14 Mayıs 2020 Perşembe


KIRILMA NOKTASI 5 TEMMUZ 1970 SEÇİMLERİ

ŞEMSİYELİ SEÇİM ORTAMI...
5 Temmuz 1970 tarihi, Kıbrıslı Türklerin siyasal hayatında önemli bir kırılma noktasıdır. 1963 sonrası, Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki yönetim organları; Cemaat Meclisi ve Temsilciler Meclisi için, 5 Temmuz 1970 tarihinde seçime gitme kararı alır. Kıbrıs Türk Liderliğinin 15 Şubat 1969’da oluşturduğu “Geçici Türk Yönetimi”, Türkiye’nin de telkiniyle, 13 Mayıs 1970 tarihli toplantısında kendisini feshederek, Kıbrıslı Rumlarla aynı tarihte seçime gitme kararı alır. 5 Temmuz Seçimleri öncesi “Yönetim Meclisi”nin aldığı bir başka kararla da; Cemaat Meclisi’nin 30 olan üye sayısı 15’e düşürülür. Bu nedenle, yeni yapılacak seçimlerde Temsilciler Meclisi üyeleri ile birlikte 45 olan sayı 30’a indirilmiş olur. “Yönetim” bu kararları alırken toplumdan muhalif sesler giderek yükselmeye devam ediyordu. Zira uzun süreden beri toplum ciddi sıkıntılarla baş başa bırakılmıştı. Toplum içerisinde en çok sıkıntıyı göçmenler ve esnaf çekmekteydi. Eokacıların saldırıları sonucu köylerini terk etmek zorunda kalan göçmenler perişan durumdaydı. Bu sıkıntılı ortamda göçmenler zaman zaman evlerine geri dönmek istemekteydi. Yönetim ise bu dönemde hamasi nutuklar sallamak dışında toplumsal sıkıntılara çare üretememektedir. Öte yandan “seçimsiz mebuslar” olarak koltukları işgal edenler ile halk arasında muazzam bir ekonomik fark gözlemlenmekteydi. Bu zorlu dönemde halk sefalet çekmekte, atanmışların birçoğu ise sefahat sürmekteydi.



Kıbrıslı Türklerin diğer sorunlarına gelince; Köylüler kuraklık nedeniyle sıkıntı yaşamakta, memurlar maaşlarını geç almakta, bazen de alamamakta, öğretmenler ise çeşitli baskılarla boğuşmaktaydı. Buna rağmen Kıbrıslı Türkler yaşamlarını sürdürmek için umutla beklemekteydi. Kıbrıslı Türk Liderliği, toplumdan yükselen bu hezeyana, mevcut şartlardan dolayı bir nevi kulak tıkamaktaydı.

“Liderlik”, kendilerini eleştiren kesimlere karşı vatan hainliği yaftasını yapıştırmakta, bağımsız basına ateş püskürmekte, özellikle basında yazan öğretmenleri ise tehdit etmektedir. Ayrıca Liderlik, Türkiye’de okuyan ve her fırsatta cephelerde nöbete koşan Yüksek Öğrenim gençliğine tabiri caizse kin gütmekteydi. O zamanlar Türkiye’de okuyan Yüksek Öğrenim gençliği Kıbrıslı Türklerin yaşadığı sıkıntıları görmekte ve Liderliğe ciddi eleştiriler yapmaktaydı. Türkiye’nin girişimleriyle, seçimlerin 5 Temmuz’da Kıbrıslı Rumlarla birlikte aynı tarihte yapılacağının kesinleşmesiyle, Liderlik, önce ayak sürümekte daha sonra ise seçimlerin  “Milli Formasyonla” tek liste adı altında yapılmasını gündeme taşıyordu.   

Bu bağlamda“Liderimiz” Dr. Küçük, Milli bir programın oluşturulması ve halka duyurulması görevini 1968 tarihinden beri ikili görüşmeleri yürüten Rauf R. Denktaş’a verir. Toplumdan yükselen muhalefet yağmuruna karşı Liderliğin aldığı tedbir, seçimlerin “Milli Formasyon” altında yapılmasıdır. Bu da seçimlerin “Şemsiye Seçimleri” adını almasını sağlar. Burada amaç; partileşme ve gruplaşma olmadan, her adayın kabul ettiği “Milli Program” adı altında aday olunmasını sağlamaktır. Bu sayede, eski defterler açılmayacak, mevcut mebuslar ve Liderlik eleştiri oklarından kurtulacak ve seçimlerde hareket alanları kolaylaşacaktı. Kısaca, toplumun ana sorunları hasır altı edilecekti. Sanırım Liderlik bundan dolayı, toplumdan gelen her türlü eleştiri yağmurundan korunmak üzere en uygun nesne olarak “Şemsiye”yi uygun görmüştü. Siyasi deneyimlerimize bakılınca, bugün seçim dendi mi halen akla, neden “listeciler”, “gombinacılar”ın geldiği daha net anlaşılıyor. Maalesef bu liyakattan uzak yapının üstatları halen başarılı politikacı olarak adlandırılmaktadır.


CUMHURİYETÇİ PARTİ’NİN “FABRİKA AYARLARI”...
5 Temmuz 1970 Seçimlerine giderken, 1968 yılından itibaren “Yönetime” muhalif olan bir grup milliyetçi ve aydının yeni bir siyasi parti (CTP NP) kurmak üzere çalışmalara başladığını görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin telkinleri ile harekete geçen ve halktan yükselen seslere kulak veren bu aydınların başını Ahmet Mithat Berberoğlu çekmekteydi. Bu yeni partinin kurulmasında kafa yoranların başında Savaş Gazetesi’nin sahibi ve başyazarı milli şairimiz Özker Yaşın’de vardı. Özker Yaşın, 28 Ekim 1968 tarihinde yayın hayatına başlayan Savaş Gazetesi’nde devamlı suretle “Yönetimi” ve atama yoluyla mebus olanları eleştirmekte, halkın sorunlarını ustalıkla kaleme almaktaydı. Yaşın, yazdığı yazılarda başta “ Muhterem Liderimiz” Dr. Küçük’ü eleştirmekte ve topluma hiçbir hayrı dokunmayan mebusları yerden yere vurmaktadır. “Şemsiyeli Seçimler” yaklaşırken, Savaş Gazetesi’nin 22 Mayıs 1970 Cuma günkü yayınında ilk sayfadan “5 Temmuzdaki Seçimler -ŞEMSİYELİ YAPILACAK- Halk Sandık Başına Gidecek” manşetiyle yayınlanan haber şöyleydi: “ Yıllardır erteleye erteleye görev sürelerini bugüne kadar uzatabilen yasama organı üyeleri, sonunda aldıkları meclisi fesh kararı ile toplumumuzda da seçimlerin 5 Temmuz Pazar günü yapılmasını sağlamıştır. Aslında bu karar, seçimlerimizi Rum toplumunun seçim davranışlarına bağlayan toplumumuz için kaçınılmazdı. Bilindiği gibi Rum yönetimi ilgilileri seçimle ilgili kararlarını daha önceden almışlardı.”  Yazının altında devamla “Seçimle İlgili Dalgalanmalar” alt başlığı altında: “Toplumumuzda seçimlerin bir an önce yapılmasını isteyenler çoğunluktaydı. Toplumun bu eğilimi seçimle ilgili bazı gruplaşmaların oluşmasına da sebep olmuştu. Bu gruplaşmalar özellikle Yürütme kurulunun bazı kararlarına karşı olanlarca köye kadar inmesini sağlayabilmiştir. Karşı olanların yanında Yürütme Kurulu üyeleri arasında da gruplaşmalar olmuş; bir kısım üyeler, seçim tarihini tam kestiremediklerinden, bir seçim gezisine de çıkmışlardır. Bu gezileri, kaza merkezlerinde köy muhtarları ile yenen yemeklerin izlediği hatırlardadır. Yürütme kurulunun üyelerinin bir kısmı, karşı olan grupların birleşmesini önlemek için bazı kişilere “mavi boncuk”lar dağıtma yoluna gitmişlerdir. Bu “mavi boncuk”ların alımına kapılan bazı seçim düşkünleri ise grupları parçalamak çabasına girmişler; yakınlarına “Biz, yasama organlarına girmemizi garantiye alalım; seçim ne ki?” demeye başlamışlardır. 

Yazının devamında “ŞU CUMHURİYETÇİ PARTİ” başlığı altında ise kurulacak partinin fabrika ayarlarının nasıl şekillendiğine dair önemli ipuçlarına değinilmekteydi; “Karşı grupların, günlük basında adı “Cumhuriyetçi Parti” olarak anılan bir örgüt etrafında toplanmaları 1968 yılından beri süregelen çalışmalara dayanıyordu. Gerçek adı “Cumhuriyetçi Parti” olmasa da disiplinli bir örgüt altında seçim mücadelesine girmeyi ilke edinen gruplar; bu örgütün programını ve tüzüğünü hazırlayıp, partinin ilânı için ilgililere sundular (TC yetkililerine NP). (…) Seçimle ve Parti kuruluşuyla ilgili çalışmaların yoğunlaştığı bir devrede 15 Mayıs Cuma günü Anavatan Dışişleri Bakanlığı Kıbrıs ve Yunanistan Masası Müdürü Sayın Adnan Bulak, Muavini ve bir memuru Kıbrıs’a geldiler. Günlük basında (özellikle Bozkurt ve Halkın Sesi Gazetesi kastediliyor NP) bu ziyaret, “Rutin bir ziyaret” olarak nitelendirildiyse de seçimlerle ilgili olduğu; hiç değilse Sayın Adnan Bulak’ın bu konu ile yakından ilgileneceği açıktı. Nitekim de öyle oldu. Sn. Adnan Bulak’ın temaslarından anlaşıldığına göre Anavatanın seçimle ilgili bazı endişeleri ve tavsiyeleri vardı. Anavatan demokratik düzenin gereği olan partilerin kurulmasına karşı değildi. Ancak bunun seçimden sonraki ortam içinde düşünülmesi daha uygun görülüyordu. Seçimler yapılmalı, fakat topluma yeni kırgınlıklar getirmemeliydi. Bunun için seçimlere tek programla ve tek listeyle gitmek en iyiydi. Buna “bir şemsiye altında seçim” deniyordu. Programın hazırlanması ve ilanı konusu uzun tartışmalara yol açtı. Sonunda programın ilgili kuruluşlar adına Sn. Rauf Denktaş tarafından açıklanması kabullenildi. Adaylar bu açıklanacak şemsiye altında ve tek listede toplanacaktır. Toplum bu şemsiyenin altında toplanacakların bir kısmını oylarıyla açığa çıkarabilecekti.” Savaş Gazetesinin bu haberinin sonunda sonuç diyerek yapmış olduğu değerlendirmede ise bu varılan mutabakatla seçimlerin “Şemsiyeli” olacağını okuyucularına duyurmaktaydı. Fakat gazetenin değerlendirmesinde ince bir detay dikkat çekiciydi: “Şimdilik “Şemsiyeli Seçim”de anlaşmaya varıldığı görülmekteyse de Sn. Adnan Bulak’ın görüşmelerinde varılan kararların ihlali halinde yeni bir takım gelişmeler beklenebilir. Sn. Adnan Bulak’la Kıbrıs’a gelen Kıbrıs ve Yunanistan Masası Müdür yardımcısı ve arkadaşının burada kalması bu nedenle olduğu kuvvetle muhtemeldir.”1


CUMHURİYETÇİ PARTİ LİSTESİNİN BAŞ KÖŞESİ DENKTAŞ’IN...
6 Mayıs 1970 Bozkurt Gazetesi’nin manşet haberinden duyurduğu muştulu habere göre Cumhuriyetçi Parti kurulma aşamasında programını tamamlamış, lakin Türk Hükümetinden aldığı talimatla partileşme sürecini seçimlerden sonraya ötelemişti.  Cumhuriyetçi Parti, Rauf Denktaş’a karşı olmadıklarını ve Sayın Denktaş’ı seçim listelerinin başına koyabileceklerini açıklıyordu. Cumhuriyetçi Parti fabrika ayarları gereği Denktaş Bey’i  partilerüstü bir lider olarak görmekteydi. Ahmet Tolgay’ın Bozkurt Gazetesinde yazdığı haberinin “Adayları Meçhul Seçim” başlığı altında şöyle denmekteydi:

Seçim hazırlıklarının yoğunlaştığı bu günlerde, Türk seçmenler oylarını kimlere vereceklerini hala bilmemektedirler. Toplumumuz, adayları meçhul bir seçim hazırlığı içindedir. Tüzüğü ve parti programını hazırlamış bulunan CUMHURİYETÇİ PARTİ  de hala resmi kuruluşunu halka ilan etmemiştir. Buna rağmen partinin kurucularının yoğun bir hazırlık içinde bulundukları dikkat çekmektedir. Güvenilir kaynaklardan temin ettiğimiz bilgiye göre, partinin programı Türk Hükümetine Büyükelçilik kanadı ile iletilmiş bulunmaktadır. 10 daktilo sayfası tutan parti programının metni bilinmemektedir. Seçimlerde Türk Hükümeti'nin hakemliğine güvendiklerini tekrarlayan parti yetkilileri , Rauf Denktaş’ı partilerüstü bir lider olarak kabul ettiklerini belirterek bu konuda şöyle demektedirler:  “Biz seçimlerde Rauf Denktaş’a karşı çıkacak değiliz. Sayın Denktaş’ı seçim listemizin başına alabiliriz. Kendisi ile hiçbir ihtilafımız yoktur. O bizim için partilerüstü bir liderdir”2
Şemsiyeli Seçimler boyunca Rauf Denktaş ismi aday tarafından  kullanılmış, köy köy gezilerek yemekler yenmiş, özellikle Ulusal Dayanışma Ekibi ismini alan grup tarafından bolca istismar edilmiştir. Bozkurt Gazetsi son güne kadar Rauf Denktaş’ı seçimlerde gözetlemek için aleni şekilde propaganda yapmıştır. Bu zamanın ruhuna aykırı gelmiyor ve adeta bir pozitif ayrımcılıkla Denktaş Bey destekleniyordu. Bozkurt Gazetesi ön sayfasından Temsilciler Meclisi ve Cemaat Meclisi oy pusulalarının tanıtımının yapıldığı 5 Temmuz 1970 günü pusulaların nasıl kullanılacağını şu cümlelerle açıklıyordu:

“Oy Pusulalarımız: Yukarıda, bugün Lefkoşa Seçim Bölgesi’nde kullanılacak olan Temsilciler Meclisi ve Cemaat meclisi oy pusulalarının birer örneği görülmektedir. Oy pusulalarının sol tarafı kırmızı olup, Lefkoşa Ulusal Dayanışma Ekibi’ne ayrılmıştır. Ekibin tüm mensuplarını onaylayanlar alt taraftaki karenin içine (x) işareti koymak suretiyle tüm ekip mensuplarına oy vermiş olurlar. Ekip mensuplarından benimsenenlere tek tek oy verilebilir. Sağ taraftaki beyaz kısımda ise bağımsız adayların isimleri bulunmaktadır. Türk Cemaat Meclisi oy pusulasının dördüncü sırası Rauf Denktaş’a aittir. Her seçmen oy pusulalarında 5’er ismin karşısına (x) işaret koynak yetkisine sahiptir. Asgarisi olur, azamisi olmaz. 5 isimden fazlasına oy verenlerin pusulası geçersiz sayılacaktır” Buradan da görüleceği gibi Rauf Denktaş ismine açık bir işaret vardı.

İLK İSİM DENKTAŞ...
Seçimlerin yapılacağı gün 5 Temmuz 1970 tarihli Bozkurt Gazetesi’ndeki “İlk İsim Denktaş” başlıklı telkinli yazıda, Rauf Denktaş isminin diğer adaylardan nasıl ayrıştırıldığını görmek mümkün oluyordu. Bu gün olsa yazı seçim yasaklarına takılırdı tabi lakin o günler için herkesin fabrika ayarları aynıydı sanırım. Denktaş için pozitif ayrımcılıkla yazılan destek yazısı şöyleydi: “Yıllardan beri ilk defa olarak bugün yapılmakta olan genel seçimlerimiz, Türk toplumu için çeşitli açılarda önem taşımaktadır. Günlerdir, bu seçimlerin Türk Toplumu için taşıdığı önem ve özelliklerin sözü edilmektedir. “Bismillah” diyerek sandık başına gitmeden önce, burada önemli bir hususa daha değinmek isteriz. Lefkoşa seçmenlerinin sandık başında yapmaları gereken ilk iş, Türk Cemaat Meclisi oy pusulasının beyaz bölümünde 4 numaralı sıraya (x) işareti koymak olmalıdır. Şükran ve yurttaşlık borcumuzdu damgasını bekleyen bu sıra, adaylar ve ekiplerüstü lider, Sayın Rauf Denktaş’a ayrılmıştır. Bağımsızlar listesinin 4 numaralı sırasına koyacağımız çarpı işareti, bir bakıma halkımızın Sayın Denktaş’a güvenoyu olacaktır. Sayın Denktaş, şüphesiz ki seçim listesinin en garanti adayıdır. Ne var ki, seçim propagandası boyunca seçmen kafasında yaratılan bulanıklık, çoğu seçmenin sandık başına yanlış bir anlama ile gitmesi ihtimalini doğurmaktadır. Gerekli seçim eğitiminden yoksun olan seçmenin yanlış bir değerlendirme ile yapacağı seçim işlemi, Sayın Denktaş’a oy kaybettirebilir. Halen Türk Toplumunu toplumlararası görüşmelerde temsil etmekte olan Rauf Denktaş, müzakere masasındaki gücünü sürdürebilmesi için, seçimlerden halkın ezici oy çoğunluğu ile çıkmalıdır. Bugünkü seçimlere bir güven oylaması gözü ile bakmamızın nedeni budur. Seçim propagandası sırasında ismi birçok adaylar tarafından istismar edilmiş olan Rauf Denktaş, demokrat kişiliğini alkışlanacak bir tarafsızlıkla ortaya koymuştur. Halkın iradesi, Sayın Denktaş’a güvenini ezici bir oy çoğunluğu ile perçinlemelidir. Denktaş’a güvenimizi, ancak şu şekilde perçinleyebiliriz. TCM oy pusulalarının beyaz bölümünde dört numaralı sırayı işaretlemek. Bu sıra Sayın Denktaş’a tahsis edilmiştir”3

SEÇİM TELAŞ KEBABI GÜNLERİNDEN DÖNER GELENEĞİMİZE...
5 Temmuz 1970 seçimleri içerisinde çok ciddi listecilik ve gombinaların döndüğü bilinmektedir. Özellikle Ulusal Dayanışma Ekibi altında toplanan adayların seçimden bir gün önceki gece Saray Otel’in Roof’unda SEÇİM TELAŞ KEBABI adı altında düzenledikleri özel menü dikkat çekicidir. Halen her seçim seçmenleri, partilileri yedirme geleneğimiz devam etmekle birlikte zamanla bu Seçim Telaş Kebabı et veya tavuk döner menüsüne dönüşmüştür. O günkü adı seçim telaşı idi bugünkü adı ise döner partisi.  Değişen sadece isim olmuş.  Telaş gene aynı telaş...

ŞEMSİYELİ  SONUÇLARI...
5 Temmuz 1970 Seçimlerinde kesinleşen seçmen sayısını ilk kez Genel Seçim Memuru görevine getirilen Vedat Çelik 30 Haziran günü düzenlediği basın toplantısıyla 63,500 olarak açıklamıştı. Ada çapında 146 seçim merkezinin belirlendiği 5 Temmuz seçimlerinde, seçim bölgelere göre seçmen sayısı dağılımı ise şöyleydi: Lefkoşa 25,000, Mağusa 10,000,  Lârnaka 8,000,  Limasol 9,500,  Baf 8,500 ve Girne’de ise 2,500 seçmen. Kıbrıs Türk Halkının 5 Temmuz 1970 seçimlerine iştirak oranı % 80 civarında olmuştu. 7 Temmuz 1970 tarihinde seçimde başarılı olarak seçilen yeni üyeler ve aldıkları oy oranları ise şöyleydi:














































































5 TEMMUZ 1970 TÜRK CEMAAT MECLİSİ SEÇİM SONUÇLARI VE ADAYLARIN ALDIKLARI OYLAR
ADAYIN İSMİ                                 SEÇİM BÖLGESİ                      ADAYIN ALDIĞI OY
Rauf DENKTAŞ                                       Lefkoşa                                          10,818
Nejat KONUK                                          Lefkoşa                                          6,615
Nevzat UZUNOĞLU                               Lefkoşa                                           4,818
Özker YAŞIN                                           Lefkoşa                                           4,369
Ali SÜHA                                                 Lefkoşa                                           4,363
H.M GÜLTEKİN                                      Mağusa                                           2,968
Fuat VEZİROĞLU                                   Mağusa                                           2,872
Hüseyin SARI                                           Mağusa                                           2,622
Talat YURDAKUL                                   Larnaka                                           1,410
İsmail BOZKURT                                     Larnaka                                           1,208
Dt. Ayhan HALİT                                     Leymosun                                        2,548
Çağatay ALİ                                              Leymosun                                       2,488
Behiç KALKAN                                        Baf                                                  2,246
Ahmet AZİZ                                              Ba                                                    1,893
Halil FİRET                                               Girne                                                  438



TEMSİLCİLER MECLİSİ SEÇİM SONUÇLARI VE ADAYLARIN ALDIKLARI OYLAR
ADAYIN İSMİ                                 SEÇİM BÖLGESİ                      ADAYIN ALDIĞI OY
Dr. Necdet ÜNEL                                     Lefkoşa                                           5,783
Mehmet KÜÇÜK                                     Lefkoşa                                            5,291
Erol KAZIM                                             Lefkoşa                                            5,190
Kemal DENİZ                                          Lefkoşa                                            5,158
Ümit SÜLEYMAN                                  Lefkoşa                                            4,651
İsmet KOTAK                                          Mağusa                                            3,932
Dr. Hasan GÜVENER                             Mağusa                                             3,910
Dr. Burhan NALBANTOĞLU                Mağusa                                             3,467
Dr. Haluk AVNİ                                       Larnaka                                             3,493
Mustafa GÜRYEL                                   Larnaka                                             2,390
Ziya RIZKI                                              Leymosun                                         3,127
Ekrem AVCIOĞLU                                 Leymosun                                         2,519
Dr. Şemsi KAZIM                                    Baf                                                   2,206
Sobutay Ali RATİP                                   Baf                                                   2,176
Mustafa Hacı AHMET                             Girne                                                1,150


Cumhuriyetçi Parti’nin kurucularının öncülüğünde parti kurulmadan ortaya konan fabrika ayarlarının da katkısıyla Denktaş Bey ciddi bir oy alarak seçimlerden başarıyla çıkar. Rauf Denktaş halktan aldığı güçlü destekle de ilk kamusal paylaşımını “CEMAATİMİZE HİZMET EN BÜYÜK ZEVKİM OLACAK” başlığıyla 8 Temmuz 1970 tarihinde yine Bozkurt aracılığıyla duyurmuştu: “Seçimlerde oylarını bana vererek beni yeniden göreve davet etmiş olan seçmenlere, her sahada ve daima beni desteklemiş ve bana çalışmalarımda destek olmuş halkımıza candan teşekkürlerimi sunarım. Bana göstermiş olduğunuz güven beni bir o kadar daha sizler için canla başla, büyük bir şevk içerisinde çalışmaya itmiştir. Seçimlerden önce de söylediğim gibi, yılmadan yorulmadan daha iyi günlere ulaşmak parolasıyla cemaatime hizmet etmek en büyük zevkim olacaktır”4

Siyasi tarihimiz açısından önemli bir kırılma noktası olan 5 Temmuz 1970 seçimleri sonrası ilk siyasi partimiz olan Cumhuriyetçi Türk Partisi milliyetçi bir grup aydın ve demokrat iş insanımız tarafından kurulmuştu. CTP baskı dönemlerinde yaşanan birçok toplumsal soruna karşı ciddi muhalefet yaparak demokratikleşme sürecimize katkı sağlamıştır. Fabrika ayarları bugünkünden çok farklı olsa da o günün koşulları içerisinde anakronizme düşmeden gerçek fabrika ayarlarına bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Burada esas dikkat çekmek istediğim husus, siyasi tarihimize sinmiş olan gombinacılık ve dış destekle kendini tanımlayan siyasilerin yarattığı patolojik durumun halen devam ediyor olmasıdır. 


Dipnotlar
1 Girne Milli Arşiv, Savaş Gazetesi, 22 Mayıs 1970, Yıl: 2, Sayı:59, Sayfa: 1-4
2 Girne Milli Arşiv, Bozkurt Gazetesi, 6 Mayıs 1970, Yıl: 19, Sayı:6645, Sayfa: 1-4
3 Girne Milli Arşiv, Bozkurt Gazetesi, 5 Temmuz 1970, Yıl: 19, Sayı:6704, Sayfa: 1
4 Girne Milli Arşiv, Bozkurt Gazetesi, 8 Temmuz 1970, Yıl: 19, Sayı:6707, Sayfa: 1


14 Temmuz 2018 Cumartesi

Eski Türkiye’nin Siyasal Pratiğiyle “Yeni Türkiye”


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

Eski Türkiye’nin Siyasal Pratiğiyle “Yeni Türkiye”

Tarih bize ne verir?

Klasik anlamda tarih, geçmişte yaşamış insan yaşayışlarını, tüm faaliyetlerini yer ve zaman belirterek, sebep-sonuç ilişkisi kurarak, belge, bulgu ve çeşitli kaynaklar ışığında inceleyen bilim dalıdır. Fakat tarih aynı zamanda, karanlığı aydınlatan, bugünkü insan yaşayışları hakkında analiz yapmamıza imkanlar sunan ve yarını şekillendirmek için yolumuzu aydınlatan güçlü, sonsuz bir ışık süzmesidir de. Konumuz açısından tarih bize ne diyor? Bugün ortaya çıkan “Yeni Türkiye” söylemi aslında hiç yeni değildir. Bastırılmış bir geçmişin tezahürüdür. Esasında geçmişin semboleri yerine ortaya yeni semboller çıkaran, bir başlangıç gibi görünsede yapısı bakımında yeni değildir. Geçmişten gelen muhafazakar geleneğin örgütlü son halidir. Bugün ortaya çıkan yeni semboller, köprü, tank ve Rabia İşareti gibi islamik semboller yeni değildir. Fakat oluşturulan algıyla, yeni anma törenleriyle (15 Temmuz) bu sembolleri kalıcılaştırılma çabası vardır. Muhafazakar gelenek artık daha cesur, daha örgütlü ve güçlüdür. Kanaatimce, AKP’ye karşı muhalefet yapanların geçmişe dönük iyi bir muhakeme yapmaları gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yapılan yanlış, baskıcı adımların yanısıra, “militarist bir demokrasi anlayışının”, Mustafa Kemal’in ismi üzerinden yürütülen yanlış politikaların, nelere yol açtığını iyice etüt etmek gerekiyor. Mustafa Kemal’in Salih Bozok’a söylediği şu cümleler oldukça manidardır: “Çocuk, ne benim düşüncelerimi benimseyenler “Kemalist”, ne başardığımız devrimler “Kemalist Devrim”, ne de benim düşüncelerim “Kemalizm” altında doktirinleştirilebilir. Biz büyük bir şavaş kazandık. Savaş alanlarında kazandığımız zaferi, yaptığımız devrimlerle taçlandırdık. Daha da yapacağımız çok şey var. Ancak kazandığımızın ve yaptıklarımızın tümü Türk ulusuna aittir. Her şeyi onun zeka ve maharetine ve çalışkanlığına güvenerek yaptık. Doğrusu budur. Ben arkamada dondurulmuş, kalıplaştırılmış, değişmez dogmalar bırakmıyorum. Aksine yaptığımız ve yapacağımız devrimlerin tümü gelişmeye ve yenileşmeye açıktır. Açık da olmalıdır. Şayet yaptıklarımız için “Kemalist Devrim”, sizler için “Kemalist” denir, benim ulusumuzun yücelmesi ve yükselmesi için savunduğum düşüncelerim “Kemalizm” adı altında doktrin olarak sunulursa, ulus bundan çok zarar görür.” Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni dönemi denilen şey aslında baskıcı bir militarizm anlayışının dolaylı olarak örgütlediği, güçlendirdiği, ötekileştirdiği muhafazakar kesimin güçlenip iktidar olmasından öte değildir. AKP iktidarı geçmişin yarattığı demokrasi noksanlığını düzeltemez, özgür bir ortam yaratamaz ve aynı baskıcı yöntemlerle, özgürlükleri kısıtlama yolunda adımlar atmaya devam ederse 2023’e Türkiye Cumhuriyetinin başında başka bir iktidar olması kaçınılmazdır. Peki bugün ana muhalefeti CHP neden halen yanlış yapmaya devam ediyor. Türkiye seçmeninin tercihlerine karşı saygı duymak ve kendini revize etmek yerine neden yanlış üstüne yanlış yapıyor. Bu sorulara yanıt bulmak için kısa bir tarihsel yolculuk yapalım.

Çok Partili Yaşama giden yolda Uluslararası Etki
İkinci Dünya Savaşı’nin sona ermesiyle şekillenen iki kutuplu dünyanın bir sonucu olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki tek partili dönemin sürdürülemez olduğu ortaya çıkmıştır. Uluslar arası baskı ve batılı devletlerin anti demokratik buldukları bu yapının değişmesi için TC iç siyasetinde adım atılmalıydı. Diğer yandan oluşmaya başlayan iki kutuplu dünya düzeninde Türkiye tarafını seçmek zorundaydı. 19 Mart 1949 senesinde SSCB’nin daha önce Türkiye ile imzalamış olduğu “Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını (1925) yenilemeyeceğini duyurmasıyla bu süreç hız kazanmıştır. İlk önce Türkiye bu anlaşmanın yenilenmesi taraftarı olduğunu açıklamış daha sonra SSCB’nin Boğazların iki ülke tarafından savunulması talebiyle ve Türkiye’nin ret cevabıyla bu konu çıkmaza girmiştir. Öte yandan bazı Gürcistanlı aydınların Kars ve Ardahan’ın Gürcistan'a iadesi konusunu uluslararası platformlara taşıma gayretleri, Bulgaristan'ın sınır düzenlemesi talebi yanı sıra İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin Almanlara krom satması Stalin'in Türkiye Hükumetini eleştirdiği başlıca konulardı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda henüz batıyla bağları koparmayan SSCB, ilk yıllarda Türkiye’nin bir yalnızlık dönemi geçirmesini sağlamıştır. Daha sonraki yıllarda gerek batılı devletlerle gerekse ABD ile Türkiye’nin yakınlaştığını görüyoruz. 1946’da Missouri zırhlısının İstanbul’a gelmesi ABD-TC yakınlaşmasında ilk sembolik adım olarak görülmektedir. ABD başkanı Truman’ın adıyla anılan ve Truman Doktirni olarak tarihe geçen; Türkiye ve Yunanistan’ın komünizm (SSCB) tehdidine karşı korunmasını içeren 12 Mart 1947 açılımı ve Türkiye-ABD askeri yardım antlaşmasının imzalanmasıyla artık Türkiye yalnızlık politikasından batı yanlısı bir çizgiye resmen adım atmıştır. 1948’de Türkiye ile ABD’nin iktisadi yardım anlaşması imzalaması, ABD’nin o dönem Marshall Yardımı çerçevesinde Avrupa devletlerinin komünizme kaymaması için attığı en önemli adımlardan biriydi. Türkiye bu bağlamda tarafını seçmiş ve 1949 yılında da Avrupa Konseyi üyesi olmuştur.
Uluslar arası zeminin zorlamasıyla Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İsmet İnönü çok partili siyasal yaşama geçmek zorunda kalacaktı. Konjönktür gereği Avrupa’daki çoğulcu demokrasi geleneği Türkiye’de de olmalı düşüncesi ortaya çıkmıştır. Böylece komünizm tehdidine karşı batı Türkiye Cumhuriyetine destek olabilirdi. Avrupa’daki çoğulcu demokrasi anlayışında sosyalist partilerde yer almaktaydı. Fakat bu Türkiye için çok zor görünmekteydi. Hatta çok partili yaşama geçerken Türk Ceza Kanunu’nun 141. ve 142. Maddeleri komünizm propagandasına ağır cezalar getirmekteydi. Bu maddeler, 7,5 yıl ile 15 yıla varan ciddi caydırıcı hapis cezalarını içeriyordu. Anti-demokratik bu yaklaşım devlet eliyle uygulanmaktaydı. Bu yaklaşımlar, Türk demokrasinin yara almasına sebep olmuştur. Bu militarist, muhafazakar yapı Nazım Hikmet'in Rusya’ya kaçmasına sebep olmuş, birçok değerli aydından Türk demokrasisinin mahrum kalması gibi olumsuz birçok sonuç doğurmuştur.
Konumuza geri dönersek, ilk kez 19 Mayıs 1945 Gençlik ve Spor Bayram'ında çok partili yaşama geçişin sinyallerini veren Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, özetle halk idaresinin geliştirileceğini söylüyor ve bu konuda batılı devletlerle aynı olunacağını müjdeliyordu. Fakat işin iç yüzü tabi ki farklıydı.

İşin İç Yüzü...
İkinci Dünya Savaşı’nından sonra batıda yaşanan demokrasi rüzgarından etkilenen CHP içerisindeki bazı milletvekilleri tek parti ve tek adam sistemine karşı seslerini yükseltmeye başlamışlardı. CHP milletvekili olan Celal Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan’ın öncülüğünde, 7 Haziran 1945’de CHP grubunda tarihe “Dörtlü Takrir” olarak geçecek olan önergeyi sundular. Bu önergenin en önemli özelliği parti içinde özgür tartışma ortamının eksikliğine vurgu yapılması ve özgür tartışama ortamının yaratılması için çağrıda bulunulmasıdır. Bu önerge İsmet İnönü tarafından reddedilmiştir. Özgür tartışma ortamından çekinen CHP ve İsmet İnönü’nün esasen korktuğu başka bir konu daha vardı. Adnan Menderes gibi aileden toprak zengini olan kesimlerin kırsaldaki etkisi büyüktü. Kırsalda birçok insana geçim kapısı olan Adnan Menderes gibi toprak sahipleri çok partili sistemde bir anda CHP hegemonyasını sonlandırabilirdi. İşte bu düşüncelerle İsmet İnönü planını yaptı ve Atatürk’ün ölümünden önce mecliste birkaç kez gündeme getirdiği topraksız çiftçi kalmamalı düşüncesine sarıldı. Tabi bu yasanın esas amacı siyasi rakiplerin kırsaldaki güçlerinin zayıflatılmasıydı. “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” adı altında TBMM’ne sunulan yasa tasarısının 17. Maddesine göre; devlet gerek duyarsa, topraksız veya az toprak sahibi çiftçiyi topraklandırmak maksadıyla büyük toprak sahiplerinin topraklarını kamulaştırabilecekti. Aynı yasanın 21. Maddesi de, kamulaştırma gerektiği taktirde büyük toprak sahiplerinin elinde sadece 50 dönüm kalacak şekilde kapsamın genişletilmesine izin veriliyordu. Bu toprak sahibi milletvekillerini oldukça rahatsız etmekteydi. Bu kanun 11 Haziran 1945’de TBMM tarafından kabul edilir. Bu kanuna bağlı olarak 17. Madde asla hayata geçirilmemiş, sadece bir kısım hazine toprağı çiftçiye verilmiştir. Bu yasa bir baskı aracı olarak kullanılmıştır. Daha sonra bu yasanın geçmesinde emeği olan Tarım Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu bir daha bakan olamamıştır. Bu yasanın karşısında en güçlü muhalefeti yapanlardan biri olan Adana’nın büyük toprak sahiplerinden Cavit Oral 1948’de Tarım Bakanı olmuştur. CHP ve İsmet İnönü bu yasayla aslında kırsaldaki toprak ağalarını kontrol altına almak istemiştir.



İlk TBMM ve kutuplaşmalar...
İlk çok partili deneme, 17 Kasım 1924 de kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla başlar. Kurtuluş savaşından çıkan bir ulusun önderleri arasındaki farklı görüşlerin daha ilk mecliste ortaya çıktığını gözlemliyoruz. İlk mecliste, İttihat ve Terakkinin devamı olan devrimci, radikal, rasyonalist ve seçkinci bir zümrenin karşısında, Prens Sabahattin ve muhafazakarların devamı niteliğindeki muhafazakar eğilime sahip, millet egemenliği ilkesinin tam manasıyla uygulamak gayesini savunan ve Osmanlının tadili ile devamının da mümkün olabileceğini savunan başka bir grup oluşmuştu. Bu muhafazakar grup, Tek Adamın yetkilerini sınırlandırmaya yönelmiş, zümre seçkinciliğine karşı bir politik anlayış ortaya koymuştur. Muhafazakar grup, toplumsal, kamusal alan düzenlenmesi yanı sıra, yeni devlete dinin konumunun ve halifelik kurumunun akıbeti konusunda farklı düşüncelere sahipti. Devrimci grupla uzlaşmadığı konular bunlardı. Muhafazakar kanatın bir diğer iddiası TBMM’de tartışma ve görüşme fonksiyonlarının zayıflatılmasının sadece saltanatın şekil değiştirerek giderek bunun diktatörlüğe dönüşeceğine yönelik çekinceleridir. Mustafa Kemal’in öncülüğündeki devrimci grup, TBMM içerisinde muhafazakar grubun giderek güçlendiğini görünce 1923’de seçim kararı alır.
Kurtuluş Savaşının kazanılmasından hemen sonra başlayan iktidar paylaşım kavgasından ortaya çıkan Mustafa Kemal’in önderliğindeki grup, 11 Eylül 1923’de Cumhuriyet Halk Fırkası adı altında kurumsallaşmıştır. 17 Kasım 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adı altında toplanan muhalif grubun başını Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele çekmekteydi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası başkanlığına Kazım Karabekir getirilmiştir. Burada devlet gücünü elinde
bulunduranlar, 3 Haziran 1925 tarihli bakanlar kurulu kararıyla, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı İstiklal Mahkemesinin kanıt bulamamasına rağmen Şeyh Said isyanıyla ilişkilendirerek kapatma kararı almıştır. Türkiye’nin demokrasi yolculuğunun daha yolun başında yaralandığını söyleyebiliriz.

İktidar Güdümlü Muhalefet Kurulumu...
12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın bizzat Mustafa Kemal tarafından Ali Fethi Okyar’a kurdurulmasıyla 5 yıllık tek parti dönemi son bulur. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurdurulmasındaki esas amaç, iktidara oynayacak bir partiden daha çok iktidarın yanlışlıklarını gösterecek ve danışıklı bir muhalefet yapacak siyasi bir parti yaratmaktır. Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduğu andan itibaren halk kitleleri tarafından tam bir muhalefet partisi olarak görülmüş ve CHP muhaliflerinin toplandığı bir çatıya dönüşmüştür. Daha önce Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın anlayışına yakın muhalif kanadı destekleyen, liberal görüşlü idarecilerin toplandığı Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın yöneticilerinin CHP bünyesinden çıkmasına ve devletle bağlantılı kimselerden oluşmasına rağmen destek aldığı kesim, muhafazakar görüşlü ve CHP’nin yaptığı reformlardan hoşnut olmayan, CHP’nin politikalarından olumsuz etkilenen halk yığınlarıdır. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın giderek kontrollü muhalefetten çıkmasının ve beklenenin aksine güçlenmesinin sebebini Ahmet Ağaoğlu “Serbest Fırka Hatıraları” adlı kitabında şöyle özetlemiştir:
“Yoksulluk ve ağır bürokratik baskıdan bunalan insanların SCF'ye olan teveccühü 1930 yılının Ekim ayında yapılan belediye seçimlerinde meyve vermiştir. Bazı yörelerde SCF adaylarının seçimi kazanması CHP'lileri endişelendirmiştir. SCF'nin başarıları karşısında gerek mecliste gerek basında SCF'liler aleyhine eleştirilerin ve ithamların dozu artmaya başlamış, zaman zaman iftiralara kadar uzanmıştır. Tabiri caizse CHP'li bürokratlar, milletvekilleri ve gazeteciler belden aşağı vurma siyasetini tercih etmişler, siyasetin gerginleşmesine neden olmuşlardır. SCF'nin gelmiş olduğu nokta CHP'liler tarafından yalnızca kendi parti iktidarlarına yönelik bir tehdit olarak değil, doğrudan doğruya rejime yönelik bir tehlike olarak yorumlanmıştır. Bu algılama nedeniyle SCF ve taraftarları resmi ağızlarca "mürteci", "serseri", "saltanatçı", "rejim düşmanı", "vatan haini" gibi kavramlarla tanımlanmasına neden olmuştur.”1
Bugün halen bu söylemlerin CHP tarafından AKP için kullanmasının geçmişle bağlantısı iyi incelenmelidir. CHP’nin siyasal söylem yenilemedeki başarısızlığı ve kendi halkını iyi etüt edememiş olduğunu bu söylemlerin varlığını halen sürdürmesinden dahi görebiliriz. Tarihin bize verdiklerine geri dönersek, Serbest Cumhuriyet Fırkası kontrol altında olmasına rağmen 1930 Belediye seçimlerindeki başarısı CHP’yi korkutmuştur. Ayrıca teşkilatlanmasını bile tam manasıyla tamamlamadan halk yığınları tarafından bu kadar destek  bulan bir siyasi hareketin ileride CHP’ye sıkıntı yaratacağı anlaşılmıştır. Serbest Cumhuriyet Fırkası’da kısa süre içinde bizzat Mustafa Kemal’in talimatıyla “halkın demokratik olgunluğa” kavuşmadığı gerekçesi öne sürülerek kapatılmıştır. Başbakan İsmet İnönü’nün,1 Haziran 1936 günlü yayınladığı genelgeyle İçişleri Bakanı’nı parti genel sekreteri, illerin valilerini de parti il başkanı olarak tayin etmesiyle tekrardan devlet eliyle siyaset zemini ortadan kalkmış oluyordu.”2 Bu bağlamda CHP devlet partisi konumunu pekiştirmekteydi. Muhalefetin ortadan kaldırılmasıyla Türkiye’de ikinci tek partili dönem başlamış ve bu 15 yıl devam ettirilmiştir. Bazı araştırmacılar tarafından, 1939-1945 İkinci Dünya Savaşı’nın yaşanması bu duruma hafifletici konjenktür olarak gösterilmeye çalışılsa da bu tek partili rejimin varlığını, CHP’nin devlet hegemonyasını kullandığını ve demokrasiyi içselleştirememiş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ve gittikçe ölçüsünü kaçıran CHP’nin baskıcı devlet politikaları sonucunda halk yığınları yoksullukla baş başa kalmıştır. Öte yandan yoksullaşan halk arasında bir kurtarıcı beklentisi oluşmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle birlikte şekillenen yeni dünyanın sıkıştırması ve içteki sorunlara çözümü batı desteğinde arayan İnönü,1 Kasım 1945’te TBMM açılış töreninde yaptığı konuşmayla demokratikleşme için adım atmak zorunda kalındığını şöyle açıklıyordu: “Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar teşvik olunarak teşebbüsse girişmiştir. İlk defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olmaması bir talihsizliktir. Fakat memleketlerin ihtiyaçları sevkiyle hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde başka siyasî partilerin de kurulması mümkün olacaktır. (…) Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde milletin çoklukla vereceği oylar gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin kurulabilip kurulamayacağını ve kurulursa bunun meclis içinde mi dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bu siyasî kurul içinde prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların, kanaatleri ve programları ile açıktan durum almaları, siyasî hayatımızın gelişmesi için daha doğru yol, milletin menfaati ve siyasî olgunluğu için daha yapıcı bir tutumdur.”3


Çok Partili Siyasal Yaşam...
Türkiye Cumhuriyeti’nde çok partili yaşamın ilk partisi 18 Temmuz 1945 tarihinde İstanbullu zengin iş insanı Nuri Demirağ başkanlığında kurulan Milli Kalkınma Partisi olmuştur. Kurucuları arasında TBMM’nde ilk dönem muhalefet grubundan Hüseyin Avni Ulaş ve Cevat Rifat Atilhan gibi isimler yer almaktaydı. Genel anlamda liberal özellikler taşıyan parti programında devletçilik ilkesi eleştiriliyordu. Milli Kalkınma Partisi programında, seçimlerin tek dereceli ve nispi temsil sistemine göre yapılması, iki meclisli yasama organı, cumhurbaşkanının yalnızca tek dönem için ve halk tarafından seçilmesi gibi yenilikler savunuluyordu. Fakat bu partinin halk nezdinde karşılığı yoktu. Bu nedenle zaten 1946'daki belediye seçimlerinde ve 1950 genel seçimlerinde başarılı olamamışlardır.

CHP içerisindeki muhalif vekiller olarak bilinen ve parti içi demokrasinin işlemediğinden şikayetçi olanların başını çeken Celal Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan, 7 Haziran 1945’de CHP grubunda tarihe “Dörtlü Takrir” olarak geçecek olan önergeyi sunmuş fakat bu önerge İnönü tarafından reddedilmiştir. Bu uyuşmazlıklar bir yana bir de “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”nun TBMM’den geçmesi adeta bardağı taşıran son damlaydı. Celal Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan’ın öncüsü olduğu CHP içindeki muhalif grubun önceliği parti içinde bir reformdu. Zira Serbest Fıkranın ve Fethi Okyar’ın başına gelenleri çok iyi hatırlatmaktaydılar. Fakat demokratik mücadelelerinin sonuç vermeyeceğini anladıkları zaman, karar verdiler; 7 Ocak 1946 tarihinde “Dörtlü Takrir” önergesinin sahipleri artık Demokrat Parti adı altında çok partili yaşama gerçek bir muhalefet partisi olarak katılmış oluyorlardı. Aynı gün Adnan Menderes’in Demokrat Parti’nin kuruluşunu açıkladığı demeciyle Türkiye’nin siyasal durumu da özetlemekteydi: “Bugün Demokrat Parti resmen kuruldu. Şimdi Türk siyasî hayatında yepyeni bir sahife açılıyor. Bu tarih, gelecek kuşaklar için asla unutulmayacak bir kilometre taşı olacak. Artık tek parti-tek şef sisteminin egemenliği, yalnız devlet hayatımızın dar kalıpları arasından çıkmakla kalmayacak; aynı zamanda, milletimiz yıllarca özlemini çektiği demokrasinin en ufuklarından özgürce nasibini alacak. Ülkemizin kalkınmaya, ekonomik açıdan gelişmeye ihtiyacı var. Demokrasi ve kalkınma hamleleri Demokrat Parti’nin iki temel felsefesi olacak. Kurucusu olduğum bu partinin, politik hayatımızda sonsuza kadar devam edeceğini ümit etmek istiyorum. Bizden sonra bu partinin başına geçecek yöneticilerin, 1946 ruhunu daima hafızalarda canlı ve uyanık tutmaları en samimi dileğimdir.”4

1946 Erken Genel Seçimleri...
Demokrat Parti’nin halk desteğinin olduğunu bilen CHP ve İsmet İnönü, 1947 yılında yapılması gereken genel seçimleri 21 Temmuz 1946 tarihine çekerek avantaj elde etmeye çalışmıştır. Bununla da yetinmeyen CHP’nin o günkü öncüleri hegemonyalarını halka rağmen devam ettirmek için iki dereceli seçim sistemi, açık oy, gizli sayım ve sayımdan hemen sonra seçmen pusulalarının yakılması kapsayan 5 Haziran 1946 tarihli, 4918 Sayılı yasayla Türk demokrasi tarihine kara bir leke çalmışlardır. Ayrıca Demokrat Parti’nin seçimlere girmeyi reddetmesi halinde kapatılacağı tehditti de yapılmıştır. 41 il dışında bu kısa sürede örgütlenmesini tamamlayamayan DP karşısında 27 yıllık tek parti döneminin imkanlarını sonuna kadar kullanan CHP arasında eşit olmayan bir seçim yaşatılmak istendiği kesindi. Seçimlerden önce bu duruma tepki gösteren Demokrat Parti’nin ilk başkanı Celal Bayar seçim ortamını şöyle özetliyordu: “İdare amirlerinin halk üzerindeki tazyiki hemen her tarafta son haddine varmıştır. Bazı yerlerde Demokrat Parti’ye rey (oy) vereceklerin şiddetle cezalandırılacakları resmi ağızlardan ifade olunmuştur. Muhtelif yerlerde partimiz mensuplarından birçok zevat tevkif olunmuş, bütün bu hareketlerin memleketin muhtelif yerlerinde aynı şekilde ve aynı zamanda vukua gelmesini bunların bir sistem dâhilinde yapıldığını ve aynı kaynağa dayandığını göstermektedir. Bu şartlar altında serbest bir seçim olması bahis mevzuu olamazsa da millî iradeye tercüman olması ve millî vazifesini yapmak maksadıyla yukarda arz edilen ağır şartlar altında dahi seçime gireceğiz.”5
Baskı koşullarında yapılan ve Türk demokrasisi için utanç kaynağı olarak tarihe geçen seçimlerin sonucu 24 Temmuz’da açıklandığında CHP kazanmış fakat demokrasi bir kez daha kaybetmiştir. Halktan ciddi tepki toplayan seçim sonuçlarına göre, seçimlere katılma oranının % 85’tir. Toplam 465 sandalyenin 395’i CHP’nin kazandırılmıştır. DP ise 271 adaydan sadece 64 milletvekili parlamentoya gönderebilmiştir. Parlamentoya bağımsız olarak seçilen 6 da bağımsız milletvekili vardı. Bu sonuçlarla utanç seçimi son bulmuştur. İstanbul’daki 27 milletvekilliğinden 18’ini alan DP, daha çok büyük şehirlerde kazanmış, CHP ise kırsal kesimde daha fazla oy almıştır. Burada CHP’nin 27 yıllık örgütlülüğünün yanı sıra kırsaldaki toprak ağalarına yaptığı baskı da sonuç vermiş, CHP’ye avantajlı bir konum sağlamıştır. CHP’nin 1946 seçimlerindeki hilelerine karşı çıkan İstanbul Valisi Dr. Lütfi Kırdağ’ın İstanbul’daki seçim sonuçları hakkında Ahmet Emin Yalman’a anlattıkları o günkü CHP yönetiminin siyasi alışkanlıklarını ortaya dökmektedir: “İstanbul’da seçimi DP büyük farkla kazandı. Nitekim daha sayım tamamlanmadan, farkın kapanması ihtimali olmadığı için, durumu basına duyurdum. Ancak olaylar bundan sonra gelişti ve beni çok güç bir noktaya getirdi. Halk Partisi Merkezi, Recep Peker Grubu gibi ağır topların İstanbul listesinde olduğunu, bunların seçimi kaybetmelerinin partiyi çok vahim bir çizgiye getireceğini ve ne yapıp yapıp beş altı milletvekilinin kurtarılması gerektiğini bana bildirdi. Partinin tutumu kesin! İstanbul Parti Müfettişi de seçim sonuçları üzerinde direniyor! Yapacağım iki şey var: Biri, partinin teklifini reddetmek, diğeri partinin teklifini yumuşatarak hem halk partisinin hem DP’nin 16 milletvekilliğinin yok edilmesini önlemek. Çünkü dirensem, halk partisi benim yerime hemen bir vali tayin yapacak ve seçimleri istediği biçime sokacaktı. Yerimde kalmak suretiyle seçime müdahalenin büyümesine engel oldum ve DP’nin 6 milletvekilliği kaybıyla bilânço kapandı.”6

İşte bu şartlarda yapılan 1946 seçimlerinde halkın iradesi iktidar tarafından ayaklar altına alınmıştır. Toplumsal yankısı ise bugünlere değin gelmiştir. Seçim sonuçlarını eleştiren gazetelere CHP tarafından adeta savaş açılmış, İstanbul’daki muhalif gazeteler ise bizzat İsmet İnönü tarafından kapatılmıştır.1946 seçimlerinden hemen sonra DP Genel Başkanı Celal Bayar’ın seçimlere fesat karıştı başlıklı açıklaması şöyleydi: “Seçmenlerin verdikleri reylerin kaydına mahsus olan ve her sandığın seçim neticesini gösteren mazbatalar birçok yerlerde boş olarak seçim heyetlerine imza ettirilmiştir. Bunlar sonradan ve arzuya göre doldurularak vatandaşların reyleri üzerinde oynanmıştır. Bu suretle muhalif ve müstakil milletvekili namzetlerinin talihi, merkezin emrine tabi olan vali ve kaymakamların elinde oyuncak olmuştur. Bazı yerlerde resmi ve yarı resmi ağızlardan yapılan kötü propagandalarla, isnat ve iftiraları, faillerinin düşkün seviyesine bırakıyorum. Vatandaşlar siyasî kanaatlerinden dolayı birçok yerlerde bilhassa köylerde tecavüze uğramışlar, tehdit edilmişler, dövülmüşler, yaralanmışlar ve hapsedilmişlerdir. Son Ege Bölgesi ile Balıkesir ve Bursa seyahatimde gözleri yaşlı birçok vatandaşların şikâyet mercii aradıklarını gördüm. Ankara kaza köylerinden yüzü gözü bereli arkadaşlarımızın Demokrat Parti merkezine gelip dertlerini acı acı anlattıklarını hepimiz biliyoruz. Memleketimizde seçim emniyet altına alınmamıştır. Biz evvelce bu husustaki fikrimizi bir beyannamemizde açıklamış bulunuyorduk. Demokrat Parti şunu arz etmek ister ki, seçimlere girip girmemek hususunda karar verirken, elinde tuttuğu ölçü, parti menfaati ölçüsü değil, yalnız ve yalnız, memleket menfaati ölçüsü takip etti ki, tek gaye de yurtta, millî irade ve hâkimiyetin birden fazla partilerin varlığı ile teyit olunması ve yurttaş hak ve hürriyetlerinin daha esaslı teminat altına alınmasıdır demiştik. Biz böyle düşündük, böyle hareket ettik. Hâlbuki milletin gözü önünde cereyan eden seçimler böyle mi olmuştur? Bizzat Ankara’da ilan edilen netice nasıl elde edilmiştir; bunu bilmeyen, anlamayan kimse kalmamıştır. İşte ben iddia ediyorum, hatta itham ediyorum, seçim işlerine fesat karıştırılmıştır. Seçimler milletin hakikî iradesini göstermekten uzaktır.”7 Birçok yerleşim yerinde DP taraftarları seçim sonuçlarını protesto etmiştir. Halkın iktidar gücü ile sindirilmesi 1950 seçimlerine kadar devam edecektir. 1938 Atatürk’ün ölümüyle ölçüsüz bir baskı düzeni kuran CHP yöneticileri kendisinden olmayan her kesimi rejim düşmanı ilan edecek kadar saldırganlaşır. Ülkenin siyasi hegemonyası tarafından zaten çok partili yaşama geçiş hep bir bahaneyle sekteye uğratılmıştır. Türk halkının manevi ve ekonomik ihtiyaçlarını görmezden gelen CHP idarecileri, bağımsızlık savaşında üstün bir başarı ve cesaret gösteren halkından kopuk şekilde, ülkeyi baskı ile yönetebileceği yanılgısına düşmüştür. Atatürk’ün hayal ettiği halk egemenliğine dayalı cumhuriyet rejimini de sadece kendilerine mal etmeye çalışmışlardır.

  12 Temmuz 1947 Beyannamesi ve Türk Demokrasine katkısı...
1946 seçimlerinden sonra TBMM’nde CHP ve DP arasında yaşanan tartışmalar, ülkede kutuplaşma yaratmış ve ülkeyi çatışma ortamına sürüklemiştir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün dış baskıları da dikkate alarak muhalefet ve iktidarın eşit şartlarda yaşam bulması yönünde attığı belki de en önemli adım 12 Temmuz Beyannamesini açıklamasıdır. 12 Temmuz Beyannamesiyle İnönü, iktidarın gücünü sınırlamış, yasalara bağlılığı da memlekette yeniden tehsis etmiştir. Demokrat Parti yöneticilerinin 1946 seçimlerine olan tüm kızgınlıklarına rağmen bu çağrıya olumlu cevap vermeleri, Türk demokrasisinin komadan çıkmasına ve halk iradesinin yeniden şekillenmesine yardımcı olmuştur. İsmet İnönü’nün Türk demokrasi tarihine bence yaptığı ilk ciddi katkı 12 Temmuz Beyannamesidir. 12 Temmuz Beyannamesinin çıktığı dönemde Başbakan koltuğunda Recep Peker oturmaktaydı. Peker, diktatör denecek kadar baskıcı ve DP’yi devlet ve rejim düşmanı olarak gören bir kişiydi. DP nin güçlü isimlerinden Mukerrem Sarol bu beyannameyi yıllar sonra neden kabul ettiklerini şöyle açıklamıştır: “12 Temmuz Beyannamesi, bu beyannamenin çıktığı zamanda ve bundan evvel, 21 Temmuz Seçimini yapan hükümetin, millete karşı aldığı tavır ve hareketin ve baskının aksülamelidir. 21 Temmuz seçimlerindeki hareketin ve ondan sonra Recep Peker hükümetinin tedhiş ve tazyik politikasının yürümeyeceğine dair kanaatin ifadesidir. Bu beyannameyi çıkarmak iyi mi olmuştur fena mı olmuştur? Bu beyanname dolayısıyla bizim karşımıza iki yol çıkmıştı. Birisi ihtilal yolu idi. İğtişaş ve isyan yolu idi. İkinci yol, memlekette istikrarı muhafaza ederek, müşkül dahi olsa, zaman kaybı dahi olsa istikrar yolunu tercih ettik. Yolumuz dahi olsa, sükun ve istikrar gibi netice almak prensibini tercih ettik. Bugün 12 Temmuz Beyannamesinin hafif de olsa faydası görülmüştür. Fakat reddetmek. Neyi reddetmeliydik? Reddedince elimize ne geçecekti? O zaman “Bu efendilere eşit muamele yapılmasını taahhüt ettik. İdarecilerin bir taraf vazife görmelerini vaat ettik, bir kardeşlik duygusunun  aratılmasına hizmet etmek istedik, fakat onlar bütün bunları reddettiler” diyeceklerdi. Biz böyle bir teklifi reddedince tarihe karşı mesul olduk. Kabul ettik arkadaşlar. Hatta teşekkürle kabul ettik. Burada bazı arkadaşlar, “Bundan ne fayda gördük?” dediler. Her şeyi o günkü şartlarla mütalaa etmek lazımdır. O şartlar değiştikten, ferahlı an geldikten sonra, o zamanki meseleler mütalaa edilirse daima hataya düşülür. O günlerde Demokrat Partiye girmek, partide faal ve enerjik rol almak, adeta bir macera, bir tehlike idi.”8 Türk Siyasal hayatında 12 Temmuz Beyannamesini çatışma çözümüne bir başarı örneği olarak tanımlayan akademisyen Hüseyin Seyhanlıoğlu bu durumu şöyle özetlemektedir: “12 Temmuz Beyannamesi DP’yi muvazaalı, iktidara gelmez gibi göstermiş ve DP’yi ortadan ikiye bölmüşse de, gerek ülkenin siyasi istikrarı, gerekse de DP’nin daha homojen olması açısından olumlu etkiler göstermiştir. Sonuç olarak da DP’ye iktidar yolunu açılmıştır.” 9
Demokrat Parti 20 Haziran 1949’da 2. Büyük Kongresini gerçekleştirecek ve orada bir dizi kararlar alacaktır. 12 Temmuz Beyannamesini kabul eden DP’ye karşı Millet Partisi’nin yönelttiği danışıklı muhalefet eleştirisinin önünün kesilmesi için “Milli Teminat Andı” diye tarihe geçen bir bildirge ortaya çıkartıldı. Bu andın içeriği şöyleydi: “... Oylara tecavüz edilirse, yani seçimde hile yapılırsa, halk meşru savunma durumunda kalacaktır. Meşru savunma yasal yollardan yapılacaktır ama, hile yapan yönetim de ulusun husumetiyle karşılaşacaktır.” 10 Muhalefetin baskısı karşısında hükümet 1950 Şubat’ında TBMM’ne yeni bir seçim yasa tasarısı getirir. Yasa ilk kez seçimlerde yargı denetiminin de olacağını ve nisbi temsil yerine çoğunluk dizgesinin getirildiğini onaylıyordu. DP vekillerinin de desteğiyle bu tasarı kabul edilmiştir. CHP’li idarecilerin bir kısmı halen bugün bu yasayla 1950’li yıllarda DP’nin CHP’ye üstünlük sağladığını iddia etmektedirler. Bence bu eksik bir değerlendirmedir. Demokratik ortamdaki ilk seçimlerde Türk Halkının ciddi desteğini almayı başaran DP’nin esas gücü, özgürlükçü yapısından ve halkını iyi etüt etmesinden gelmekteydi.

1950 Seçimleri ve Günümüze Yansımaları...
Demokrat Parti 1950 seçimlerinden zaferle çıkmıştır. Yargı denetiminde yapılan seçimler sonucunda, 487 sandalyeli TBMM’de, DP oyların %52,68’ini alarak 415 milletvekili kazanmıştır. CHP ise oyların % 39,45’ini alarak 69 milletvekilline gerilemiştir.Millet Partisi’nin 1 ve bağımsız kazanan vekil sayısı ise 2’dir. Demokrat Partililer bu sonuçları "Yeni Türkiye"nin başlangıcı olarak değerlendirmekteydi. 1950 Seçimlerinde DP kullandığı slogan ve afişlere baktığımızda bugün AKP yöneticilerinin de neredeyse aynı argümanlarla ve söylemlerle muhafazakar ve yoksul kesimden destek aldığını net şekilde görebiliriz. AKP hareketi  DP’nin yarattığı siyasal gelenekten yararlanmıştır. CHP ise halen aynı argümanlarla yoluna devam etmeye çalışmaktadır. 1950-1960 yılları arasındaki DP iktidarları döneminde hızlı bir kalkınma yaşayan Türkiye gerçeğinin canlı tanıklarının birçoğunun şu anda hayatta olmaması ve o günün gençlerinin de 70-80 yaşlarında olmasına rağmen geniş bir kesimin siyasi düşüncesi olarak halen canlılığını koruduğunu söylemeliyim. Çok küçük bir misal olsa da 1948’de Türkiye’deki Traktör sayısı 1756 iken 1950 DP iktidarında bu sayı 9905 olmuş, 1956’da ise traktör sayısı 43,727’ye ulaşmıştır. Tarımsal alandaki bu atılım, DP iktidarlarının Türkiye’yi ekonomik olarak nereden alıp nereye götürdüğünü açıkça ortaya koyması açısından oldukça önemlidir. Konumuz açısından yoksul halk yığınlarının imdadına yetişen kurtarıcı beğensek de beğenmesek de Demokrat Parti hükumetleri olmuştur. Peki daha sonraki yıllarda askeri darbeler ve devlet baskısıyla kontrol altına alınan CHP karşıtı bu kesimin siyasi olarak tekrardan güçlenip canlanması nasıl olmuştur?
Toplumların anımsama ve belleklerinde taşıdıkları sembollerin öyle kolay yok olmadığını kabul etmeliyiz. Bugün AKP iktidarının 2018 Seçimleri sonrasında “Yeni Türkiye” söylemi yeni değildir. AKP propagandalarının şekillenmesinde tarihsel arka plandan çok ciddi destek alınmıştır. Türk halkını iyi etüt eden AKP idarecileri 2000’li yılların başından beri yaklaşık 18 yıldır her seçimden zaferle çıkmayı başarmıştır. CHP ise tek parti dönemindeki yapısını korumakta, halkının tüm kesimlerine ulaşmakta zorlanmaktadır. Bu zinciri 2018 Başkanlık seçimlerinde kırmayı kısmen başaran ve CHP’nin klasik yapısının dışında bir propaganda yürüten Muharrem İnce, CHP’nin yenilenmesi için bir şanstı. Fakat CHP’nin değişmez siyasi statükosu Muharrem İnce’yi de sıfırlamaya çalışmıştır. Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesinin önündeki en büyük engellerden biri de AKP’nin CHP’lileşme çarkına girerek Türkiye’yi tek partili dönemdeki gibi bir yapıya yönelme tehlikesidir. Türk halkının önünde ciddi ekonomik krizler olduğu aşikarken, özgürlükleri CHP anlayışıyla ortadan kaldırırsanız “Yeni Türkiye” yaratamazsınız. Bu ancak eski tek parti döneminin Türkiye’sinin militarist bir zümre yerine, muhafazakar sivil bir zümre tarafından şekil değiştirmiş bir halde “Eski Türkiye”ye dönmenize yol açar. Bu da uzun vadede baskı altına aldığınız, özgürlüğünü kısıtladığınız kesimlerin daha da kenetlenip, güçlenmesine ve iktidarı ele geçirmesine yol açacaktır.
Son dönemlerin en popüler sorusu:“ AKP neden Kazanır,CHP neden Kaybeder?
Tarihsel arka plan iyi incelendiğinde CHP’nin içerisinde değişmeyen bir statüko’nun olduğu gerçeğiyle karşılaşmaktayız. Ateş İlyas Başsoy’un 2014’de kaleme aldığı “AKP neden Kazanır, CHP neden Kaybeder?” adlı kitabını okumanızda yarar vardır. Antalya Belediye seçimleri üzerinden CHP’nin değişmez statükocu yapısını ve AKP’nin halkını etüt etmedeki başarısını çok net örneklerle görmekteyiz. Başsoy, kitabında konuyu dar kapsamda sadece reklam ve propaganda açısından ele alınmış olsa da burada Başsoy’un yaşadığı CHP deneyimi bizlere halen CHP’nin içerisindeki statükocu yapının mevcudiyetini koruduğunu göstermektedir. Bugün yazılı basın, sosyal medya ve Televizyon gibi propaganda kanallarının neredeyse tamamını egemenliği altına alarak kullanan AKP iktidarı, “Yeni Türkiye” söylemi için belli sembollere sahiptir. Örnek vermek gerekirse, Rabia işareti,15 Temmuz Darbesine karşı Türk halkının direnişi ve bunun sembolleştirilmesi, 15 Temmuz Köprüsü, Türk lirasındaki yeni TL, demir bir liralıklardaki değişiklikler vb. Peki bu 15 Temmuz Darbe girişimini veya seçilmiş adıyla 15 Temmuz Kalkışması gerçeğini yok saymak, FETÖ yapılanmasını görmezden gelmek doğru mu? 15 Temmuz gecesi olanları sadece komplo teorileriyle değerlendirirseniz, bu kesinlikle yaşananları ve tarihi inkar etmek olur. Bu yaklaşım bize tarihin bahşettiği doğru analiz yapma şansımızı kaybettirir. Halkın iradesine demokratik yollarla ulaşmanın kapısını aralamayı imkansızlıklara rağmen Muharrem İnce başarmış görünüyor. CHP’nin statükocu yapısının artık değişmesi, AKP iktidarının da CHP’leşmemesi ve Türk Demokrasisinin önünü açarak Türkiye halklarının güzel günler görmesini diliyorum.


Dipnotlar
1)Ahmet AĞAOĞLU, Serbest Fırka Hatıraları, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 226.
2)Kemal KARPAT, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Nisan 2010, s. 68.
3)Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü DergisiYıl: 2012/2, Sayı:16’dan naklen, TC Resmi Gazete, Sayı:6147 (2 Kasım 1945), s.9567.
4)Taşkın TUNA, Adnan Menderes’in Günlüğü, Şule Yayınları, İstanbul, 2002, s.15.
5)Celal BAYAR, (Der. Özer ŞAHİNGİRAY), Celal Bayar'ın Söylev ve Demeçleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, Kasım 1999. s.60.
6)Mükerrem SAROL, Bilinmeyen Menderes I, Kervan Yayınları, İstanbul, 1983, s. 224.
7)Celal BAYAR, (Der. Özer ŞAHİNGİRAY), Celal Bayar'ın Söylev ve Demeçleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, Kasım 1999. s.61-62
8)Mükerrem SAROL, Bilinmeyen Menderes I, Kervan Yayınları, İstanbul, 1983, s. 90
9)Hüseyin Seyhanlıoğlu, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü DergisiYıl: 2012/2, Sayı:16
10)Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, İmaj Yayıncılık, Dördüncü Baskı, Ankara, 2001,S:231