Naim PINAR
KANLIDERE’NİN
BEŞİĞİNDE BİR ŞEHİR
LEFKOŞA
Yaklaşık 200 milyon yıl önce dünyamızın tek kıtası olan Pangea’nın parçalanmasıyla hareketlenen Afrika ve Avrasya levhaları birbirinden ayrılarak aralarında Tethis Denizi oluşmuştur. 65 milyon yıl önce Tethis Denizi, Afrika plakasının Avrasya’ya doğru hareket etmesiyle gitgide daralmış ve içerisinde Trodos Sıradağlarının ilk katmanları oluşmaya başlamıştır. 10 milyon yıl sonra yaklaşık olarak günümüzden 55 milyon yıl önce adamızın kuzey bölümündeki Mesaryanın olduğu yerde bir iç deniz ve Beş Parmak Sıra Dağları oluşmuştur. Böylelikle Kıbrıs’ın ilk jeolojik yapısı ortaya çıkıyordu. Günümüzde güney Lefkoşa’da kalan Maroullena- Akaki Nehrinin bir kolunun geçtiği Klirou bölgesi ile Kalo Chorio köyü arasındaki alanda 55 milyon yıl önce volkanik lavların patlayarak magmanın dışarıya çıkması sonucu Lefkoşa’nın ilk kalıntıları oluştu. 55 milyon yıl evvel gerçekleşen bu jeolojik olayın kalıntıları bugün Maroullena Nehrinin bir kolunun geçtiği Klirou bölgesi ile Kalo Chor
Kıbrıs’ta Bizans döneminin sonlarına doğu kıyı
kesimlerinin güvenliğinin gittikçe zorlaşması nedeniyle Bizanslılar adanın
idare merkezini Salamis kentinden ( Constantia) daha güvenli olan Lefkoşa’ya
taşımışlardır. 12.yüzyılda Bizans’ın zayıflığından yararlanan Tarsus valisi ve Bizans
İmparatoru Manuel Comnenos’un yeğeni olan Isaac Commenus adaya sahte belge ile
gelerek egemenliğini ilan ettiği zaman da Lefkoşa başkent olarak kullanılmıştır.
7 yıl süren zorbalık döneminde Kıbrıs halkı zor günler yaşamıştı. III. Haçlı Seferi’ne giden Aslan Yürekli
Richard (I. Richard) 1191’de adayı sahte
vali Commenus’tan alır. Kısa sürede İngilizlere de isyan eden Kıbrıs halkından
sıkılan Richard adayı Templer Şövalyelerine 100 bin altın karşılığında satar.
Bu dönem de Templer Şövalyeleri başkent olarak Lefkoşa’yı benimserler. Ne var
ki Latinlerden hiç hoşnut olmayan halk, Templer Şövalyelerinin Richard’a
borçlarını ödemek için ağır vergiler koyması üzerine Lefkoşa da 1192 Nisan’ında
isyana kalkarlar. Sayıları 100’ü geçmeyen Templer Şövalyeleri Bizans’tan kalan
kaleye sığınırlar. Şövalyeler canlarına dokunulmaması kaydıyla adayı terk
edeceklerini söyleseler de Lefkoşa halkı buna inanmadığından bu teklifi
reddeder. Bir sabah isyancı Lefkoşa halkına karşı ani bir saldırıya girişen
Templerler önlerine çıkan büyük, küçük, kadın, erkek ayırmadan herkesi kılıçtan
geçirirler. Lefkoşa şehrini kan gölüne döndüren şövalyelerin akıttığı kanlar o
sıralarda Lefkoşa şehrinin içerisinden geçen Pedias Deresine dökülür. Derenin
üzerindeki iki köprünün arası kanla dolar.2
Bu olaydan sonra şövalyeler kırsal
kesimlere dağılıp birçok yeri yağmalarlar. Halk korkup dağlara kaçar. Templer
Şövalyeleri I. Richard’a adayı geri verip daha önce ödedikleri parayı almak
isterler. Bu arada Richard Adayı yeniden satmak için Kudüs’te tahtını yeni
kaybetmiş yeni bir müşteri bulur.
Kıbrıs, Kudüs Kralı tacını yitiren Fransız asıllı Guy de Lusignan’ın
egemenliğine girer. Kıbrıs adasının
merkezi yine Lefkoşa olur. 1192- 1489 yılları arasında Kıbrıs’ta 400 yıla yakın
hüküm sürecek olan Lusignanlar, Lefkoşa şehrinin çehresini değiştirmişlerdir.
Lefkoşa halkı adanın tamamında feodal sistemi yerleştiren yeni hükümranların
baskısını en ağır şekilde hissederken, Pedias Deresinin verimli kıldığı bu
topraklara Latin krallar, görkemli katedraller, gösterişli saraylar, kiliseler,
şapeller, ziyaretgâhlar, manastırlar ve konaklar yapmaya başlayacaktı. Bugün
herkesin Lefkoşa’da Sarayönü diye bildiği alana yaptıkları saraydan adayı
yöneten Lusignan kralları sayesinde önemini ve ihtişamını artıran kenti ziyaret
eden dönemin rahip, seyyah ve vakanüvisleri inanması güç muazzam tasvirlerde
bulunmuşlardır.
Ludolf von
Suchen, 1336-1341 yılları arasında Lefkoşa’yı ziyaret eden Alman rahip şöyle
diyor: “Kıbrıs’ta Nycossia derler bir
başka büyük kent vardır. Burası adanın başkentidir ve dağların altında güzel ve
açıklık bir ovada kurulmuş olup iklimi fevkalâdedir. Güzel ve sağlıklı
havasından dolayı Kıbrıs Kralı ve krallığın tüm piskopos ve yardımcıları,
prensler ve soylular, baronlar, şövalyeler genellikle burada oturup vakitlerini
mızrak atmak, sportif oyunlara katılmak ve de özellikle avlanmakla geçirirler.
Kıbrıs’ta başka yerlerde bulunmayan yaban koyunu (Muflon-HMG) vardır. Ne var ki
yalnızca leoparlarla yakalanabilirler. Ve Kıbrıs’taki prensler, soylular, baron
ve şövalyeler dünyanın en zengin kişileridir. Üç bin florin geliri olanların
gözünde bu sadece üç marklık gelirmiş gibidir. Ne var ki gelirlerini hep
avcılıkta harcarlar… Bir Japhe (Yafa-HMG) kontu (Hugues d’İbelin) tanıdım ki
500 taneden fazla tazısı ve her iki tazı için onlara baksın, temizlesin, kokular
sürsün diye bir hizmetçisi vardır. Nycossia’da bunlardan başka çok zengin
tüccarlar da vardır. Buna hiç de şaşmamalı, çünkü Kıbrıs Hıristiyan ülkelerinin
(Doğuya doğru) en uç ülkesidir… Bu nedenle nereden gelir, ne tür yük getirirse
tüm gemiler önce Kıbrıs’a uğramaya mecburdurlar, atlayıp geçemezler. Aynı
şekilde her ülkeden gelen kutsal toprak ziyaretçileri deniz yoluyla
gidiyorlarsa Kıbrıs’a uğramak zorundadırlar. Ve burada güneşin doğuşundan
batışına kadar bütün gün söylentiler ve haberler duyulur. Ve gök kubbesinin
altındaki her ulusa ait diller duyulur, okunur ve konuşulur: Tüm bu diller özel
okullarda öğretilir.”3 Lusignan idareciler Lefkoşa şehrinin
itibarının batıda artmasında büyük önem taşımaktadır. Yine Lusignan döneminde
Lefkoşa’yı ziyaret eden İtalyan noter Nicolai Martoni, 1394 Kasım ayında yapmış
olduğu ziyaretti şöyle anlatıyor: “10 Aralık Perşembe günü, gün boyu yürüdüm
ve güneşin batışına doğru Lefkoşa kentine vardım. Lefkoşa zannedersem
Aversa’dan (Aversa şehri Napoli
civarında bulunan Terra Lavoro adı verilen büyük bir tarım ovasının içinde
Aversa kırlığı adı verilen ovalık bir arazide konumlanmış bulunmaktadır. NP) daha büyüktür ve ortasında bir dere akar ve
yağmur yağmadığında insan içindeki taşlara basa basa dereyi geçebilir. Yağmurlu
havalarda dereden çok miktarda su akar ve bu yüzden dere üzerinde birkaç köprü
bulunur ki bazısı taştan, bazısı da tahtadandır. Yağışlarda halk bunlardan
geçer. Kentin bazı bölgeleri tenhadır ve buralarda güzel evler bulunmaz. Kıbrıs
Kralı’nın oturduğu ev güzeldir. Napoli’deki yeni kalenin büyüklüğü kadar bir iç
avlusu vardır. Avlunun çevresinde birçok güzel evler bulunur ki bunlar arasında
bir de büyük salon vardır. Bu salonun ucunda, birçok zarif sütunu ve çeşitli
cins süslemeleriyle çok güzel bir taht bulunur. Bana öyle gelir ki bu tahttan
daha güzel pek az şey vardır. Salonun çevresinde, sütunlarla bir güzel
süslenmiş bir nevi kemerli sündürme yer alır. Burada bana öyle bir cesaret
gelmişti ki Kralın odasının girişine dek yürüdüm ve eğer kapısı açık olsaydı
içeri girip onunla konuşacaktım. Bu binanın iç avlusunun ortasında, güzel suyu
olan bir çeşme vardır ki birçok kentli buraya gelip su alırlar... Kıbrıs
Kralı’nın özellikle av için kullandığı birçok çiftliği vardır. Kral’ın ayrıca
24 leoparı ve 300 tane de muhtelif cins şahini bulunur ki bunların bazılarını
her gün ava götürür… Sözünü ettiğim Lefkoşa’da bir Başpiskopos vardır. Onun
kilisesi Santa Sophia’ya adanmıştır. Bu zarif ve kubbeli büyük bir kilise olup
koronun bulunduğu yerden yüksek mihraba ve oradan da kubbeye kadar, üzerinde
altın rengi yıldızlar bulunan tatlı bir maviye boyanmıştır. Bu kilisenin geliri
vaktiyle 25 bin Ducat idi. Ne var ki şimdilerde (1394 NP) Kıbrıs kralı burayı
idaresine almış olup gelirinin de çoğuna el koymuştur. Bu Lefkoşa kentinde St.
Francis, St. Dominic ve St. Augutine’e adanmış manastırlar ve ziyaret yerleri
vardır ki her biri çok büyük ve güzel olup biri büyük, öteki de küçük ikişer iç
bahçeleri bulunur ki buralarda portakal vesair meyveler yetişir. Kentin içinde
meyve ağaçlığı olduğu gibi sebze, arpa, buğday ekili tarlalar da vardır. Gerçekten
de St. Augustine Manastırı’nın (Ömerge Cami’nin yanındaydı NP) yanında ve kent
surları içinde arpa, buğday ekili ve 30 modia’dan (6 dönümden fazla-HMG) büyük
bir tarla gördüm. Aynı şekilde bir rahibeler kilisesi olan St. Theodor’un
bahçelerinde lahana ve sair çeşitli meyveler gördüm. Bu bahçeler 20 modia
büyüklüğündeydi. Bu kentte ekmek ve şarap boldur. Şaraplar genellikle tatlı
cinstendir ve fıçı olmadığından büyük küplerde saklanır. Ekmek ve şarap bol
olduğundan orada bir ay kadar kalmayı düşündüm…4
Latinlerden sonra adaya hâkim olan Venedikliler
Lefkoşa için uğursuz bir dönemin başlangıcıydı. Bu dönemde adada peşi sıra meydana
gelen depremler birçok yapının yıkılmasına neden olurken Lusignan dönemindeki
gelir ve zenginlikte düşmüştür. Venedikliler
döneminde Lefkoşa’daki saray avlusunda olan fakat İngiliz döneminde sökülerek
50 metre ileriye dikilen Venedik sütunun üzerinde Kanatlı bir Venedik
Aslanı’nın olduğu ve bugün Göçmenköy sınırlarında kalan taş köprünün de bu
dönem yapıldığını biliyoruz.
Venedikliler döneminde 1518’de Lefkoşa’yı ziyaret
eden Fransız ipek tüccarı Jacques le Saige ise böyle anlatmıştı Lefkoşa’yı: “…St.
Sophia dedikleri büyük bir kiliseye gittim. Burası çok güzel bir kilisedir. İyi
yontulmuş kum taşından çok güzel bir çan kulesi ve 5 kemerli bir giriş
sündürmesi vardır. Kilise boydan boya kubbelidir. Dualar bizde olduğu gibi hep
Latince okunur. Birçok haç yolcusu duvarlara adlarını ve işaretlerini
yazmışlar. Orada uzun süre dinlendikten sonra yakındaki küçük bir Rum
kilisesine gittim. Bu kilise Meryem Ana’ya adanmıştı. Oraya gitmekten memnun
kaldım, çünkü 70 yaşlarında bir papaz öylesine gür bir sesle ilahiler okuyordu
ki hayrete değerdi…” Daha sonra Aziz Jhon Montfort’un mezarının bulunduğu St.
Augustine Kilise’sine ve bitişiğindeki manastıra giden Le Saige senin
üzerindeki anılarına şöyle devam eder: “Manastırın yanında, bir kuyudan sulanan
büyük bir bahçe vardır. Bir at büyük bir dolabı çevirir ve bu dolaba takılı
birçok toprak kap şaşılacak miktarda su çeker kuyudan. Bahçe de birçok ince
borular döşenmiş olup su bunlarla dağıtılır. Çoğu nar olmak üzere birçok
miktarda meyve ağacı vardı ve onların altlarındaki arazi kabaklar, karpuz,
hıyar ve diğer güzel şeylerle doluydu. Bu kuyular olmasa Kıbrıs’ta bu meyve ve
sebze çıkmazdı. Ve bu kadar kuyu bulunması da hayret vericidir.5 Venedikliler
de başkent olarak Lefkoşa’yı seçmişlerdi. Eskiden Lusignan krallarının oturduğu
yerde Venedikli valiler oturmaktaydı. Osmanlı’nın adayı almak için taarruz
edeceğini anlayan Venedikliler, Lefkoşa’daki birçok yapıtı yıkıp surlar yapmaya
başlarlar. Ayrıca bugün güney Lefkoşa’da kalan Mamari köyünün üstündeki
tepeninde adeta içini oyarak sur duvarları için kayalar sökerler. Bugün oyulan
tepe Venediklilerin surları yaparken kullandıkları kayaların bir delili olarak
turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Venedikliler, Osmanlının olası
saldırısına karşı 9 mili bulan Lefkoşa şehrini merkezi bugünkü Selimiye Camii
(Santa Sophia Katedrali) olmak üzere 3 mil çapındaki dairevi surla
çevirmişlerdi. Ayrıca bazı yanlış harita ve tablolarda Kanlı Dere surların
içinden geçmektedir. Fakat Venedikliler 1563 yılında Pedias Deresinin de
(Kanlıdere) yolunu değiştirip surların dışına almıştır. Osmanlı’nın Adayı
almasıyla Pedias’ın beşiğinde birçok badire atlatan Lefkoşa artık Paşa Sancağı
olarak anılacaktı…
DİPNOTLAR
2
Sir George Hill, A History of Cyprus, Volume: II,,
Chambrige, 1972, Sayfa 36-37’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Kıbrıs
Tarihinden Sayfalar, Galeri Kültür Yayınları, 4. Baskı, 2006, Lefkoşa, S:22
3
“Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated
by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:20-21’den naklen Gürkan, Haşmet
Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:9
4
Excerpa Cypria, Sayfa:25-26’dan naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü
Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:10-11
5
Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus,
Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:58-59’den
naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür
Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:16
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder