23 Şubat 2015 Pazartesi

GEDİKPAŞA’DAN MAĞUSA AMBARLARINA…

Naim PINAR

GEDİKPAŞA’DAN MAĞUSA AMBARLARINA…
Kıbrıs adası,1571 tarihiyle birlikte Osmanlı egemenliğine girer. Osmanlı’nın Ada’ya yerleşmesinden sonra sosyo-kültürel anlamda da etkileşim yaşanır. Kıbrıs’a askeri gücüyle yerleşen Osmanoğulları, adanın Türkleştirilmesi (Şenlendirme !) için Anadolu’dan önce zanaat ve meslek erbabı nüfusun adaya yerleşmesini sağlarlar. Böylelikle Anadolu insanının adada gelenek ve göreneklerini yansıtan kültürel zenginlikte ortaya çıkmaya başlar. Geleneksel Türk seyirlik oyunları da Kıbrıs’ta kaçınılmaz olarak yerleşmeye başlar. Karagöz olarak bilinen gölge oyunu Kıbrıs’ta da sevilir ve oynatılır. Kıbrıslı Türk Tiyatro sanatçısı ve yazar Yaşar Ersoy, Gölge Oyunu Karagöz’ün Kıbrıs’a gelişi ve yerleşmesi ile ilgili şöyle demektedir: “XVII.  Yüzyılda 
kesin şeklini alan Türk Gölge Oyunu Karagöz’ün Osmanlı toprağı olan Kıbrıs’a da gelmesi doğaldı”.Kıbrıs’ta Karagöz dışında, Meddah ve Ortaoyunu da Anadolu’dan gelen nüfusla birlikte Ada’da yerleşir. Osmanlı’nın 19. yüzyılda yaşadığı siyasi ve ekonomik sıkıntılar sonucunda Kıbrıs Adası 1878’de İngilizlere kiralanır. Bu dönemde de adada geleneksel Türk seyirlik oyunları devam etmektedir. Kıbrıs’ta batılı anlamda ilk tiyatro izleri bizleri 1908 tarihine götürmektedir. Batılı anlamda adada tiyatro hareketinin başlamasında en önemli etki hiç kuşkusuz Kardeş Ocağı’na aittir. 1908 yılında Lefkoşa’da kurulan “Hürriyet ve Terakki Kulübü” Osmanlının meşrutiyeti ilanından önce Kıbrıslı Türk aydınlar tarafından kurulur ve Jön Türk hareketini benimser. 1908 yılından itibaren de Kardeş Ocağı’nın öncüsü olan bu teşkilat, İngilizlerin siyasetine ve Kıbrıslı Rumların Enosis faaliyetlerine karşın Türkçülük hareketini Kıbrıs’ta da canlı tutmak için çeşitli çalışmalar yapar. İşte tam da bu dönemde Yunan Milliyetçisi olarak bilinen Kadalonos ve adamları Lala Mustafa Paşa Camii’ne girerek gösteri yaparlar. Bu olay neticesinde Kıbrıslı Türk aydınların örgütlediği bir grup Kıbrıs’ta batılı mealde ilk temsil olan “Vatan Yahut Silistre” oyununu sahneye koymak üzere çalışmalara başlar. Namık Kemal’in bu oyununun Mağusa’da sergilenecek olması da ayrıca önem kazanmaktaydı. Tiyatro’nun Kıbrıs’ın kuzeyinde yol almasında büyük emeği geçen tiyatro üstadı Yaşar Ersoy, bu olayı şöyle aktarır: “O dönemde Yunanlı bir militan olan Kadalonos, adamlarıyla birlikte Mağusa Ayasofya’sına (Lala Mustafa Paşa Camii) girerler ve gösteri yaparlar. Bu olay, Kıbrıslı Türkleri ve özellikle Mağusalı Türkler tarafından “Mabedimize na-mahrem eli değmiş” olduğu nedeniyle rahatsız edici ve onur kırıcı olarak nitelendirilir. Bu durum karşısında Mağusalı Türklerin moral birliğini sağlamak ve yükseltmek için “Vatan Yahut Silistre” oyunu seçilir ve sahnelenir. “Vatan Yahut Silistre”nin sahnelenişinin bir başka amacı da Mağusa’da yapılan Kız Okuluna para yardımı sağlamaktır.”2 Ersoy, Mağusa Ambarlarında sahnelenen bu oyunun çok heyecan yarattığını ve ilgiyle izlendiğini yazmaktadır. Lefkoşa’dan bu oyun için hususi olarak ayarlanmış bir trenle çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu kalabalık bir halk kitlesinin oyunu seyretmeye Mağusa’ya gittiğini de bilmekteyiz.
***
1 Nisan 1873 tarihinde İstanbul Gedikpaşa Tiyatrosu’nda ilk kez sergilenen Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” oyunu sonrası ahali duygusal olarak galeyana gelerek “–Yaşasın Vatan, Yaşasın Millet” naralarıyla yollara dökülmüş, Padişah bu olay nedeniyle Namık Kemal’i Kıbrıs Adası’na sürgüne yollamıştı. Kıbrıs’ta oynanan oyun sonunda da Gedikpaşa’daki ilk piyes sonrası yaşanan heyecanın aynı yaşandığı söylenmektedir. Dönemin gazetesi Mirat-ı Zaman’dan ve o gün yaşanan olaylara şahit olan Av. Fadıl Niyazi Korkut’un anılarından batılı anlamdaki bu ilk temsilin nasıl gerçekleştiğine bakalım:
“O sıralarda eski Rüşdiye mezunu iki genç ile İdadi’nin yetiştirdiği 5-6 genç hükümet memuriyeti ve öğretmenlik görevleri yapıyorlardı. Bu gençler Ocak 1908 içerisinde “Vatan Yahut Silistre” piyesini sahneye koymaya teşebbüs ettiler. Ve Kıbrıs’ın her tarafına bilet dağıttılar. O tarihe kadar Kıbrıs’ta piyes temsil edilmemiş olduğu için, bu teşebbüs her tarafta ve bahusus Lefkoşa’da büyük bir heyecanla karşılandı. Piyesin temsil edileceği gün Lefkoşa gençleri ve esnafı özel bir tren kiralayarak Mağusa’ya gitmeye karar verdiler. Tren büyük bir sevinç ve heyecan içinde hareket etti. Lefkoşa mebusu Şevket Bey’le, Baf mebusu Mehmet Ziya Efendi de yolcular arasında idiler. Yolculuk yarı yola kadar neşe içinde devam etti. Fakat yarı yoldan sonra mebuslar vagonları dolaşıp acayip telkinlerde bulunmaya başladılar. Meğer Mağusalılar, Lefkoşalılar için özel bir de program hazırlamışlar. Yolcuları Mağusa istasyonundan alıp doğru Namık Kemal’in zindanına götürecekler ve orada Mağusa gençleri tarafından bir söylev verilecekmiş. Mebuslar bu hareketi İstanbul’un hoş karşılamayacağını ve ziyaret etmek için en münasip yerin Canbulat’ın kabri olduğunu söylüyorlardı ve halkı Namık Kemal’in zindanına gitmeyip, Canbulat’ın kabrine gitmeye teşvik ettiler. Mağusa halkı, Mağusa istasyonunda bizi karşıladılar. Birlikte Namık Kemal’in zindanına gitmemizi rica ettiler. Orada mebuslarla, Mağusa gençleri arasında tartışma oldu ve mebuslar Canbulat’ın kabrine gitmek için ısrar ettiler. Lefkoşa esnafının hemen hepsi mebuslarla birlikte Canbulat’ın kabrine yöneldiler. Mağusa eşrafından bazıları misafirperverlik duygusuna kapılarak, mebusların arkasına düştüler. Bu surette Namık Kemal’in zindanına, piyesi tertip edenlerle onlara katılmış Mağusalı ve Lefkoşalı gençler ve birkaç Mağusalı’dan başka hiç kimse iştirak etmedi. Mebusların arkasına takılmış olan 200-300 kişilik bir kitle Canbolat’ın kabrine gitti. Canbulat’ın kabri önünde Mithad Bey pek tumturaklı bir söylev verdi. Ve bu suretle mebusların gafını kapamaya çalıştı. Abdülhamit’in gölgesi, daha doğrusu o gölgeden korkanlar, Vatan Yahut Silistre’nin, İngiliz sömürgesinde bile sahneye konulmasına, bilerek yahut bilmeyerek engel oluyorlardı. Piyesin kahramanı olan İslam Bey rolünü temsil edecek olan Bahaeddin Efendi, Namık Kemal’in zindanına gidenlere, zindan önünde, program gereğince fakat pek neşesiz olarak söylev okudu. Ve Bahaeddin Efendi pek haklı olarak gücenmiş ve sahneye çıkmayacağını ilan etmişti. Bu suretle bütün emekler boşa gidecekti. Oyun için tayin edilen saat yaklaşıyordu fakat Bahaeddin Efendi meydanda yoktu. Herkes telaş içinde idi. Hatırımda kaldığına göre 
Mağusa eşrafından Naci Bey son dakikada Bahaeddin Efendi’yi kararından döndürmeye muvaffak olmuş ve piyes pek başarılı olarak sahneye konabilmişti.”3  Kıbrıs, İngiliz şirketi “Hamslet”in imal ettiği trene ilk kez 1904 tarihinde İngiliz yüzbaşı Pirchard R.E idaresinde Lefkoşa-Mağusa arasında gerçekleştirilen seferle merhaba demişti. Lefkoşa-Mağusa arası 51 mil mesafedeydi ve Tren, iki satte Mağusa’ya varmaktaydı.  Kıbrıs Treni, güzergâh üzerinde dört istasyonda durmaktaydı. Bugün Lefkoşa'da Peyak ambarlarının bulunduğu yer tren istasyonu, karşısındaki kesme taştan kemerli bina da istasyon müdürünün ikametgâhı idi. Mağusa'daki istasyon binası ise surların dışında bulunan şimdiki Kaza Tapu Dairesi olarak kullanılan (1974 öncesi Polis Karakolu) alanda idi. Kıbrıs'ta ilk kez çalıştırılan tren şu anda Mağusa'daki Kaza ve Tapu Dairesi'nin avlusunda durmaktadır.  Tren’de yaşananların ardından söylevler verilmiş, tipik Kıbrıs siyasi komedisi piyesten önce sergilenmişti. Fakat “Vatan Yahut Silistre”  temsili için halen sancı sürmekteydi.  
İslam Bey rolünü oynayan Bahaeddin Efendi, Namık Kemal zindanı önündeki azınlık ahaliye şöyle seslenmiştir: “Efendiler şu mübarek binayı görüyor musunuz? İşte bütün Osmanlıların İftihar duydukları ünlü vatanperver, şöhretli edip, muhterem Namık Kemal Bey’in ikametgâhı budur. Kemal Bey hayatından ziyade yurdunu, canından ziyade milletini sevmemiş olsaydı, Kıbrıslılar vücudu ile iftihar duydukları bu yüksek makama malik olmazlardı. Yaratılışın az yetiştirdiği zekalardan olan bu zeka, vatanından başka kimseye prestij etmez, vatanının menfaati icabı, itikadenda bulunduğu hiçbir şeyi söylemekten, yazmaktan çekinmezdi. Bu akşam temaşaya koymak istediğimiz “Vatan Yahut Silistre” namındaki milli dramı kaleme alıp sahne-i temaşaya koyduğu için, Namık Kemal Bey zamanın müstebitleri tarafından buraya sürgün gönderilmiş idi. Geldiği vakit, iptida kendisini bu zindana tıkamışlar. O hiç fütur getirmemiş YAŞASIN VATAN diyerek zindana girmiştir.” 4Aynı zaman dilimi içerisinde Lefkoşa’dan gelen mebuslarla Canbulat’ın kabrine yürüyen ahaliye Kavanin Meclisi üyesi Bodamyalızade Şevket Bey Osmanlıcılığı ve birlik beraberliği hatırlatan ateşli bir konuşma yapar. 
Daha sonra Kıbrıs’ta Türklerin batılı anlamda ilk temsil olan “Vatan Yahut Silistre” oyunu heyecanla ve ilgiyle izlenir. Kıbrıslı Türk tiyatro sanatçısı Yaşar Ersoy, organizasyona siyasi tartışmalarla başlanmış olmasına rağmen oyunu sahneye koyanların başarısını ve oyunun çok beğenildiğini anılarında anlatan Av. Fadıl Niyazi Korkut’un şu sözlerine Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi adlı kitabında yer vermiştir:
“ Oyunun başarılı olması, o zamana kadar tuluatçılardan başka tiyatro görmemiş olan Lefkoşa gençlerini gayrete getirdi. Ve ondan sonra gelen Ramazan Bayramında, Lefkoşalılar da aynı piyesi Lefkoşa’da sahneye koydular. Bu temsilde ben, Abdullah Çavuş rolünü almıştım. Bir de rol sahipleri arasında bilhassa (sonradan Şeriye Hâkimi) Beha Bey’in piyesteki kadı rolünü, gerçek bir kadı gibi pek tabii olarak temsil etmiş olması pek ziyade alkışlandı. Görülüyor ki Beha Bey doğmaca kadı imiş.”5 Daha sonraki yıllarda dönemin JönTürk hareketine destek niteliğinde ve siyasal içerikli oyunlar sergilenmeye başlar. Bunlardan birkaçı 1909 yılında sahneye konan Namık Kemal’in Gülnihal oyunu ve yine meşrutiyet döneminin yazarlarından Tahsin Nahid ve Ruhsan Nevvare’nin birlikte kaleme aldıkları Jön Türk oyunu Kıbrıs’ta sahnelenmiştir. 1 Nisan 1873 yılında Gedikpaşa Tiyatrosunda sahnelenen “Vatan Yahut Silistre” bu kez Namık Kemal’in sürgün edildiği adada Mağusa Liman Ambarlarında 35 sene sonra yeniden hayat bularak ayni ruhla halkı etkilemeyi başarmıştı. Değerli tiyatro sanatçımız Yaşar Ersoy’un Av. Fadıl Niyazi Korkut’un anılarından ve çeşitli kaynaklardan elde ettiği verilerden Kıbrıs’ta batılı anlamda ilk temsilin 26 Ocak 1908 tarihinde Saat; 20.30 da Mağusa Liman Ambarlarında sahnelenen Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistere”si olduğu ve bu olayın Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi’nin gelişmesinde önemli bir mihenk taşı olarak anıldığı belirtilmektedir.  Bugün ülkemizde tiyatro sanatçılarının vermiş olduğu mücadele takdire şayandır. Bir tiyatro binası için bile yıllarca kılını kıpırdatmayan siyasilere rağmen verilen büyük uğraşları sonuç verecek diye umuyoruz. En kısa sürede binanın tamamlanması halkımızın arzusudur ve beklide dışa bağımlı hasta zihinlerin değişmesindeki en önemli ilaçtır. Bugün ülkede hiçbir şey rayında gitmezken, 1908’in Ocak ayında dönemin Padişah korkusuna rağmen cesur gençler tarafından sahnelenen ve batılı anlamda ilk tiyatro temsili olarak görülen oyunun ardından 100 yıldan fazla bir süre geçmiştir. 2015’e baktığımızda ülke mebuslarının durumu halen “Padişahım Çok Yaşa” kıvamında seyretmektedir.  Doğrusu bugünün çağdaş siyasi komedyası izlenmeye değer bir piyes olarak tarihe yazılmaktadır. Umarım, 100 yıl sonra bile tiyatro sanatçılarına ilham kaynağı olmaya aday olan bu kesimin hakkı sanatçılarımız tarafından teslim edilmeye devam eder.

Dipnotlar
1Ersoy, Yaşar, Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi, PEYAK Kültür Yayınları, Lefkoşa, Şubat, 1998, Sayfa:5
2Ersoy, Yaşar, Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi, PEYAK Kültür Yayınları, Lefkoşa, Şubat, 1998, Sayfa:9
3 KKTC Girne Milli Arşivi, Mir’at-ı Zaman Gazetesi, 3 Şubat 1908, Sayı:269’dan Naklen Ersoy, Yaşar, Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi, PEYAK Kültür Yayınları, Lefkoşa, Şubat, 1998, Sayfa:9-10
4Ersoy, Yaşar, Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi, PEYAK Kültür Yayınları, Lefkoşa, Şubat, 1998, Sayfa:12
5Ersoy, Yaşar, Kıbrıs Türk Tiyatro Hareketi, PEYAK Kültür Yayınları, Lefkoşa, Şubat, 1998, Sayfa:10
Not: Kıbrıs Tren’ine ait resimler, Girne Milli Arşivi ve Nazif Bozatlı’nın özel arşivindendir.











15 Şubat 2015 Pazar

KANLIDERE’NİN BEŞİĞİNDE BİR ŞEHİR LEFKOŞA

Naim PINAR
KANLIDERE’NİN BEŞİĞİNDE BİR ŞEHİR
LEFKOŞA

Yaklaşık 200 milyon yıl önce dünyamızın tek kıtası olan Pangea’nın parçalanmasıyla hareketlenen Afrika ve Avrasya levhaları birbirinden ayrılarak aralarında Tethis Denizi oluşmuştur. 65 milyon yıl önce Tethis Denizi, Afrika plakasının Avrasya’ya doğru hareket etmesiyle gitgide daralmış ve içerisinde Trodos Sıradağlarının ilk katmanları oluşmaya başlamıştır. 10 milyon yıl sonra yaklaşık olarak günümüzden 55 milyon yıl önce adamızın kuzey bölümündeki Mesaryanın olduğu yerde bir iç deniz ve Beş Parmak Sıra Dağları oluşmuştur. Böylelikle Kıbrıs’ın ilk jeolojik yapısı ortaya çıkıyordu. Günümüzde güney Lefkoşa’da kalan Maroullena- Akaki Nehrinin bir kolunun geçtiği Klirou bölgesi ile Kalo Chorio köyü arasındaki alanda 55 milyon yıl önce volkanik lavların patlayarak magmanın dışarıya çıkması sonucu Lefkoşa’nın ilk kalıntıları oluştu. 55 milyon yıl evvel gerçekleşen bu jeolojik olayın kalıntıları bugün Maroullena Nehrinin bir kolunun geçtiği Klirou bölgesi ile Kalo Chorio köyü arasındaki alanda görülmeye değer bir manzara oluşturmaktadır.1 Kıbrıs’ın en önemli kenti olmayı her devirde başaran Lefkoşa’nın kent mazisi oldukça eskidir. Kıbrıs’ta antik çağda Mesarya ovasının ortasında Kanlıdere’nin (Pedias) düzlükte doğuya doğru yönelen kıvrımın içinde kurulan antik Lidra kentinin şimdiki surlar içinden Lefkoşa’nın güney yarısıyla onun güneydoğusundaki alanda kurulmuş olduğu tahmin edilmektedir. Bölge,  Pedias Deresi’nin beslediği bu toprakların yeraltı kaynakları bakımından zengin olması ve bölgenin suyunun bolluğu nedeniyle yerleşim için çekim merkezi olmuştur.
Kıbrıs’ta Bizans döneminin sonlarına doğu kıyı kesimlerinin güvenliğinin gittikçe zorlaşması nedeniyle Bizanslılar adanın idare merkezini Salamis kentinden ( Constantia) daha güvenli olan Lefkoşa’ya taşımışlardır. 12.yüzyılda Bizans’ın zayıflığından yararlanan Tarsus valisi ve Bizans İmparatoru Manuel Comnenos’un yeğeni olan Isaac Commenus adaya sahte belge ile gelerek egemenliğini ilan ettiği zaman da Lefkoşa başkent olarak kullanılmıştır. 7 yıl süren zorbalık döneminde Kıbrıs halkı zor günler yaşamıştı.  III. Haçlı Seferi’ne giden Aslan Yürekli Richard (I. Richard)  1191’de adayı sahte vali Commenus’tan alır. Kısa sürede İngilizlere de isyan eden Kıbrıs halkından sıkılan Richard adayı Templer Şövalyelerine 100 bin altın karşılığında satar. Bu dönem de Templer Şövalyeleri başkent olarak Lefkoşa’yı benimserler. Ne var ki Latinlerden hiç hoşnut olmayan halk, Templer Şövalyelerinin Richard’a borçlarını ödemek için ağır vergiler koyması üzerine Lefkoşa da 1192 Nisan’ında isyana kalkarlar. Sayıları 100’ü geçmeyen Templer Şövalyeleri Bizans’tan kalan kaleye sığınırlar. Şövalyeler canlarına dokunulmaması kaydıyla adayı terk edeceklerini söyleseler de Lefkoşa halkı buna inanmadığından bu teklifi reddeder. Bir sabah isyancı Lefkoşa halkına karşı ani bir saldırıya girişen Templerler önlerine çıkan büyük, küçük, kadın, erkek ayırmadan herkesi kılıçtan geçirirler. Lefkoşa şehrini kan gölüne döndüren şövalyelerin akıttığı kanlar o sıralarda Lefkoşa şehrinin içerisinden geçen Pedias Deresine dökülür. Derenin üzerindeki iki köprünün arası kanla dolar.2  
Bu olaydan sonra şövalyeler kırsal kesimlere dağılıp birçok yeri yağmalarlar. Halk korkup dağlara kaçar. Templer Şövalyeleri I. Richard’a adayı geri verip daha önce ödedikleri parayı almak isterler. Bu arada Richard Adayı yeniden satmak için Kudüs’te tahtını yeni kaybetmiş yeni bir müşteri bulur.  Kıbrıs, Kudüs Kralı tacını yitiren Fransız asıllı Guy de Lusignan’ın egemenliğine girer.  Kıbrıs adasının merkezi yine Lefkoşa olur. 1192- 1489 yılları arasında Kıbrıs’ta 400 yıla yakın hüküm sürecek olan Lusignanlar, Lefkoşa şehrinin çehresini değiştirmişlerdir. Lefkoşa halkı adanın tamamında feodal sistemi yerleştiren yeni hükümranların baskısını en ağır şekilde hissederken, Pedias Deresinin verimli kıldığı bu topraklara Latin krallar, görkemli katedraller, gösterişli saraylar, kiliseler, şapeller, ziyaretgâhlar, manastırlar ve konaklar yapmaya başlayacaktı. Bugün herkesin Lefkoşa’da Sarayönü diye bildiği alana yaptıkları saraydan adayı yöneten Lusignan kralları sayesinde önemini ve ihtişamını artıran kenti ziyaret eden dönemin rahip, seyyah ve vakanüvisleri inanması güç muazzam tasvirlerde bulunmuşlardır.  
 Ludolf von Suchen, 1336-1341 yılları arasında Lefkoşa’yı ziyaret eden Alman rahip şöyle diyor: “Kıbrıs’ta Nycossia derler bir başka büyük kent vardır. Burası adanın başkentidir ve dağların altında güzel ve açıklık bir ovada kurulmuş olup iklimi fevkalâdedir. Güzel ve sağlıklı havasından dolayı Kıbrıs Kralı ve krallığın tüm piskopos ve yardımcıları, prensler ve soylular, baronlar, şövalyeler genellikle burada oturup vakitlerini mızrak atmak, sportif oyunlara katılmak ve de özellikle avlanmakla geçirirler. Kıbrıs’ta başka yerlerde bulunmayan yaban koyunu (Muflon-HMG) vardır. Ne var ki yalnızca leoparlarla yakalanabilirler. Ve Kıbrıs’taki prensler, soylular, baron ve şövalyeler dünyanın en zengin kişileridir. Üç bin florin geliri olanların gözünde bu sadece üç marklık gelirmiş gibidir. Ne var ki gelirlerini hep avcılıkta harcarlar… Bir Japhe (Yafa-HMG) kontu (Hugues d’İbelin) tanıdım ki 500 taneden fazla tazısı ve her iki tazı için onlara baksın, temizlesin, kokular sürsün diye bir hizmetçisi vardır. Nycossia’da bunlardan başka çok zengin tüccarlar da vardır. Buna hiç de şaşmamalı, çünkü Kıbrıs Hıristiyan ülkelerinin (Doğuya doğru) en uç ülkesidir… Bu nedenle nereden gelir, ne tür yük getirirse tüm gemiler önce Kıbrıs’a uğramaya mecburdurlar, atlayıp geçemezler. Aynı şekilde her ülkeden gelen kutsal toprak ziyaretçileri deniz yoluyla gidiyorlarsa Kıbrıs’a uğramak zorundadırlar. Ve burada güneşin doğuşundan batışına kadar bütün gün söylentiler ve haberler duyulur. Ve gök kubbesinin altındaki her ulusa ait diller duyulur, okunur ve konuşulur: Tüm bu diller özel okullarda öğretilir.”3 Lusignan idareciler Lefkoşa şehrinin itibarının batıda artmasında büyük önem taşımaktadır. Yine Lusignan döneminde Lefkoşa’yı ziyaret eden İtalyan noter Nicolai Martoni, 1394 Kasım ayında yapmış olduğu ziyaretti şöyle anlatıyor:  “10 Aralık Perşembe günü, gün boyu yürüdüm ve güneşin batışına doğru Lefkoşa kentine vardım. Lefkoşa zannedersem Aversa’dan  (Aversa şehri Napoli civarında bulunan Terra Lavoro adı verilen büyük bir tarım ovasının içinde Aversa kırlığı adı verilen ovalık bir arazide konumlanmış bulunmaktadır. NP) daha büyüktür ve ortasında bir dere akar ve yağmur yağmadığında insan içindeki taşlara basa basa dereyi geçebilir. Yağmurlu havalarda dereden çok miktarda su akar ve bu yüzden dere üzerinde birkaç köprü bulunur ki bazısı taştan, bazısı da tahtadandır. Yağışlarda halk bunlardan geçer. Kentin bazı bölgeleri tenhadır ve buralarda güzel evler bulunmaz. Kıbrıs Kralı’nın oturduğu ev güzeldir. Napoli’deki yeni kalenin büyüklüğü kadar bir iç avlusu vardır. Avlunun çevresinde birçok güzel evler bulunur ki bunlar arasında bir de büyük salon vardır. Bu salonun ucunda, birçok zarif sütunu ve çeşitli cins süslemeleriyle çok güzel bir taht bulunur. Bana öyle gelir ki bu tahttan daha güzel pek az şey vardır. Salonun çevresinde, sütunlarla bir güzel süslenmiş bir nevi kemerli sündürme yer alır. Burada bana öyle bir cesaret gelmişti ki Kralın odasının girişine dek yürüdüm ve eğer kapısı açık olsaydı içeri girip onunla konuşacaktım. Bu binanın iç avlusunun ortasında, güzel suyu olan bir çeşme vardır ki birçok kentli buraya gelip su alırlar... Kıbrıs Kralı’nın özellikle av için kullandığı birçok çiftliği vardır. Kral’ın ayrıca 24 leoparı ve 300 tane de muhtelif cins şahini bulunur ki bunların bazılarını her gün ava götürür… Sözünü ettiğim Lefkoşa’da bir Başpiskopos vardır. Onun kilisesi Santa Sophia’ya adanmıştır. Bu zarif ve kubbeli büyük bir kilise olup koronun bulunduğu yerden yüksek mihraba ve oradan da kubbeye kadar, üzerinde altın rengi yıldızlar bulunan tatlı bir maviye boyanmıştır. Bu kilisenin geliri vaktiyle 25 bin Ducat idi. Ne var ki şimdilerde (1394 NP) Kıbrıs kralı burayı idaresine almış olup gelirinin de çoğuna el koymuştur. Bu Lefkoşa kentinde St. Francis, St. Dominic ve St. Augutine’e adanmış manastırlar ve ziyaret yerleri vardır ki her biri çok büyük ve güzel olup biri büyük, öteki de küçük ikişer iç bahçeleri bulunur ki buralarda portakal vesair meyveler yetişir. Kentin içinde meyve ağaçlığı olduğu gibi sebze, arpa, buğday ekili tarlalar da vardır. Gerçekten de St. Augustine Manastırı’nın (Ömerge Cami’nin yanındaydı NP) yanında ve kent surları içinde arpa, buğday ekili ve 30 modia’dan (6 dönümden fazla-HMG) büyük bir tarla gördüm. Aynı şekilde bir rahibeler kilisesi olan St. Theodor’un bahçelerinde lahana ve sair çeşitli meyveler gördüm. Bu bahçeler 20 modia büyüklüğündeydi. Bu kentte ekmek ve şarap boldur. Şaraplar genellikle tatlı cinstendir ve fıçı olmadığından büyük küplerde saklanır. Ekmek ve şarap bol olduğundan orada bir ay kadar kalmayı düşündüm…4 Latinlerden sonra adaya hâkim olan Venedikliler Lefkoşa için uğursuz bir dönemin başlangıcıydı. Bu dönemde adada peşi sıra meydana gelen depremler birçok yapının yıkılmasına neden olurken Lusignan dönemindeki gelir ve zenginlikte düşmüştür.  Venedikliler döneminde Lefkoşa’daki saray avlusunda olan fakat İngiliz döneminde sökülerek 50 metre ileriye dikilen Venedik sütunun üzerinde Kanatlı bir Venedik Aslanı’nın olduğu ve bugün Göçmenköy sınırlarında kalan taş köprünün de bu dönem yapıldığını biliyoruz.

Venedikliler döneminde 1518’de Lefkoşa’yı ziyaret eden Fransız ipek tüccarı Jacques le Saige ise böyle anlatmıştı Lefkoşa’yı:  “…St. Sophia dedikleri büyük bir kiliseye gittim. Burası çok güzel bir kilisedir. İyi yontulmuş kum taşından çok güzel bir çan kulesi ve 5 kemerli bir giriş sündürmesi vardır. Kilise boydan boya kubbelidir. Dualar bizde olduğu gibi hep Latince okunur. Birçok haç yolcusu duvarlara adlarını ve işaretlerini yazmışlar. Orada uzun süre dinlendikten sonra yakındaki küçük bir Rum kilisesine gittim. Bu kilise Meryem Ana’ya adanmıştı. Oraya gitmekten memnun kaldım, çünkü 70 yaşlarında bir papaz öylesine gür bir sesle ilahiler okuyordu ki hayrete değerdi…” Daha sonra Aziz Jhon Montfort’un mezarının bulunduğu St. Augustine Kilise’sine ve bitişiğindeki manastıra giden Le Saige senin üzerindeki anılarına şöyle devam eder: “Manastırın yanında, bir kuyudan sulanan büyük bir bahçe vardır. Bir at büyük bir dolabı çevirir ve bu dolaba takılı birçok toprak kap şaşılacak miktarda su çeker kuyudan. Bahçe de birçok ince borular döşenmiş olup su bunlarla dağıtılır. Çoğu nar olmak üzere birçok miktarda meyve ağacı vardı ve onların altlarındaki arazi kabaklar, karpuz, hıyar ve diğer güzel şeylerle doluydu. Bu kuyular olmasa Kıbrıs’ta bu meyve ve sebze çıkmazdı. Ve bu kadar kuyu bulunması da hayret vericidir.Venedikliler de başkent olarak Lefkoşa’yı seçmişlerdi. Eskiden Lusignan krallarının oturduğu yerde Venedikli valiler oturmaktaydı. Osmanlı’nın adayı almak için taarruz edeceğini anlayan Venedikliler, Lefkoşa’daki birçok yapıtı yıkıp surlar yapmaya başlarlar. Ayrıca bugün güney Lefkoşa’da kalan Mamari köyünün üstündeki tepeninde adeta içini oyarak sur duvarları için kayalar sökerler. Bugün oyulan tepe Venediklilerin surları yaparken kullandıkları kayaların bir delili olarak turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Venedikliler, Osmanlının olası saldırısına karşı 9 mili bulan Lefkoşa şehrini merkezi bugünkü Selimiye Camii (Santa Sophia Katedrali) olmak üzere 3 mil çapındaki dairevi surla çevirmişlerdi. Ayrıca bazı yanlış harita ve tablolarda Kanlı Dere surların içinden geçmektedir. Fakat Venedikliler 1563 yılında Pedias Deresinin de (Kanlıdere) yolunu değiştirip surların dışına almıştır. Osmanlı’nın Adayı almasıyla Pedias’ın beşiğinde birçok badire atlatan Lefkoşa artık Paşa Sancağı olarak anılacaktı…



DİPNOTLAR
2 Sir George Hill, A History of Cyprus, Volume: II,, Chambrige, 1972, Sayfa 36-37’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Kıbrıs Tarihinden Sayfalar, Galeri Kültür Yayınları, 4. Baskı, 2006, Lefkoşa, S:22
3 “Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:20-21’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:9
4 Excerpa Cypria, Sayfa:25-26’dan naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:10-11
5 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:58-59’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:16