eden bir kurum olmasına neden olur. 2008’de 3 trilyon zarar açıklayan Vakıflar idaresi bu kez yine kolay yolu seçerek Dome Hotel’i Ozan Ceyhun Bey’e uzun vadeli kiralamayı gündeme getirir. Fakat Turizm Emekçileri Sendikası Başkanı Bayram Karaman’ın öncülüğünde uzun bir mücadele deneyimi edinen emekçiler bunu kabul etmez. Hotel’in iyi idare edilmediğini ortaya koyup yönetim anlayışının hatalarını vurgulayarak Sendika öncülüğünde kurulacak yeni yapıyla çalışanların hissedar olacakları bir projeyle 10 yıllığına Dome Hotel’in yönetimine talip olduklarını açıklarlar. Bu projeye hayır diyemeyen Vakıflar İdaresi çok ağır şartlarla bir anlaşma imzalanmasını önerir, buna rağmen emekçiler Kubbeli hotelin yaşamasını ve Kıbrıslı Türklerin gururu olmasını sağlarlar. Anlaşma kimilerine göre akıl karı değildi, zira çalışanlar ürettikleri kadar gelirle 3 trilyon borcun altına girmek bir yana dursun elde edilen gelirle maaşlarını alacak ve kalanla da yatırım yapabilirse yapacaktı.
***
Turizm Emekçileri Sendikasının, yönetimi çalışanlarla ortak olarak paylaşması sonucunda kısa sürede bir devrim gerçekleşmiş ve onca yıllık idarecilerin yapamadığı yapılarak 3 trilyonluk borç kapatıldığı gibi otel kara geçirilerek yatırım bile yapmaya başlamıştı. Dome Hotel Yönetim Kurulu Başkanı Bayram Karaman ile yaptığım söyleşide hotelin yıllardır nasıl ihmal edildiğinin en çarpıcı örneği olarak şu cümlesi oldukça dikkat çekiyordu; “Catsellis’den kalan 40 yıllık battaniye ve su depolarını bile biz değiştik”. Bugün birçok kurumumuz zarar ettiği için özelleştirme tehdidi ile karşı karşıya bırakılıyor. Özellikle son yıllarda moda olan söylemler Kıbrıslıların bu işleri yapamadığı ve özelleştirmenin bazı kurumlarımız için şart olduğu yönündedir. Kaderin cilvesine bakın ki Dome Hotel’in Türkiye medyasında çıkan yönetim anlayışı ile ilgili yazılarından sonra Dome Hotel’i ziyaret eden siyasetçi Murat Karayalçın rahmetli Bülent Ecevit’in de Türkiye’deki kurumlar için böyle bir projeyi zamanında gündeme getirdiğini fakat bunun hayat bulmadığını söyledikten sonra burada bunun nasıl başarıldığını öğrenmek istediğini söylemesi oldukça manidardır. İlk kez Türkiye’den bir siyasetçi Kıbrıslı Türklerin kurduğu bu örnek işletmeyi öğrenmek istiyordu.


***
Dome Hotel, bilinenin aksine varlıklı olmayan bir Kıbrıslı Elen tarafından alın teriyle kurulmuş, bu ruhla yoğrulmuştu. Yıllar içerisinde birçok badire atlatan kubbeli hotel önemli şahsiyetler yanında önemli insani duyguları da beraberinde yaşamış bir mekândı. Kaderin cilvesi mi dersiniz emeğin zaferi mi dersiniz, ne isterseniz onu diyebilirsiniz fakat bu tarihi hotelimizin içerisinde emek veren emekçiler en az kuruluşundaki kadar alın teri ile kuruma hayat vermekte ve tüm Kıbrıslılar adına da burayı yaşatmayı bilmektedir. Costas Catsellis’in alın teriyle zaman içerisinde geliştirdiği kubbeli hotel için emek ve alın teri sanırım mekânın ruhuna uygun düştüğünden emekçilerin elinde 1950’lerdekinden bile parlak bir dönem yaşamaktadır. Dome Hotel’in tarihi ve durumu hakkındaki bilgilerin siz değerli Poli okurlarına ulaşmasında bilgileriyle katkı sağlayan Mete Hatay ve Bayram Karaman’a teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

Dipnotlar
1 Catselli, Rina, Kyrenia, Flower Show Edition, 125-128

2 Fotoğraflar; Girne Milli Arşivi.