Naim
PINAR
naimpinar@gmail.com
Eski
Türkiye’nin Siyasal Pratiğiyle “Yeni Türkiye”
Tarih bize ne verir?
Klasik anlamda tarih, geçmişte yaşamış insan yaşayışlarını,
tüm faaliyetlerini yer ve zaman belirterek, sebep-sonuç ilişkisi kurarak,
belge, bulgu ve çeşitli kaynaklar ışığında inceleyen bilim dalıdır. Fakat tarih
aynı zamanda, karanlığı aydınlatan, bugünkü insan yaşayışları hakkında analiz
yapmamıza imkanlar sunan ve yarını şekillendirmek için yolumuzu aydınlatan güçlü,
sonsuz bir ışık süzmesidir de. Konumuz açısından tarih bize ne diyor? Bugün
ortaya çıkan “Yeni Türkiye” söylemi aslında hiç yeni değildir. Bastırılmış bir
geçmişin tezahürüdür. Esasında geçmişin semboleri yerine ortaya yeni semboller
çıkaran, bir başlangıç gibi görünsede yapısı bakımında yeni değildir. Geçmişten
gelen muhafazakar geleneğin örgütlü son halidir. Bugün ortaya çıkan yeni
semboller, köprü, tank ve Rabia İşareti gibi islamik semboller yeni değildir.
Fakat oluşturulan algıyla, yeni anma törenleriyle (15 Temmuz) bu sembolleri kalıcılaştırılma
çabası vardır. Muhafazakar gelenek artık daha cesur, daha örgütlü ve güçlüdür.
Kanaatimce, AKP’ye karşı muhalefet yapanların geçmişe dönük iyi bir muhakeme
yapmaları gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yapılan yanlış,
baskıcı adımların yanısıra, “militarist bir demokrasi anlayışının”, Mustafa Kemal’in
ismi üzerinden yürütülen yanlış politikaların, nelere yol açtığını iyice etüt
etmek gerekiyor. Mustafa Kemal’in Salih Bozok’a söylediği şu cümleler oldukça
manidardır: “Çocuk, ne benim düşüncelerimi benimseyenler “Kemalist”, ne
başardığımız devrimler “Kemalist Devrim”, ne de benim düşüncelerim “Kemalizm”
altında doktirinleştirilebilir. Biz büyük bir şavaş kazandık. Savaş alanlarında
kazandığımız zaferi, yaptığımız devrimlerle taçlandırdık. Daha da yapacağımız
çok şey var. Ancak kazandığımızın ve yaptıklarımızın tümü Türk ulusuna aittir.
Her şeyi onun zeka ve maharetine ve çalışkanlığına güvenerek yaptık. Doğrusu
budur. Ben arkamada dondurulmuş, kalıplaştırılmış, değişmez dogmalar
bırakmıyorum. Aksine yaptığımız ve yapacağımız devrimlerin tümü gelişmeye ve
yenileşmeye açıktır. Açık da olmalıdır. Şayet yaptıklarımız için “Kemalist
Devrim”, sizler için “Kemalist” denir, benim ulusumuzun yücelmesi ve yükselmesi
için savunduğum düşüncelerim “Kemalizm” adı altında doktrin olarak sunulursa,
ulus bundan çok zarar görür.” Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni dönemi denilen şey aslında
baskıcı bir militarizm anlayışının dolaylı olarak örgütlediği, güçlendirdiği,
ötekileştirdiği muhafazakar kesimin güçlenip iktidar olmasından öte değildir.
AKP iktidarı geçmişin yarattığı demokrasi noksanlığını düzeltemez, özgür bir
ortam yaratamaz ve aynı baskıcı yöntemlerle, özgürlükleri kısıtlama yolunda
adımlar atmaya devam ederse 2023’e Türkiye Cumhuriyetinin başında başka bir
iktidar olması kaçınılmazdır. Peki bugün ana muhalefeti CHP neden halen yanlış
yapmaya devam ediyor. Türkiye seçmeninin tercihlerine karşı saygı duymak ve
kendini revize etmek yerine neden yanlış üstüne yanlış yapıyor. Bu sorulara
yanıt bulmak için kısa bir tarihsel yolculuk yapalım.
Çok
Partili Yaşama giden yolda Uluslararası Etki


Konumuza geri dönersek, ilk kez 19 Mayıs 1945
Gençlik ve Spor Bayram'ında çok partili yaşama geçişin sinyallerini veren
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, özetle halk idaresinin geliştirileceğini söylüyor ve
bu konuda batılı devletlerle aynı olunacağını müjdeliyordu. Fakat işin iç yüzü
tabi ki farklıydı.
İşin
İç Yüzü...
İkinci Dünya Savaşı’nından sonra batıda yaşanan
demokrasi rüzgarından etkilenen CHP içerisindeki bazı milletvekilleri tek parti
ve tek adam sistemine karşı seslerini yükseltmeye başlamışlardı. CHP
milletvekili olan Celal Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan’ın
öncülüğünde, 7 Haziran 1945’de CHP grubunda tarihe “Dörtlü Takrir” olarak
geçecek olan önergeyi sundular. Bu önergenin en önemli özelliği parti içinde
özgür tartışma ortamının eksikliğine vurgu yapılması ve özgür tartışama
ortamının yaratılması için çağrıda bulunulmasıdır. Bu önerge İsmet İnönü
tarafından reddedilmiştir. Özgür tartışma ortamından çekinen CHP ve İsmet
İnönü’nün esasen korktuğu başka bir konu daha vardı. Adnan Menderes gibi
aileden toprak zengini olan kesimlerin kırsaldaki etkisi büyüktü. Kırsalda
birçok insana geçim kapısı olan Adnan Menderes gibi toprak sahipleri çok
partili sistemde bir anda CHP hegemonyasını sonlandırabilirdi. İşte bu
düşüncelerle İsmet İnönü planını yaptı ve Atatürk’ün ölümünden önce mecliste
birkaç kez gündeme getirdiği topraksız çiftçi kalmamalı düşüncesine sarıldı.
Tabi bu yasanın esas amacı siyasi rakiplerin kırsaldaki güçlerinin zayıflatılmasıydı.
“Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” adı altında TBMM’ne sunulan yasa tasarısının
17. Maddesine göre; devlet gerek duyarsa, topraksız veya az toprak sahibi
çiftçiyi topraklandırmak maksadıyla büyük toprak sahiplerinin topraklarını
kamulaştırabilecekti. Aynı yasanın 21. Maddesi de, kamulaştırma gerektiği
taktirde büyük toprak sahiplerinin elinde sadece 50 dönüm kalacak şekilde kapsamın
genişletilmesine izin veriliyordu. Bu toprak sahibi milletvekillerini oldukça
rahatsız etmekteydi. Bu kanun 11 Haziran 1945’de TBMM tarafından kabul edilir.
Bu kanuna bağlı olarak 17. Madde asla hayata geçirilmemiş, sadece bir kısım
hazine toprağı çiftçiye verilmiştir. Bu yasa bir baskı aracı olarak
kullanılmıştır. Daha sonra bu yasanın geçmesinde emeği olan Tarım Bakanı Şevket
Raşit Hatipoğlu bir daha bakan olamamıştır. Bu yasanın karşısında en güçlü
muhalefeti yapanlardan biri olan Adana’nın büyük toprak sahiplerinden Cavit
Oral 1948’de Tarım Bakanı olmuştur. CHP ve İsmet İnönü bu yasayla aslında
kırsaldaki toprak ağalarını kontrol altına almak istemiştir.
İlk
TBMM ve kutuplaşmalar...
İlk çok partili deneme, 17 Kasım 1924 de kurulan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla başlar. Kurtuluş savaşından çıkan bir
ulusun önderleri arasındaki farklı görüşlerin daha ilk mecliste ortaya
çıktığını gözlemliyoruz. İlk mecliste, İttihat ve Terakkinin devamı olan
devrimci, radikal, rasyonalist ve seçkinci bir zümrenin karşısında, Prens
Sabahattin ve muhafazakarların devamı niteliğindeki muhafazakar eğilime sahip,
millet egemenliği ilkesinin tam manasıyla uygulamak gayesini savunan ve
Osmanlının tadili ile devamının da mümkün olabileceğini savunan başka bir grup
oluşmuştu. Bu muhafazakar grup, Tek Adamın yetkilerini sınırlandırmaya
yönelmiş, zümre seçkinciliğine karşı bir politik anlayış ortaya koymuştur.
Muhafazakar grup, toplumsal, kamusal alan düzenlenmesi yanı sıra, yeni devlete
dinin konumunun ve halifelik kurumunun akıbeti konusunda farklı düşüncelere sahipti.
Devrimci grupla uzlaşmadığı konular bunlardı. Muhafazakar kanatın bir diğer
iddiası TBMM’de tartışma ve görüşme fonksiyonlarının zayıflatılmasının sadece
saltanatın şekil değiştirerek giderek bunun diktatörlüğe dönüşeceğine yönelik
çekinceleridir. Mustafa Kemal’in öncülüğündeki devrimci grup, TBMM içerisinde
muhafazakar grubun giderek güçlendiğini görünce 1923’de seçim kararı alır.
Kurtuluş Savaşının kazanılmasından hemen sonra
başlayan iktidar paylaşım kavgasından ortaya çıkan Mustafa Kemal’in
önderliğindeki grup, 11 Eylül 1923’de Cumhuriyet Halk Fırkası adı altında
kurumsallaşmıştır. 17 Kasım 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adı
altında toplanan muhalif grubun başını Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve
Refet Bele çekmekteydi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası başkanlığına Kazım
Karabekir getirilmiştir. Burada devlet gücünü elinde
bulunduranlar, 3 Haziran
1925 tarihli bakanlar kurulu kararıyla, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı
İstiklal Mahkemesinin kanıt bulamamasına rağmen Şeyh Said isyanıyla
ilişkilendirerek kapatma kararı almıştır. Türkiye’nin demokrasi yolculuğunun
daha yolun başında yaralandığını söyleyebiliriz.
İktidar
Güdümlü Muhalefet Kurulumu...
12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın
bizzat Mustafa Kemal tarafından Ali Fethi Okyar’a kurdurulmasıyla 5 yıllık tek
parti dönemi son bulur. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurdurulmasındaki esas
amaç, iktidara oynayacak bir partiden daha çok iktidarın yanlışlıklarını
gösterecek ve danışıklı bir muhalefet yapacak siyasi bir parti yaratmaktır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduğu andan itibaren halk kitleleri tarafından
tam bir muhalefet partisi olarak görülmüş ve CHP muhaliflerinin toplandığı bir
çatıya dönüşmüştür. Daha önce Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın anlayışına
yakın muhalif kanadı destekleyen, liberal görüşlü idarecilerin toplandığı
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın yöneticilerinin CHP bünyesinden çıkmasına ve
devletle bağlantılı kimselerden oluşmasına rağmen destek aldığı kesim,
muhafazakar görüşlü ve CHP’nin yaptığı reformlardan hoşnut olmayan, CHP’nin
politikalarından olumsuz etkilenen halk yığınlarıdır. Serbest Cumhuriyet
Fırkası’nın giderek kontrollü muhalefetten çıkmasının ve beklenenin aksine
güçlenmesinin sebebini Ahmet Ağaoğlu “Serbest Fırka Hatıraları” adlı kitabında
şöyle özetlemiştir:
“Yoksulluk ve ağır bürokratik baskıdan bunalan
insanların SCF'ye olan teveccühü 1930 yılının Ekim ayında yapılan belediye
seçimlerinde meyve vermiştir. Bazı yörelerde SCF adaylarının seçimi kazanması
CHP'lileri endişelendirmiştir. SCF'nin başarıları karşısında gerek mecliste
gerek basında SCF'liler aleyhine eleştirilerin ve ithamların dozu artmaya
başlamış, zaman zaman iftiralara kadar uzanmıştır. Tabiri caizse CHP'li
bürokratlar, milletvekilleri ve gazeteciler belden aşağı vurma siyasetini
tercih etmişler, siyasetin gerginleşmesine neden olmuşlardır. SCF'nin gelmiş
olduğu nokta CHP'liler tarafından yalnızca kendi parti iktidarlarına yönelik
bir tehdit olarak değil, doğrudan doğruya rejime yönelik bir tehlike olarak
yorumlanmıştır. Bu algılama nedeniyle SCF ve taraftarları resmi ağızlarca "mürteci", "serseri",
"saltanatçı", "rejim düşmanı", "vatan haini" gibi
kavramlarla tanımlanmasına neden olmuştur.”1
Bugün halen bu söylemlerin CHP tarafından AKP için
kullanmasının geçmişle bağlantısı iyi incelenmelidir. CHP’nin siyasal söylem
yenilemedeki başarısızlığı ve kendi halkını iyi etüt edememiş olduğunu bu
söylemlerin varlığını halen sürdürmesinden dahi görebiliriz. Tarihin bize
verdiklerine geri dönersek, Serbest Cumhuriyet Fırkası kontrol altında olmasına
rağmen 1930 Belediye seçimlerindeki başarısı CHP’yi korkutmuştur. Ayrıca
teşkilatlanmasını bile tam manasıyla tamamlamadan halk yığınları tarafından bu
kadar destek bulan bir siyasi hareketin
ileride CHP’ye sıkıntı yaratacağı anlaşılmıştır. Serbest Cumhuriyet Fırkası’da
kısa süre içinde bizzat Mustafa Kemal’in talimatıyla “halkın demokratik
olgunluğa” kavuşmadığı gerekçesi öne sürülerek kapatılmıştır. Başbakan İsmet
İnönü’nün,1 Haziran 1936 günlü yayınladığı genelgeyle İçişleri Bakanı’nı parti
genel sekreteri, illerin valilerini de parti il başkanı olarak tayin etmesiyle
tekrardan devlet eliyle siyaset zemini ortadan kalkmış oluyordu.”2 Bu bağlamda
CHP devlet partisi konumunu pekiştirmekteydi. Muhalefetin ortadan
kaldırılmasıyla Türkiye’de ikinci tek partili dönem başlamış ve bu 15 yıl devam
ettirilmiştir. Bazı araştırmacılar tarafından, 1939-1945 İkinci Dünya
Savaşı’nın yaşanması bu duruma hafifletici konjenktür olarak gösterilmeye
çalışılsa da bu tek partili rejimin varlığını, CHP’nin devlet hegemonyasını
kullandığını ve demokrasiyi içselleştirememiş olduğu gerçeğini ortadan
kaldırmaz.
Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet
İnönü ve gittikçe ölçüsünü kaçıran CHP’nin baskıcı devlet politikaları
sonucunda halk yığınları yoksullukla baş başa kalmıştır. Öte yandan yoksullaşan
halk arasında bir kurtarıcı beklentisi oluşmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın
bitişiyle birlikte şekillenen yeni dünyanın sıkıştırması ve içteki sorunlara
çözümü batı desteğinde arayan İnönü,1 Kasım 1945’te TBMM açılış töreninde
yaptığı konuşmayla demokratikleşme için adım atmak zorunda kalındığını şöyle
açıklıyordu: “Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti
bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda
bulunanlar teşvik olunarak teşebbüsse girişmiştir. İlk defa memlekette çıkan
tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olmaması bir talihsizliktir. Fakat
memleketlerin ihtiyaçları sevkiyle hürriyet ve demokrasi havasının tabii
işlemesi sayesinde başka siyasî partilerin de kurulması mümkün olacaktır. (…)
Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde milletin çoklukla vereceği
oylar gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin
kurulabilip kurulamayacağını ve kurulursa bunun meclis içinde mi dışında mı ilk
şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bu siyasî kurul içinde
prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde
çalışmalarından fazla, bunların, kanaatleri ve programları ile açıktan durum
almaları, siyasî hayatımızın gelişmesi için daha doğru yol, milletin menfaati
ve siyasî olgunluğu için daha yapıcı bir tutumdur.”3
Çok
Partili Siyasal Yaşam...
Türkiye Cumhuriyeti’nde çok partili yaşamın ilk
partisi 18 Temmuz 1945 tarihinde İstanbullu zengin iş insanı Nuri Demirağ
başkanlığında kurulan Milli Kalkınma Partisi olmuştur. Kurucuları arasında
TBMM’nde ilk dönem muhalefet grubundan Hüseyin Avni Ulaş ve Cevat Rifat Atilhan
gibi isimler yer almaktaydı. Genel anlamda liberal özellikler taşıyan parti
programında devletçilik ilkesi eleştiriliyordu. Milli Kalkınma Partisi
programında, seçimlerin tek dereceli ve nispi temsil sistemine göre yapılması,
iki meclisli yasama organı, cumhurbaşkanının yalnızca tek dönem için ve halk
tarafından seçilmesi gibi yenilikler savunuluyordu. Fakat bu partinin halk
nezdinde karşılığı yoktu. Bu nedenle zaten 1946'daki belediye seçimlerinde ve
1950 genel seçimlerinde başarılı olamamışlardır.
CHP içerisindeki muhalif vekiller olarak bilinen ve
parti içi demokrasinin işlemediğinden şikayetçi olanların başını çeken Celal
Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan, 7 Haziran 1945’de CHP
grubunda tarihe “Dörtlü Takrir” olarak geçecek olan önergeyi sunmuş fakat bu
önerge İnönü tarafından reddedilmiştir. Bu uyuşmazlıklar bir yana bir de
“Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”nun TBMM’den geçmesi adeta bardağı taşıran son
damlaydı. Celal Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan’ın öncüsü
olduğu CHP içindeki muhalif grubun önceliği parti içinde bir reformdu. Zira
Serbest Fıkranın ve Fethi Okyar’ın başına gelenleri çok iyi
hatırlatmaktaydılar. Fakat demokratik mücadelelerinin sonuç vermeyeceğini
anladıkları zaman, karar verdiler; 7 Ocak 1946 tarihinde “Dörtlü Takrir”
önergesinin sahipleri artık Demokrat Parti adı altında çok partili yaşama
gerçek bir muhalefet partisi olarak katılmış oluyorlardı. Aynı gün Adnan
Menderes’in Demokrat Parti’nin kuruluşunu açıkladığı demeciyle Türkiye’nin
siyasal durumu da özetlemekteydi: “Bugün Demokrat Parti resmen kuruldu. Şimdi
Türk siyasî hayatında yepyeni bir sahife açılıyor. Bu tarih, gelecek kuşaklar
için asla unutulmayacak bir kilometre taşı olacak. Artık tek parti-tek şef
sisteminin egemenliği, yalnız devlet hayatımızın dar kalıpları arasından
çıkmakla kalmayacak; aynı zamanda, milletimiz yıllarca özlemini çektiği
demokrasinin en ufuklarından özgürce nasibini alacak. Ülkemizin kalkınmaya,
ekonomik açıdan gelişmeye ihtiyacı var. Demokrasi ve kalkınma hamleleri
Demokrat Parti’nin iki temel felsefesi olacak. Kurucusu olduğum bu partinin,
politik hayatımızda sonsuza kadar devam edeceğini ümit etmek istiyorum. Bizden
sonra bu partinin başına geçecek yöneticilerin, 1946 ruhunu daima hafızalarda canlı
ve uyanık tutmaları en samimi dileğimdir.”4
1946
Erken Genel Seçimleri...
Demokrat Parti’nin halk desteğinin olduğunu bilen
CHP ve İsmet İnönü, 1947 yılında yapılması gereken genel seçimleri 21 Temmuz
1946 tarihine çekerek avantaj elde etmeye çalışmıştır. Bununla da yetinmeyen
CHP’nin o günkü öncüleri hegemonyalarını halka rağmen devam ettirmek için iki
dereceli seçim sistemi, açık oy, gizli sayım ve sayımdan hemen sonra seçmen
pusulalarının yakılması kapsayan 5 Haziran 1946 tarihli, 4918 Sayılı yasayla
Türk demokrasi tarihine kara bir leke çalmışlardır. Ayrıca Demokrat Parti’nin
seçimlere girmeyi reddetmesi halinde kapatılacağı tehditti de yapılmıştır. 41
il dışında bu kısa sürede örgütlenmesini tamamlayamayan DP karşısında 27 yıllık
tek parti döneminin imkanlarını sonuna kadar kullanan CHP arasında eşit olmayan
bir seçim yaşatılmak istendiği kesindi. Seçimlerden önce bu duruma tepki
gösteren Demokrat Parti’nin ilk başkanı Celal Bayar seçim ortamını şöyle
özetliyordu: “İdare amirlerinin halk üzerindeki tazyiki hemen her tarafta son
haddine varmıştır. Bazı yerlerde Demokrat Parti’ye rey (oy) vereceklerin
şiddetle cezalandırılacakları resmi ağızlardan ifade olunmuştur. Muhtelif
yerlerde partimiz mensuplarından birçok zevat tevkif olunmuş, bütün bu hareketlerin
memleketin muhtelif yerlerinde aynı şekilde ve aynı zamanda vukua gelmesini
bunların bir sistem dâhilinde yapıldığını ve aynı kaynağa dayandığını
göstermektedir. Bu şartlar altında serbest bir seçim olması bahis mevzuu
olamazsa da millî iradeye tercüman olması ve millî vazifesini yapmak maksadıyla
yukarda arz edilen ağır şartlar altında dahi seçime gireceğiz.”5
Baskı koşullarında yapılan ve Türk demokrasisi için
utanç kaynağı olarak tarihe geçen seçimlerin sonucu 24 Temmuz’da açıklandığında
CHP kazanmış fakat demokrasi bir kez daha kaybetmiştir. Halktan ciddi tepki
toplayan seçim sonuçlarına göre, seçimlere katılma oranının % 85’tir. Toplam
465 sandalyenin 395’i CHP’nin kazandırılmıştır. DP ise 271 adaydan sadece 64
milletvekili parlamentoya gönderebilmiştir. Parlamentoya bağımsız olarak
seçilen 6 da bağımsız milletvekili vardı. Bu sonuçlarla utanç seçimi son
bulmuştur. İstanbul’daki 27 milletvekilliğinden 18’ini alan DP, daha çok büyük
şehirlerde kazanmış, CHP ise kırsal kesimde daha fazla oy almıştır. Burada
CHP’nin 27 yıllık örgütlülüğünün yanı sıra kırsaldaki toprak ağalarına yaptığı
baskı da sonuç vermiş, CHP’ye avantajlı bir konum sağlamıştır. CHP’nin 1946
seçimlerindeki hilelerine karşı çıkan İstanbul Valisi Dr. Lütfi Kırdağ’ın
İstanbul’daki seçim sonuçları hakkında Ahmet Emin Yalman’a anlattıkları o günkü
CHP yönetiminin siyasi alışkanlıklarını ortaya dökmektedir: “İstanbul’da seçimi
DP büyük farkla kazandı. Nitekim daha sayım tamamlanmadan, farkın kapanması
ihtimali olmadığı için, durumu basına duyurdum. Ancak olaylar bundan sonra
gelişti ve beni çok güç bir noktaya getirdi. Halk Partisi Merkezi, Recep Peker
Grubu gibi ağır topların İstanbul listesinde olduğunu, bunların seçimi
kaybetmelerinin partiyi çok vahim bir çizgiye getireceğini ve ne yapıp yapıp
beş altı milletvekilinin kurtarılması gerektiğini bana bildirdi. Partinin
tutumu kesin! İstanbul Parti Müfettişi de seçim sonuçları üzerinde direniyor!
Yapacağım iki şey var: Biri, partinin teklifini reddetmek, diğeri partinin
teklifini yumuşatarak hem halk partisinin hem DP’nin 16 milletvekilliğinin yok
edilmesini önlemek. Çünkü dirensem, halk partisi benim yerime hemen bir vali
tayin yapacak ve seçimleri istediği biçime sokacaktı. Yerimde kalmak suretiyle
seçime müdahalenin büyümesine engel oldum ve DP’nin 6 milletvekilliği kaybıyla
bilânço kapandı.”6
İşte bu şartlarda yapılan 1946 seçimlerinde halkın
iradesi iktidar tarafından ayaklar altına alınmıştır. Toplumsal yankısı ise
bugünlere değin gelmiştir. Seçim sonuçlarını eleştiren gazetelere CHP tarafından
adeta savaş açılmış, İstanbul’daki muhalif gazeteler ise bizzat İsmet İnönü
tarafından kapatılmıştır.1946 seçimlerinden hemen sonra DP Genel Başkanı Celal
Bayar’ın seçimlere fesat karıştı başlıklı açıklaması şöyleydi: “Seçmenlerin
verdikleri reylerin kaydına mahsus olan ve her sandığın seçim neticesini
gösteren mazbatalar birçok yerlerde boş olarak seçim heyetlerine imza
ettirilmiştir. Bunlar sonradan ve arzuya göre doldurularak vatandaşların
reyleri üzerinde oynanmıştır. Bu suretle muhalif ve müstakil milletvekili
namzetlerinin talihi, merkezin emrine tabi olan vali ve kaymakamların elinde
oyuncak olmuştur. Bazı yerlerde resmi ve yarı resmi ağızlardan yapılan kötü
propagandalarla, isnat ve iftiraları, faillerinin düşkün seviyesine
bırakıyorum. Vatandaşlar siyasî kanaatlerinden dolayı birçok yerlerde bilhassa
köylerde tecavüze uğramışlar, tehdit edilmişler, dövülmüşler, yaralanmışlar ve
hapsedilmişlerdir. Son Ege Bölgesi ile Balıkesir ve Bursa seyahatimde gözleri
yaşlı birçok vatandaşların şikâyet mercii aradıklarını gördüm. Ankara kaza
köylerinden yüzü gözü bereli arkadaşlarımızın Demokrat Parti merkezine gelip
dertlerini acı acı anlattıklarını hepimiz biliyoruz. Memleketimizde seçim
emniyet altına alınmamıştır. Biz evvelce bu husustaki fikrimizi bir beyannamemizde
açıklamış bulunuyorduk. Demokrat Parti şunu arz etmek ister ki, seçimlere girip
girmemek hususunda karar verirken, elinde tuttuğu ölçü, parti menfaati ölçüsü
değil, yalnız ve yalnız, memleket menfaati ölçüsü takip etti ki, tek gaye de
yurtta, millî irade ve hâkimiyetin birden fazla partilerin varlığı ile teyit
olunması ve yurttaş hak ve hürriyetlerinin daha esaslı teminat altına
alınmasıdır demiştik. Biz böyle düşündük, böyle hareket ettik. Hâlbuki milletin
gözü önünde cereyan eden seçimler böyle mi olmuştur? Bizzat Ankara’da ilan
edilen netice nasıl elde edilmiştir; bunu bilmeyen, anlamayan kimse
kalmamıştır. İşte ben iddia ediyorum, hatta itham ediyorum, seçim işlerine
fesat karıştırılmıştır. Seçimler milletin hakikî iradesini göstermekten uzaktır.”7
Birçok yerleşim yerinde DP taraftarları seçim sonuçlarını protesto etmiştir.
Halkın iktidar gücü ile sindirilmesi 1950 seçimlerine kadar devam edecektir.
1938 Atatürk’ün ölümüyle ölçüsüz bir baskı düzeni kuran CHP yöneticileri
kendisinden olmayan her kesimi rejim düşmanı ilan edecek kadar saldırganlaşır.
Ülkenin siyasi hegemonyası tarafından zaten çok partili yaşama geçiş hep bir
bahaneyle sekteye uğratılmıştır. Türk halkının manevi ve ekonomik ihtiyaçlarını
görmezden gelen CHP idarecileri, bağımsızlık savaşında üstün bir başarı ve
cesaret gösteren halkından kopuk şekilde, ülkeyi baskı ile yönetebileceği
yanılgısına düşmüştür. Atatürk’ün hayal ettiği halk egemenliğine dayalı
cumhuriyet rejimini de sadece kendilerine mal etmeye çalışmışlardır.
12 Temmuz 1947 Beyannamesi ve Türk
Demokrasine katkısı...
1946 seçimlerinden sonra TBMM’nde CHP ve DP arasında
yaşanan tartışmalar, ülkede kutuplaşma yaratmış ve ülkeyi çatışma ortamına
sürüklemiştir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün dış baskıları da dikkate alarak
muhalefet ve iktidarın eşit şartlarda yaşam bulması yönünde attığı belki de en
önemli adım 12 Temmuz Beyannamesini açıklamasıdır. 12 Temmuz Beyannamesiyle
İnönü, iktidarın gücünü sınırlamış, yasalara bağlılığı da memlekette yeniden
tehsis etmiştir. Demokrat Parti yöneticilerinin 1946 seçimlerine olan tüm
kızgınlıklarına rağmen bu çağrıya olumlu cevap vermeleri, Türk demokrasisinin
komadan çıkmasına ve halk iradesinin yeniden şekillenmesine yardımcı olmuştur.
İsmet İnönü’nün Türk demokrasi tarihine bence yaptığı ilk ciddi katkı 12 Temmuz
Beyannamesidir. 12 Temmuz Beyannamesinin çıktığı dönemde Başbakan koltuğunda
Recep Peker oturmaktaydı. Peker, diktatör denecek kadar baskıcı ve DP’yi devlet
ve rejim düşmanı olarak gören bir kişiydi. DP nin güçlü isimlerinden Mukerrem
Sarol bu beyannameyi yıllar sonra neden kabul ettiklerini şöyle açıklamıştır:
“12 Temmuz Beyannamesi, bu beyannamenin çıktığı zamanda ve bundan evvel, 21
Temmuz Seçimini yapan hükümetin, millete karşı aldığı tavır ve hareketin ve
baskının aksülamelidir. 21 Temmuz seçimlerindeki hareketin ve ondan sonra Recep
Peker hükümetinin tedhiş ve tazyik politikasının yürümeyeceğine dair kanaatin
ifadesidir. Bu beyannameyi çıkarmak iyi mi olmuştur fena mı olmuştur? Bu
beyanname dolayısıyla bizim karşımıza iki yol çıkmıştı. Birisi ihtilal yolu
idi. İğtişaş ve isyan yolu idi. İkinci yol, memlekette istikrarı muhafaza
ederek, müşkül dahi olsa, zaman kaybı dahi olsa istikrar yolunu tercih ettik.
Yolumuz dahi olsa, sükun ve istikrar gibi netice almak prensibini tercih ettik.
Bugün 12 Temmuz Beyannamesinin hafif de olsa faydası görülmüştür. Fakat
reddetmek. Neyi reddetmeliydik? Reddedince elimize ne geçecekti? O zaman “Bu
efendilere eşit muamele yapılmasını taahhüt ettik. İdarecilerin bir taraf
vazife görmelerini vaat ettik, bir kardeşlik duygusunun aratılmasına hizmet etmek istedik, fakat
onlar bütün bunları reddettiler” diyeceklerdi. Biz böyle bir teklifi reddedince
tarihe karşı mesul olduk. Kabul ettik arkadaşlar. Hatta teşekkürle kabul ettik.
Burada bazı arkadaşlar, “Bundan ne fayda gördük?” dediler. Her şeyi o günkü
şartlarla mütalaa etmek lazımdır. O şartlar değiştikten, ferahlı an geldikten
sonra, o zamanki meseleler mütalaa edilirse daima hataya düşülür. O günlerde
Demokrat Partiye girmek, partide faal ve enerjik rol almak, adeta bir macera,
bir tehlike idi.”8 Türk Siyasal hayatında 12 Temmuz Beyannamesini çatışma
çözümüne bir başarı örneği olarak tanımlayan akademisyen Hüseyin Seyhanlıoğlu
bu durumu şöyle özetlemektedir: “12 Temmuz Beyannamesi DP’yi muvazaalı,
iktidara gelmez gibi göstermiş ve DP’yi ortadan ikiye bölmüşse de, gerek
ülkenin siyasi istikrarı, gerekse de DP’nin daha homojen olması açısından
olumlu etkiler göstermiştir. Sonuç olarak da DP’ye iktidar yolunu açılmıştır.”
9
Demokrat Parti 20 Haziran 1949’da 2. Büyük
Kongresini gerçekleştirecek ve orada bir dizi kararlar alacaktır. 12 Temmuz
Beyannamesini kabul eden DP’ye karşı Millet Partisi’nin yönelttiği danışıklı
muhalefet eleştirisinin önünün kesilmesi için “Milli Teminat Andı” diye tarihe
geçen bir bildirge ortaya çıkartıldı. Bu andın içeriği şöyleydi: “... Oylara
tecavüz edilirse, yani seçimde hile yapılırsa, halk meşru savunma durumunda
kalacaktır. Meşru savunma yasal yollardan yapılacaktır ama, hile yapan yönetim
de ulusun husumetiyle karşılaşacaktır.” 10 Muhalefetin baskısı karşısında
hükümet 1950 Şubat’ında TBMM’ne yeni bir seçim yasa tasarısı getirir. Yasa ilk
kez seçimlerde yargı denetiminin de olacağını ve nisbi temsil yerine çoğunluk
dizgesinin getirildiğini onaylıyordu. DP vekillerinin de desteğiyle bu tasarı
kabul edilmiştir. CHP’li idarecilerin bir kısmı halen bugün bu yasayla 1950’li
yıllarda DP’nin CHP’ye üstünlük sağladığını iddia etmektedirler. Bence bu eksik
bir değerlendirmedir. Demokratik ortamdaki ilk seçimlerde Türk Halkının ciddi
desteğini almayı başaran DP’nin esas gücü, özgürlükçü yapısından ve halkını iyi
etüt etmesinden gelmekteydi.
1950
Seçimleri ve Günümüze Yansımaları...
Demokrat Parti 1950 seçimlerinden zaferle çıkmıştır.
Yargı denetiminde yapılan seçimler sonucunda, 487 sandalyeli TBMM’de, DP
oyların %52,68’ini alarak 415 milletvekili kazanmıştır. CHP ise oyların %
39,45’ini alarak 69 milletvekilline gerilemiştir.Millet Partisi’nin 1 ve
bağımsız kazanan vekil sayısı ise 2’dir. Demokrat Partililer bu sonuçları
"Yeni Türkiye"nin başlangıcı olarak değerlendirmekteydi. 1950
Seçimlerinde DP kullandığı slogan ve afişlere baktığımızda bugün AKP
yöneticilerinin de neredeyse aynı argümanlarla ve söylemlerle muhafazakar ve
yoksul kesimden destek aldığını net şekilde görebiliriz. AKP hareketi DP’nin yarattığı siyasal gelenekten
yararlanmıştır. CHP ise halen aynı argümanlarla yoluna devam etmeye
çalışmaktadır. 1950-1960 yılları arasındaki DP iktidarları döneminde hızlı bir
kalkınma yaşayan Türkiye gerçeğinin canlı tanıklarının birçoğunun şu anda hayatta
olmaması ve o günün gençlerinin de 70-80 yaşlarında olmasına rağmen geniş bir
kesimin siyasi düşüncesi olarak halen canlılığını koruduğunu söylemeliyim. Çok
küçük bir misal olsa da 1948’de Türkiye’deki Traktör sayısı 1756 iken 1950 DP
iktidarında bu sayı 9905 olmuş, 1956’da ise traktör sayısı 43,727’ye
ulaşmıştır. Tarımsal alandaki bu atılım, DP iktidarlarının Türkiye’yi ekonomik
olarak nereden alıp nereye götürdüğünü açıkça ortaya koyması açısından oldukça
önemlidir. Konumuz açısından yoksul halk yığınlarının imdadına yetişen
kurtarıcı beğensek de beğenmesek de Demokrat Parti hükumetleri olmuştur. Peki
daha sonraki yıllarda askeri darbeler ve devlet baskısıyla kontrol altına
alınan CHP karşıtı bu kesimin siyasi olarak tekrardan güçlenip canlanması nasıl
olmuştur?
Toplumların anımsama ve belleklerinde taşıdıkları
sembollerin öyle kolay yok olmadığını kabul etmeliyiz. Bugün AKP iktidarının
2018 Seçimleri sonrasında “Yeni Türkiye” söylemi yeni değildir. AKP
propagandalarının şekillenmesinde tarihsel arka plandan çok ciddi destek
alınmıştır. Türk halkını iyi etüt eden AKP idarecileri 2000’li yılların
başından beri yaklaşık 18 yıldır her seçimden zaferle çıkmayı başarmıştır. CHP
ise tek parti dönemindeki yapısını korumakta, halkının tüm kesimlerine ulaşmakta
zorlanmaktadır. Bu zinciri 2018 Başkanlık seçimlerinde kırmayı kısmen başaran
ve CHP’nin klasik yapısının dışında bir propaganda yürüten Muharrem İnce, CHP’nin
yenilenmesi için bir şanstı. Fakat CHP’nin değişmez siyasi statükosu Muharrem
İnce’yi de sıfırlamaya çalışmıştır. Türkiye’nin gerçek anlamda
demokratikleşmesinin önündeki en büyük engellerden biri de AKP’nin CHP’lileşme
çarkına girerek Türkiye’yi tek partili dönemdeki gibi bir yapıya yönelme tehlikesidir.
Türk halkının önünde ciddi ekonomik krizler olduğu aşikarken, özgürlükleri CHP
anlayışıyla ortadan kaldırırsanız “Yeni Türkiye” yaratamazsınız. Bu ancak eski
tek parti döneminin Türkiye’sinin militarist bir zümre yerine, muhafazakar
sivil bir zümre tarafından şekil değiştirmiş bir halde “Eski Türkiye”ye dönmenize
yol açar. Bu da uzun vadede baskı altına aldığınız, özgürlüğünü kısıtladığınız
kesimlerin daha da kenetlenip, güçlenmesine ve iktidarı ele geçirmesine yol
açacaktır.
Son
dönemlerin en popüler sorusu:“ AKP neden Kazanır,CHP neden Kaybeder?
Tarihsel arka plan iyi incelendiğinde CHP’nin
içerisinde değişmeyen bir statüko’nun olduğu gerçeğiyle karşılaşmaktayız. Ateş
İlyas Başsoy’un 2014’de kaleme aldığı “AKP neden Kazanır, CHP neden Kaybeder?”
adlı kitabını okumanızda yarar vardır. Antalya Belediye seçimleri üzerinden
CHP’nin değişmez statükocu yapısını ve AKP’nin halkını etüt etmedeki başarısını
çok net örneklerle görmekteyiz. Başsoy, kitabında konuyu dar kapsamda sadece
reklam ve propaganda açısından ele alınmış olsa da burada Başsoy’un yaşadığı
CHP deneyimi bizlere halen CHP’nin içerisindeki statükocu yapının mevcudiyetini
koruduğunu göstermektedir. Bugün yazılı basın, sosyal medya ve Televizyon gibi
propaganda kanallarının neredeyse tamamını egemenliği altına alarak kullanan
AKP iktidarı, “Yeni Türkiye” söylemi için belli sembollere sahiptir. Örnek
vermek gerekirse, Rabia işareti,15 Temmuz Darbesine karşı Türk halkının
direnişi ve bunun sembolleştirilmesi, 15 Temmuz Köprüsü, Türk lirasındaki yeni
TL, demir bir liralıklardaki değişiklikler vb. Peki bu 15 Temmuz Darbe
girişimini veya seçilmiş adıyla 15 Temmuz Kalkışması gerçeğini yok saymak, FETÖ
yapılanmasını görmezden gelmek doğru mu? 15 Temmuz gecesi olanları sadece
komplo teorileriyle değerlendirirseniz, bu kesinlikle yaşananları ve tarihi
inkar etmek olur. Bu yaklaşım bize tarihin bahşettiği doğru analiz yapma
şansımızı kaybettirir. Halkın iradesine demokratik yollarla ulaşmanın kapısını
aralamayı imkansızlıklara rağmen Muharrem İnce başarmış görünüyor. CHP’nin
statükocu yapısının artık değişmesi, AKP iktidarının da CHP’leşmemesi ve Türk
Demokrasisinin önünü açarak Türkiye halklarının güzel günler görmesini
diliyorum.
Dipnotlar
1)Ahmet AĞAOĞLU, Serbest Fırka Hatıraları, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1994, s. 226.
2)Kemal KARPAT, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Nisan 2010, s. 68.
3)Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü DergisiYıl: 2012/2, Sayı:16’dan naklen, TC Resmi Gazete, Sayı:6147 (2
Kasım 1945), s.9567.
4)Taşkın TUNA, Adnan Menderes’in Günlüğü, Şule
Yayınları, İstanbul, 2002, s.15.
5)Celal BAYAR, (Der. Özer ŞAHİNGİRAY), Celal
Bayar'ın Söylev ve Demeçleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, Kasım
1999. s.60.
6)Mükerrem SAROL, Bilinmeyen Menderes I, Kervan
Yayınları, İstanbul, 1983, s. 224.
7)Celal BAYAR, (Der. Özer ŞAHİNGİRAY), Celal
Bayar'ın Söylev ve Demeçleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, Kasım
1999. s.61-62
8)Mükerrem SAROL, Bilinmeyen Menderes I, Kervan
Yayınları, İstanbul, 1983, s. 90
9)Hüseyin Seyhanlıoğlu, Süleyman Demirel
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü DergisiYıl: 2012/2, Sayı:16
10)Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın
Tarihi, İmaj Yayıncılık, Dördüncü Baskı, Ankara, 2001,S:231
Akp nin art arda gelen seçim galibiyetlerine kadar bir çok konuda yazıdaki yorumlarınıza katılsamda son olarak yapılan akp halkı iyi etüd ettiği için kazandı yorumu yanlıştır, akp iyi etüt etmiyor, iyi yönlendirme ve yönetme işini yapıyor. Halk akp giderse A partisi yapamaz, B partisi yapamaz, C partisi beceremez diyerek akp nin alternatifi olmadığına ikna ediliyor, siyasi reklamını halkın bilinç altına kendi adamları tarafından bu düşünce pompalatıp, bir şeyi 40 sere söylersen olurmuş misali kabul görmesi sağlanıyor.
YanıtlaSilBelediye seçimlerindeki bütün pislikler bu yüzden yapıldı, oy çalındı vs ve sonuç olarak seçilmiş başkanlara görevlerini yaptırmayarak halka yine bunlar bu işi beceremiyor algısı yaptırmaya çalışıyor, Geçmişteki hatalar yani kuruluş yıllarındaki demokrasiye uzak yaklaşımları eleştirmek için Osmanlı devletininde aynı yönetimde olması gerekiyorki,öyle bir yönetimden böyle bir yönetime geçilmesine Halka bir çok hak tanınmasına rağmen serbes fırka nın girmesiyle osmanlıya dönme eğiliminden halkın Cumhuriyeti hala anlayamadığını görebiliyoruz, Bugün durum farklımı %10 hala eski rejimi savunuyor, yani Hala bu yönetim biçimini anlamayan kerameti padişahta gören kişiler varlığını sürdürüyor,
Ve ve akp nin halktan aldığı oyun en büyük sebebi "din" pazarlamasıdır, bunu yok diyen ya saftır yada çıkarı icabı görmüyordur, Onun için ilk iktidara geldiği 2002-2010 a kadar olan dönem evet Halk güvendi oy verdi,(2002 deki seçimde DYP 9.5 oy aldı, mhp 8.3 luk oy oranlarının göz önünde bulundurusak %34 oy ile çoğunluğu elde etmesi halk desteğini aldı kelimesini boşa çıkarıyor) Yani akp halkı iyi etüt etti tepki oyları ile %34 oy aldı yani 3 kişiden biri akp ye oy verdi ve bu oy ile %70 yakın bir vekil elde etti, dyp %0.5 daha oy alsa akp hükümet bile kuramıyordu, bunları göz önüne alarak yorumunuza katılmıyorum.