27 Ocak 2013 Pazar

KIBRIS’TA AYDINLAR VE AYANLAR


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

KIBRIS’TA AYDINLAR VE AYANLAR
Aydın kelimesinin Türk Dil Kurumunca belirlenen sözlük meali; ışık alan, ışıklı, kültürlü, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver olarak belirtilmektedir. 1 Fakat bu tanım toplumsal açıdan bakıldığında, sade, içi doldurulmaya mahkûm bir sözcük olarak durmaktadır. Peki ama bu sözcükle tanımlanan toplumun ışığı, kültürlü, görgülü ve öngörülü kişi veya Aydın kimdir?
Önce, Aydınlanma Çağı olarak tanımlanan, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’dan dünyaya ışık veren, o güne kadarki değişmez, eski geleneksel düşünceyi akılcı yaklaşımlarla, önyargılardan ve ideolojilerden yeni bilgilerle özgürleştirip, kurtarmayı, geliştirmeyi amaçlayan düşünsel bir gelişimi tanımlayan Aydınlanma Akımı’na bakalım; bu dönemin “Aydın”larını hakkında hepsinin aynı türden düşünceleri ve görüşleri paylaşmadıklarını kolayca görüyoruz.  Bazı konularda taban tabana zıt olduklarını biliyoruz. Fakat, bu düşünce ortamının etkisiyle oluşan atmosferin dünya halklarının geleceğini şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Chris Harman, bu aydınların ortak yanları için şöyle diyor: “Paylaştıkları şey, ampirik (deneysel) bilgiye dayanan rasyonel anlayışın gücüydü”.2


Batı’dan dünyaya yayılan bu akımın etkisi büyük oldu. Batı’yı kıskacına almış eski yargılar ve düşünceleri kırma mücadelesi içinde olan aydınlanma düşünürleri, devrimci değillerdi. “Onlar, üst sınıfları sponsorları olarak gören muhalif entelektüellerdi. Umutlarını toplumun yıkılmasına değil, düşünce savaşını kazanmak yoluyla onun ıslah edilmesine bağlamışlardı. Diderot Rus Çariçesi Büyük Katerina’yı ziyaret etmekte; Voltaire Prusya Kralı Büyük Frederick’le işbirliği yapmakta bir çelişki görmüyordu. Onların ortamı, d’Holbach’ın karısı tarafından haftada iki kez düzenlenen ‘salon’ toplantılarında, Diderot, Hume, Rousseau, gelecekteki Amerikan Lideri Benjamin Franklin ve radikal kimyacı Joseph Priestley’in, Napoli Büyükelçisi Lord Shelbourne, gelecekteki Fransız krallık danışmanı Necker ve Brunswick prensinin bir araya geldikleri bir ortamdı”.3
Bu devrin aydınları, içinde yaşadıkları toplumların bir kısım temel dayanaklarına meydan okuma cesareti gösterdiler. Fakat bu, sınırları olan, belli ölçüde çıkar güçlerini dikkate alan bir meydan okumaydı. Bu dönemin aydınlarının insanlığın gelişimine kattıkları en önemli değer, toplumların nasıl örgütlendiği konusunda temel sorular ortaya atmış olmalarıdır. “Voltaire’in Candide’i, Avrupa’da hiçbir devletin halkın ihtiyaçlarını karşılayamadığını ima ediyordu. Rousseau, kitlelere çok fazla güveniyor görünmese de, Toplum Sözleşmesi’ne, şu devrimci düşünceyle başlıyordu: ‘İnsan özgür doğmuştur; ama her yerde zincirler içindedir’. Filozoflar d’Holbach ve Helvetius, doğa ve toplumun, her türlü tanrı düşüncesini reddeden, baştan aşağı maddeci bir çözümlemesine kalkmışlardı. Doğa bilimci Buffon, hayvan türlerinin hemen hemen evrimci bir teorisini ortaya atmıştı. İskoç Adam Ferguson ve Adam Smith insan toplumlarının, avcılık, hayvancılık ve tarım aşamalarından geçerek ilerlediğini görmüşler ve böylece toplumsal gelişmenin maddeci anlayışının temellerini atmışlardı. Aydınlanma entelektüelleri daha önce hiç kimsenin yapmadığı kadar insanı ve insanların kurumlarını anlamaya çalışmışlardı”.4
Aydınlanma Çağı düşünürleri, Avrupa’nın dört köşesinde entelektüel tartışmaya egemen olmuşlardı. Karşıtlarını savunmaya ittikleri göz önüne alındığında düşüncelerinin kısmen ‘hegemonik’ olduğu söylenebilir. Diderot, Encyclopedie’de gayesinin genel düşünce biçimini değiştirmek olduğunu yazmıştı. “Aydınlanma düşünürleri, yönetici sınıf entelektüelleri de dahil, entelektüellerin düşüncelerine çok başarılı bir şekilde meydan okudular ve bu, iki yüzyıl önceki Reformasyon’un meydan okuyuşundan çok daha uzun erimli bir meydan okuyuştu. 1780’lere gelindiğinde Voltaire ve Rousseau’nun eserleri ‘muazzam bir kitle’ye hitap ediyordu ve Encyclopedie’nin ucuz (çoğu kez korsan) kopyaları, Diderot’un kendisinin hiç ummadığı kadar çok sattı. Ansiklopedi ‘eski rejim’in burjuvaları arasında da yayıldı’ ve ‘ilerici bir ideoloji… Toplumsal yapının en arkaik ve en aşınmış kesimlerine nüfuz etti”.5
Tüm bunlara rağmen aydınlanma düşünürleri, toplumu ıslah etme konusundaki gayelerinde pek başarılı olamamışlardı. Chris Harman’a göre, Voltaire 1778’de umudu kırık bir şekilde ölmüştü. Voltaire’in ölümünden sadece 6 yıl sonra “Kant, her ne kadar ‘Aydınlanma Çağı’nda yaşıyorsa da… Çağın kendisinin aydınlanmamış olduğuna değinecekti”6 Bu dönemle ilgili alınacak en önemli ders, düşünceleri değiştirmek, toplumu değiştirmekle aynı anlamı taşımıyordu. Tarihteki yerleri gereği ‘Klasik Aydın’ konumuna düşen bu dönemin düşünürleri çok büyük bir ateşin de kıvılcımı olmuşlardır.
Bizim ülkedeki Aydınlara gelmeden önce çağdaş Aydın profiline giden yolda, İtalyan Marksist devrimci Antonio Gramsci’nin “Aydın” tanımlamasından kısaca söz etmek gerekiyor.  Gramsci, aydınları gelenekçiler ve organik aydınlar diye ikiye ayırmaktadır; Geleneksel aydınlar kendilerini, yanlış biçimde, toplumsal sınıflardan özerk görür ve sosyo-politik değişimin üstünde ve ötesinde bir süreklilik arz ettiklerini sanırlar. Gramsci bunlara örnek olarak;  yazarlar, filozoflar ve din adamlarını göstermektedir. Gramsci’nin fikriyatında Organik aydınlar ise, kendi sınıflarının kolektif bilincini ya da ideolojisini, siyasal, toplumsal ve ekonomik düzlemde dile getirenlerdir. “Tarihsel olarak ilerici sınıfın aydınları, mevcut koşullarda öyle bir çekim gücüne sahiptir ki, diğer toplumsal grupların aydınlarını son tahlilde kendilerine tabi kılarlar; böylelikle tüm aydınlar arasında bir dayanışma sistemi yaratıp, aralarında çeşitli psikolojik bağlar ve kurumsal bağlar geliştirirler”. Ben de bu organik ilişki ve bağların toplumların dönüşümünde hayati önem taşıdığını düşünüyorum. Zira düşünceleri değiştirmek, toplumları değiştirmekle ve dönüştürmekle aynı şey değildir.
Öte yandan tarih bize ne öğretiyor dersek, David Hume’un şu sözlerine katılmamak mümkün mü? “İnsan türü tüm zamanlarda ve mekânlarda öylesine aynıdır ki, bu özellik nedeniyle tarih bize yeni ya da yabancı hiçbir şey hakkında bilgi vermez. Onun başlıca yararı ise bize insan doğasını birçok koşul ve durumda göstererek ve böylece gözlemlerimizi oluşturacağımız materyali sağlayarak ve bizi insan davranışının düzenli işleyişine aşina hale getirerek insan doğasının daimi ve evrensel ilkelerini keşfetmemize imkân tanımasıdır”.
Ülkemizde son yıllarda toplumun ne kadar duyarsız olduğu konuşulur oldu. Toplumun ışığı olan “aydınlar” ise; gelenekçi yapılarını muhafaza edenler (statükocu) ve son 10 yılda harekete geçen, yeni bir grup olarak karşımıza çıkıyorlar. Toplum, sistemsiz bir sistemin içinde hapsolmuş, karanlık bir dönemden geçiyor. Bu karanlık dönem içerisinde Gramsci’nin “Organik Aydın” tanımına yaklaşan ve son 10 yılda üretkenlikleri artan aydınlarımızın toplumun değişimi ve dönüşümü için mücadelesi umut edelim ki pozitif yönde gelişsin. Zira bu azınlık grubun mücadele etmesi gereken bir de Kıbrıslı Ayanlar vardır. Bu konunun daha iyi anlamlandırılması için “Ayan” tabirini açıklamakta fayda vardır.
 Osmanlı döneminde ve öncesinde de köy ve şehir ileri gelenleri için Arapça kökenli “Ayan” tabiri kullanılırdı. Bu kişiler, bulundukları yerlerde etkili ve zengin kişilerdi. Osmanlı Klasik düzeninin 16. yüzyılın ortalarından itibaren bozulmaya başlamasının bir sonucu olarak, vergi toplama işinin mukataa yöntemiyle mültezimlere (kesimcilere) açık artırmayla verilmesi, Ayan sınıfının Osmanlı Devleti içerisindeki gücünü ve toplum üzerindeki etkinliğini artırdı. Daha sonraki yıllarda özelikle Osmanlının, bu toprakları malikâne usulüyle ayanlara vermesi, “Miri Toprakların”7 bu gibi kimselerin ve ailelerinin eline geçmesine yol açtı. Ayanlar zamanla devlet ve toplum arasında aracı bir sınıf haline dönüştü. Kendi egemenlik alanlarında yönetimi ele geçirdiler. Osmanlı’daki otorite boşluğunun oluşmasını fırsat bilen ayanlar zamanla sadrazamlık makamına (1808 ) kadar uzanmışlardır.8 II. Mahmut’un sadrazamı olan Ayan Alemdar Mustafa Paşa, Padişahı ikna ederek devletin dağılmasını önlemek “maksadıyla” tarihe Sened-i İttifak olarak kaydı düşen belgeyi hazırlamıştı. Bu belge yürürlüğe girememişti. Fakat burada konumuz gereği üzerinde duracağımız Ayan sınıfının ne derece güçlendiğidir. Osmanlı Devlet düzeni içerisinde, topluma ağır vergi yükümlülüğü ve rüşvetin tadından yenmeyen bir meyve olduğunu hissettiren Ayan sınıfı, devletin yozlaşmasına ciddi bir katkı koymuştur. Ayanlara bu açıdan baktığımızda, 1974 sonrası Kuzey Kıbrıs’ta oluşan patronaj sistemi içerisinde bizim de ayanlarımız olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Son zamanlarda siyaset kurumunun gelenekçi aydınlarla prim arayışları ve bizim Ayanlarla ortak yol bulma çabalarını gözlemliyoruz.
Bizim ayanlar derken hangi kesimden bahsediyorum: İş insanı olarak tanımladığımız ve ülkenin sözde geleceğini kurtaracak planları olan Kıbrıs halkının topraklarını devletimizi yüceltmek için sudan ucuz değerlerle ele geçirenler mi dersiniz, yoksa Lefkoşa Türk Belediyesi batırılmadan önce devletin bir organı olmayan ama LTB’ni borçlandırarak, sözde yardım edenler mi dersiniz, yoksa olağanüstü hal çağrısını andıran mektubu Cumhurbaşkanı makamına yazan mı dersiniz, yoksa her seçim UBP’ne maddi yardım verdiğini söyleyen gece kulübü sahipleri mi dersiniz, dersiniz de dersiniz...
Burada esas üzücü olan bu kesimleri sponsorları olarak gören “Geleneksel Aydınların” her fırsatta insani akıl yerine ekonomik akıl diye başlayan konuşma ve yazılarıdır. Maalesef, Siyaset Kurumu da Gramsci’nin organik aydın olarak tanımladığı çağdaş Aydın profiline yakın aydınlarımızı dinlemek, onlarla psikolojik ve kurumsal bağ kurmak yerine onları siyasette rakip görüp, gelenekçi Aydın grubuyla yollarına devam ediyor. Bana göre devletin (K.K.T.C) devamı için bizim ayanlardan biri olan Cemal Bulutoğulları’na tanınan imtiyazlar sonucunda dolaylı yoldan değil direkt yönetim hakkı verilmesinde o günlerin klasik aydınları olan düşünürlerimizin payı büyüktür. Ülkenin karanlığa büründüğünün sembolü haline gelen LTB örneği bizlere bir kez daha göstermiştir ki, 1974 sonrası yaratılan Padişahlık makamı ile ayanların yapmış olduğu Sened-i İttifak’ın artık hükmü bitmiştir. Burada toplumsal olarak aydın kesimin saflarını belirlemesi şarttır. Ya ayanların ülke siyasetini kendi çıkarları lehine toplumsal çıkarları ezerek kullanmalarına ve yaltakçılığa devam edecekler ya da Gramsci’nin organik aydın profiline yakın olan aydınlara tabi olarak toplumsal geleceği aydınlatacaklardır. Gramsci’nin organik Aydın profiline yakın olan ve son 10 yılda üretkenlikleri, toplumsal varoluşumuza gösterdikleri hassasiyetleriyle öne çıkıp bu boşluğu dolduran Feminist Atölye Aktivistleri, Baraka Kültür Merkezi Aktivistleri, İnsan Hakları Vakfı üyeleri ve Akademisyenlerden oluşan bir grubun siyaset kurumu tarafından tehdit olarak görülmesi tam manasıyla ülkedeki Ayanların ekmeğine bal sürmektedir. Tarih’ten alacağımız ders aynı zamanda deneyimlerimizin nasıl oluştuğuyla da ilgilidir: “ Aniden karşımıza çıkarsa, buna tesadüf denir ve deneyim olur; özellikle amaçlandığındaysa deney adını alır. Ama bu tür deneyim, sapları dağılmış bir çalı süpürgesinden başka bir şey değildir. Tıpkı gece yarısı yolunu kaybeden birinin doğru yolu bulma umuduyla bir o yana bir bu yana dönüp durarak yolunu araması gibidir, yani el yordamıyla kaydedilen bir ilerlemedir; oysa bunun için sabahı beklemek ya da bir ışık yaktıktan sonra ilerlemek çok daha temkinli ve yararlı olacaktır. Deneyimin gerçek düzeni ışık yakmakla başlar, böylece yol aydınlanır, düzensiz ve muğlâk denemelerden değil, düzenli ve sindirilmiş deneyden yola çıkılır; önce aksiyomlar tümdengelim yoluyla ortaya konur, sonra yeni deneylere doğru yol alınır”.9

Geçen haftaki yazımda, yapmış olduğum ve yazı yayınlandıktan sonra fark ettiğim hatadan dolayı, yani; referans belirtmediğim için siz değerli okuyucularımdan ve bu ülke için gaile çeken dostlarımdan özür dilemeyi borç bilirim. Doğum günümde beni arayarak evrensel değerler ve “etik kurallar gereği sana ulaşmak istedim” diye cümlesine başlayıp bana karşı hassasiyet gösteren, benim bu yazıyı erkene almamı sağlayan, sevgili hocam Tufan Erhürman’a çok teşekkür ederim.




1 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 10. Baskıdan yapılan tıpkıbasım, Ankara, Ekim 2009, S:157
2 Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:242
3 D. Twitchett (Ed.) Cambridge History of China, cilt 3, S:30’dan naklen Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:242
4 Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:244-245
5 Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:245
6  L C J Mo, Commercial Development, S:20’dan naklen Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:242
7 Osmanlı’da toprak düzeninde, devlete ait topraklardır. Bunlar devletin olmakla beraber, ekip-biçmek ve boş bırakılmamak şartıyla yine eski sahipleri üzerinde bırakılıyordu. Kendilerine arazi verilenler, şartlara uyarak, o toprağı ekip biçerler ve öldükleri zaman bu yerler vergisini vermek suretiyle çocuklarına kalırdı. Ancak bu topraklar onu işleyenlerin özel mülkü olmadığı için alınıp satılamaz, vakıf yapılamaz ve hibe edilemezdi.
8 Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, II. Mahmut’un tahta çıkması olayında İstanbul’a askerleriyle gelip zorla saraya girerek ve II. Mahmut’un hayatını kurtaran kişi olarak tarih sayfalarına yazıldı. II. Mahmut kardeş katlinden kurtarılmıştı. Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa da sadrazamlık makamını ele geçirmiş oldu.
9 Agamben, Giorgio, Çocukluk ve Tarih- Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme-, Kanat Kitap, I. Baskı, Mart 2010,  S:20

13 Ocak 2013 Pazar

S.N.A.P


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

S.N.A.P  
ABD Ordusu, FBI, CIA başta olmak üzere birçok ülkede profesyoneller ve hükümet yetkilileri tarafından kullanılan Stratejik Dolaylı Analiz ve Profil  (S.N.A.P ); beden dili, sezgi veya tahminlere dayanmayan, psikoloji temelli bir sistemdir. Bu sistemi siz değerli okuyucularımıza biraz anlatarak, bizim siyasetçilerin analizini sizlerin takdirine sunmak istiyorum.
İnsanların güven seviyelerini ölçmek, doğru mu, yalan mı söylediğini anlamak için bazı fiziksel işaretler değerlendirilir. Beynimizdeki sinir uçlarının iletişiminden doğan bu istek dışı hareketler bizleri ele vermektedir. Yaygın şekilde bilinen güven işaretleri; gülümseme, göz teması ve avuçların gösterilmesi vs. Fakat bu güven işaretleri kolayca taklit edilebilmektedir. Biz ise gözlemlemesi kolay ve taklit edilmesi neredeyse imkânsız olan daha karmaşık bazı etkenlere bakacağız.

Kişinin son derece aşırı rahatsız olduğu korku durumlarında, iki önemli davranıştan birini gözlemlersiniz: Ya duygusal açıdan son derece tetikte olduğu için gözleri fıldır fıldır döner ve dikkati kolayca dağılır ya da donup kalır ve tam aksini yapar. Bilindik ‘araba farında donup kalan tavşan’ benzetmesi tam bir örnek olabilir. Kişinin çok az kontrol edebildiği diğer istem dışı tepkiler ise; yüzün kızarması veya sararmasıdır. Nefesin hızlanıp hızlanmadığına, terlemenin artıp artmadığına bakın. Buna ek olarak bu denli korku içindeki kişiler, kendini sakinleştirmek için nefesini kontrol altına almaya çalışır. Sakinleşme çabaları derin, rahatça duyulabilir nefes alıp vermeler olarak gözlemlenir. Seste veya vücutta titreme meydana gelir. Karşınızdaki kişi ellerini gizliyorsa, kontrolsüzce titrediklerini görmenizi istemiyor olabilir. Sesi çatlayabilir ve konuşmakta zorlanabilir. Kişi gerginken yutkunma zorluğu ortaya çıkar. Örneğin; üzüntü veya korku ifade etmek isteyen film oyuncuları genellikle bu davranıştan yararlanırlar; böylece ifade ‘boğulur’. Boğazını temizlemek de gerginlik işaretidir. Endişe, boğazda balgam oluşmasına yol açar. Kalabalık karşısında konuşurken heyecanlanan konuşmacı, genellikle başlamadan önce boğazını temizler. Ses değişiklikleri de önemli bir veridir. Kişi gergin olduğunda, diğer tüm kaslar gibi ses telleri de gerilir ve kişinin daha yüksek sesle konuşmasına neden olur. Bu açıdan bakıldığında son zamanlarda Başbakan İrsen Küçük ve Maliye Bakanı Ersin Tatar’ın yapmış olduğu avaz avaz konuşmalar veya seçimlerde hemen hemen her soru karşısında ‘araba farında donup kalan tavşan’ benzetmesindeki gibi Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu örnek olarak verilebilir.

Gelelim S.N.A.P sisteminin diğer bir analiz aracı olan ‘Gözlere’; gözler halk arasında ruhun aynasıdır. Fakat bilim dünyasında ‘beynin’ aynası olarak betimlenir. İnsanlar gergin olduklarında göz kırpma hızları artar. Gergin ve kendine güveni olmayan kişileri ortaya çıkartmak açısından göz kırpma eylemi önemli bir analiz aracıdır: 21 Ekim 1996’da yayınlanan bir Newsweek makalesinde, Boston Koleji’nden Nöropsikoloji Profesörü Joe Tecce, önceki seçimlerde Bob Dole ve Bill Clincton arasındaki başkanlık tartışmalarıyla ilgili olarak buna dikkat çekmişti: “Televizyona çıkan biri için normal göz kırpma hızı, dakikada 31 ila 50 keredir. Bob Dole ise dakikada ortalama 147 ve saniyede 3 kere gözlerini kırpıştırıyordu. Ülkenin dört yıl öncekinden daha iyi durumda olup olmadığını sorulduğunda, göz kırpma hızı dakikada 163’e çıktı. Clincton dakikada ortalama 99 kere göz kırpıyordu ve ergenlik çağındaki gençler arasında uyuşturucu kullanımının artmasıyla ilgili sorular sorulduğunda, en yüksek hızı 117 olmuştu. Profesör Tecce, 2000’den önceki son beş seçimde, göz kırpma hızı daha yüksek olan adayın seçimi kaybettiğine dikkat çekmişti”.

Bundan sonra, ülkemizdeki televizyon programlarına devamlı konuk olan siyasetçilere birde bu gözle bakmakta yarar vardır. Tabi burada, onlara soru soranların da tarafsız olması ve siyasetçilere güneş gözlüğü hizmeti vermemeleri şartıyla…
Bazen insanlar pozisyonlarını savunduklarında bile çökeceklerini bilerek, güçlü bir görüntü yaratmaya çalışırlar. Bugün’de ülke siyasetinde yaşanan tam da budur. Başbakan İrsen Küçük, UBP Kurultayı ile ilgili davanın sonucunu aslında kestirebilmektedir. Fakat pozisyonunu korumak için güçlü bir görüntü vermeye özen gösteriyor. Yapmış olduğu siyasetçi transferleri de bu amaçladır. Bu konuyla ilgili en güzel örnek;” Satış yapmak konusunda en kolay insanların, “Pazarlamacılara Hayır” gibi yazılar veya işaretler kullananlar olduğu söylenir. Bunun nedeni şudur: Bu insanlar, derinlerde bir yerde, bir pazarlamacı kendilerine ulaştığında, sattığı şeyi alacaklarını bilmeleridir”.
Şimdi de kişilerin gerçekte gözlerinden süzülen bilgilere, Milton tarzı hipnozun uzak akrabası olarak değerlendirilen NLP (Neurolinguistic Programming – Sinir Dili Programlama), aracılığıyla kişilerin düşünceleriyle ilgili önemli görüşlerin nasıl elde edildiğine bakalım: “Örneğin, gün içinde hayallere dalan bir kişinin başının hafifçe sağa yattığını ve gözlerinin sol yukarı baktığını hiç fark ettiniz mi (bu, sağ elini kullananlar için geçerlidir)? Bu konudaki genel durum ise: Kişi yukarı baktığında, görsel bilgi alıyor veya hatırlıyor demektir. Sağ elini kullanan biri yukarı ve sola bakıyorsa, geçmişteki bir olayı görsel olarak hatırlıyor demektir. (Sol elini kullanan biri için, bunun tersi geçerlidir.) Kişinin yukarı ve sola (sizin sağınıza) baktığını fark edersiniz, görsel bir imajı yeniden yarattığını anlayabilirsiniz. Genel olarak, sağ elini kullanan insanların çoğu, gözlerini görsel bilgi için yukarı, işitsel bilgi için karşıya, sözel bilgi ve duygular için aşağı, yapılandırılmış veri için sağa ve anılar için sola çevirirler”.

Bizim siyasetçileri, NLP (Neurolinguistic Programming – Sinir Dili Programlama) aracılığıyla teste tutmak usta medya mensuplarına düşmektedir. Fakat siyasetçilerimizin basında yer alan fotoğraflarından bile bu sınavı zor geçecekleri apaçık ortadadır. Konunun daha iyi anlaşılması açısından bir enstantaneyi siz değerli okuyucularımızla paylaşmanın yararlı olacağını düşünüyorum: “Yapmanız gereken ilk şey, karşınızdaki kişinin sağ elini mi, yoksa sol elini mi kullandığına dikkat etmektir. Ardından soru sormanız yeterlidir. Örneğin bunu sadece ilk arabasının rengini sorarak yapabilirsiniz. Cevabını aldıktan sonra, gerçek düşüncelerini anlayabilirsiniz. Mesela, iş arkadaşınıza, neden işe geç geldiğini sorduğunuzda “tam önümde kötü bir kaza oldu,” diyorsa, şöyle bir şey sorabilirsiniz: “Arabanın rengi neydi?” Eğer bilgi hatırlama yerine yapılandırmaya yöneliyorsa, yalan söylediğini anlayabilirsiniz.









İnsan evladının yaşadığı evrenin yaşı tam olarak bilinmemekle birlikte, yaklaşık 15 milyar yıl olduğu tahmin edilmektedir. İnsan yaşamı ise yaklaşık olarak 7 milyon yıl eskiye gitmektedir. Dilin sözcükleri üretmediği dönemlerden günümüze, “Göz” insanlığın gelişim sürecinin kaydedicisidir. “Gözler yalan söylemez, Gözler Beynin Aynasıdır”.

7 Ocak 2013 Pazartesi

LEFKE’YE SEVGİLERLE


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

LEFKE’YE SEVGİLERLE



Kıbrıslı Türklere ne oldu? Sosyo-kültürel açıdan halkımızın günden güne yozlaşması, insani konulara karşı duyarsız kalması ve benmerkezci yaşama yönelmelerinin nedenleri nedir? Biz toplum olarak var mıyız? Uluslararası alanda kimliksiz (KKTC) veya çok kimlikli (Kıbrıs Cumhuriyeti, İngiliz, TC ) var olmak bizleri kültürel değerlerimizden de mi uzaklaştırıyor? Kıbrıslı Türklerin toplumsal belleğinin bir deniz canlısıyla betimlenmesi doğru mudur? Bizleri belleksiz yapan nedir? Geçmişimizden bugünlere gelmemizi sağlayan yaşam pratiğimiz öğrenmemize engel mi? Değişen kuşakların renk harmonisiyle oynayanlar kimlerdir? Bizi tek renge zorlayan, tek tip yapan sadece sistem mi? Yoksa unuttuğumuz kültürel değerlerimize sarılmak hiç mi aklımıza gelmiyor. Lefkoşa Belediyesinde yaşananlara karşı toplumun göstermiş olduğu körlük aslında ülkemizin kuzeyindeki diğer toplumsal sorunlara (ekonomik, eğitimsel, siyasi) da gösterilmesi muhtemel duyarsızlığın işaretidir. Tüm bu sorunlara ışık tutması açısından doğup büyüdüğüm Lefke Kasabasından ve insanlarından bahsetmek istiyorum.
Lefke’de Bandabulya’nın altında dedemin kahvehanesine gitmeye başladığım yaşlardan itibaren Lefke’nin sosyal hayatına ve ülkenin sorunlarına dair tartışmaların yapıldığına hep şahit oldum. Arada bir dedemin sipariş aldığı kahveleri götürdüğüm civar esnafıyla şakalaşıp, nasihatler ve tepsideki kuruşlarla hep geri döndüm. Civar esnafından aklımda kalanlar; sinekleriyle devamlı savaşan kebapçı saffet dayı, methi Lefke’yi aşan Hasan Ustanın ahbabı tatlıcı Mithat Amca, dedemin kahvehanesine gitmek için her önünden geçtiğimde bana takılan Foto Numan, kibarlığı ve efendiliğiyle aklımda yer eden Eczacı Kemal Amca, her sipariş götürdüğümde büyüklerimin teşvikiyle gıdıkladığım marangoz Süleyman Amca, genellikle tarihlerine bakmadan satış yapan bakkal Nail Dayı, bandabulyanın altındaki Kooparatif ambarına bakan Ali Muhittin, bandabulyanın karşı sokağındaki dükkânında bizlere kuş lastiklerimiz (sapan) için meccani (ücretsiz) deri kesip bizleri avcılığa hazırlayan kunduracı Ali Dayı ve isimlerini buraya yazmakla sığdıramayacağım birçok kişi, yöresine, yurduna sahip çıkan iyi insanlar. O dönemlerde, kahvehanelerde politika, ekonomi, spor ve bölge insanının sorunları konuşulurdu.
Benim küçük gözlerimden belleğime sızan görüntü; bu insanların devamlı pozitif, üretken ve birbirine bağlılıklarıydı. Onlar, tek başlarına yaşamaktansa toplumla birlikte var olmaya özen gösteren yüreklerdi. Farklı siyasi düşünceleri olsa da birbirilerine saygıları ve sevgileri tamdı. Toplumun zararına olan her konuda hep birleşmeyi bilmişlerdir. İnsani değerleri hep korumuşlar, bizlere bunu örnek olarak vermişlerdi.  İlkokul öğretmenlerimizin gözetiminde yapılan tarım dersinde, bizlere ektirilen sebzelere gözümüz gibi bakar, her hafta isteyen kesip evine götürebilirdi. Çarşıda gördüğümüz öğretmenlerimiz “mesaileri” dışında, bizlere ödevleri yaptın mı diye sorardı. Namı değer Mazlum Arap’tan her çocuk korkardı; fakat bu korku fiziksel büyüklüğünden öte değildi, zira en az anne babalarımız kadar bizleri sevdiğinden şüphesi olan tek öğrencisini bulamazdınız. İnsani değerlere önem verirdi. Emekli olana değin toplumsal sorunlara duyarlı bireyleri yetiştirdi. Her zaman hem öğretmen hem de arkadaştı. Şimdi çocuklarımızın öğretmenlerinin adını bile bilmediğini gördüğümde inanamıyorum. Yine lise yıllarımda tanıştığım Şakir Öksüz hocam milli duyguları yüksek, duygusal bir insandı. Fakat bugün,  eminim ki ülkede yaşanan olaylara ve toplumun durumuna gözleri yaşla bakıyordur. Tanıdığım en hassas ruhlu insanlardan biridir. Hep öğrencilerini yurduna sahip, bölgesini seven, üretken birer birey olarak yetiştirmek gailesindeydi. İlkokuldan beri zor koşullarda, alt yapısı olmayan alanlarda bizlere sınırları aşmayı öğreten, içinde her saniye insan sevgisi barındıran Kubilay Öğütveren hocamız, hiçbir karşılık almadan ve hep özveriyle bizlere sporu sevdirdi. Lisede bizlere ders veren Mehmet Solkanat ve Ahmet Çoşkun gibi hem sporcu hem de öğretici olan değerli insanlar yıllarca temiz ruhlar yetiştirdiler. Her ikisi de, her zaman haksızlığa karşı mücadele edilmesi gerektiğini, bizlerle yanımızda mücadele ederek gösteren hocalarımızdı. Ayrıca bu hocalarımızın şimdilerde önemsizleştirilen beden eğitimi dersinde bizleri yazılı sınavlara tabi tuttuklarını söylemeden geçemeyeceğim.  Maalesef bugün çocuklarımızın çoğu kilo sorunlarıyla yaşamak zorunda kalıyor.
Bizim evin bulunduğu sokağın az aşağısında kalan emekli öğretmen Safter Amca’nın her gün beslediği onlarca kedisiyle birlikte yaşaması benim belleğimden silinmeyen karelerdir. Safter Amca, mahallenin hayvanlarını birer birey gibi görür, her gün kasaplardan aldığı sakatatlarla onları beslerdi. Onun da insani duyarlılığı tamdı. Çocukluğumda belleğime kazınan hiç unutamadığım diğer bir kare, yapıcı ustası Refet Usta ve yardımcısı Havva Abla’dır. Refet Usta ile birlikte çalışan bu emekçi sıva ustası Havva Abla’a, toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele veren birçok kuşak arkadaşıma ışık tutması açısından, benim gözümde ve tabi ki tüm Lefkelilerin gözünde en az Rosa Luksemburg kadar saygı duyulması gereken bir birey olmuştur.  Eğer birine Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde sembolik bir karanfil verilecekse, Ona Babil’in Asma Bahçeleri’ni vermeleri gerektiğini söylemek zorundayım. Kıbrıs’ın Kuzey’inde, kimsenin toplumsal cinsiyet eşitliğinden haberi olmadığı dönemlerdi; Havva Abla’nın çocuklarına bakmak için duvarları, nasır tutmuş elleriyle sıvadığı yıllar.  Biz mahalle çocuklarını, kendi evlatlarından ayırmazdı. Evinin yakınında kendi yaptığı taş fırından çıkardığı pilavunalarla bizleri mutlu ederdi. Onun bedeni de insani duygularla kaplıydı. Ben kelimesi yerine hep bizim için yaptım, yiyelim derdi, komşularına dağıtırdı.
Şimdilerde, LTB emekçileri 2012’nin son saniyelerine mağdur edilmiş, hakları verilmemiş bir şekilde girdi. Ben o gece çalıştığım için yanlarında olamadım. Ama sabaha yakın işten dönerken doğduğum yer olan Lefke’de geçen onca yıl boyunca hiçbir bireyin bu kadar duyarsız, vicdansız olmadığı belleğimden gözyaşlarımla birlikte süzüldü. Dereboyu’nda eylem yapıp haklarını arayan bu emekçi kardeşlerim; Açız! Çocuklarımıza bakamıyoruz! Derken, çöp yığınlarının yanında yemek yiyebilen, içkilerini yudumlayabilen insanları görünce yıkıldım. Ne oldu bizim kültürel değerlerimize? Ne oldu bizim İnsanlığımıza? Diye düşündüm. Benmerkezci yaşam bize nasıl hâkim oldu? Onca badire atlatmış, acı dolu günler geçirmiş bir toplum nasıl bu durumda olabilirdi? Toplumumuzun, insana dair duyguları; Aşk, sevgi ve birlikte yaşama mutluluğu neden uçup gitmişti? Aşk’a dair belleğimin en derin yerinde sakladığım kareyi sizlerle paylaşmak istiyorum: Evden çıkıp aşağı mahalleye oynamaya her gittiğimde sol kolumun üzerinde kalan bir evin üzerinde, taş bir dairenin üzerinde “Hazım&Valentino” yazısının altında, kapılarının önünde iki yaşlı insanın el ele oturduğunu görürdüm. Bizimkilere sorduğumda severler birbirilerini onun için derlerdi. Yıllarca orada onları hep el ele muhabbet içinde görmüştüm. Ama yaşım büyüdü ve bu iki âşıktan birinin artık orda oturmadığını gördüm. Fakat geride kalan Hazım Amca yanındaki sandalye boşalsa da orda ölene kadar oturdu ve sonunda çok sevdiği eşinin yanına göçtü. Belleğimin derinliklerinde kalan bu fotoğraf her aklıma geldiğinde,  Aşk denilen duygu bu olsa diye düşünürüm.
Bugün, toplumun güvenliğinden sorumlu olan kolluk kuvvetlerimizin gün be gün gözden düştüğünü görüyoruz.  Toplumun adaletsizliğe karşı isyan ettiği hemen hemen her eylemde polisin bizim kültürel değerlerimizde yer almayan tavırlar sergilediği açıkça ortadadır. Peki ama neden Polis Müdürlerimizden duyarlı vatandaşların gösterdiği cesareti göremiyoruz? Emir-komuta zinciri çocuklarınızı vurun dese vururlar mı? Hiç zannetmiyorum. Yine belleğimin ardından gözümün önüne gelen fotoğrafı sizlerle paylaşayım; Lefke Polis Müdürü, Salahi Zabit’in çocukken bölge insanı tarafından sevilen saygı duyulan babacan bir insan olduğunu hatırlıyorum. Diğer polis memurları da bölge insanı tarafından saygı duyulan güvenilen insanlardı. Ben ve üç dört densiz daha yeni açılan Lefke Kütüphanesinin camlarını kırdığımızda,  bizlere bunun yanlış olduğunu söyleyen o beyaz saçlı sevecen kumandanın üzerindeki ihtişamlı üniformaya hayran kalmıştık. Hepimizin tüm çocukluğumuz boyunca gelecek mesleğimizin polislik olduğunu söylememize vesile olmuştu: Kötüleri yakalayıp, iyi insanları koruyacaktık. Şimdiyse küçük oğlum bana polisler kötüdür, diyor. Toplumun, Polis Kurumuna  bu algıyla baktığını sanırım birçok polis müdürümüz bilmektedir. Tanıdığım ve sevdiğim dürüst polis müdürlerinin bu toplumun var olması için ellerini vicdanlarına koyup esas görevlerini en kısa sürede icra etmelerini temenni ediyorum. 
Çocukken dondurmalarını yemek için sıraya girdiğimiz Ferlison (Mustafa) Amca’nın rahmetli olmadan önce hastanede karşılaşıp da elini öptüğümde bana söylediği şu sözleri hala kulaklarımda yankılanıyor: “Çocukken çok yaramazdın, yoldan geçenlere taş atardın, şimdi koca adam oldun, hayırlı evlat ol, hayır duam beraber olsun”  Ferlison Amca’yı sevmeyen çocuk yoktu. Bazen paramız olmasa da bizlere dondurma verirdi. O da insanları seven, vicdan sahibi iyi bir bireydi. Yine çarşıdaki dükkânında kumaş, ayakkabı ve yün yumak, iplik gibi şeyler satan Tonton Enver Amca’nın her yıl durumu iyi olmayan çocuklara ve okullara ayakkabı bağışladığını hatırlıyorum.
Dedemin en yakın ahbaplarından olan rahmetli Hüsnü Çete’nin bizim eve gelip dedemle av muhabbetleri yaptığını hatırlıyorum. Hüsnü Amca teşkilatta görev yapmış, güçlü fiziği olan çocukları çok seven bir insandı. O da toplumu için hep en iyisini yapmaya çalışmıştı. Toplumu için canını vermekten kaçınmayacağını düşündüğüm insanlardan biriydi. Lefke Serdarlığı, Lefke Gazi Lisesi müdürlüğü yapmış olan rahmetli Aziz Fedai hocamı her gördüğümde elini öpmüşümdür, belki çoğu insanımız bilmez diye tarihe not düşmek adına 2002 yılından sonra kendisiyle sohbetim esnasında gençlerin geleceği için Annan Planı’na destek istemiştim. Bana söylediği sözler beni çok etkilemişti. Aziz Hocam, “yıllarca zaten toplumumuz için mücadele ettik, artık sıra sizde, tabi ki yanınızdayım” demişti. Her zaman Lefke halkı tarafından saygı duyulan bir bireydi. Toplumunun yok olmasına asla göz yumacak biri değildi.
 Evimizin bahçesinde kafamı yardığımda, kan durmuyordu ve aşağı sokaktaki Dr. Selçuk (Sömek) Bey’e dedemin kucağında götürülmüştüm, ilk müdahaleyi yaptıktan sonra (tabi ki ücretsiz) beni Pendaya (Yeşilyurt) hastanesine götürmüşlerdi. Rahmetli Selçuk Amca Türkiye’de olduğu dönemlerde Halide Edip Adıvar’ın doktorluğunu yapmış, Atatürkçü bir insandı. Eşi Emine teyze de hep biz çocuklara sevgiyle yaklaşır, okula gidecek ihtiyaçlı çocuklara her zaman maddi destek olurdu. Bu güzel ruhlu insanlar, toplumlarına karşı duyarlıydılar. Ülkenin sorunlarına karşı toplumla birlikte mücadele etmişlerdi. Siyasi görüşleri ne olursa olsun saygı duyulacak insanlardı.
Şimdi, ülkede yaşananlara baktığım zaman kendilerini milliyetçi atfedenler toplumu yok etmek için var güçleriyle çabalamaktadırlar. Bizim kültürümüzde olmayan yaklaşımlarla topluma saldırmaktadırlar. Çocuklukta örnek aldığım bir üst kuşağımızdan birçok insan bugün “Hükümet”e rağmen topluma nasıl bir değer katarım kavgası vermektedir. Üstelik hep özveriyle. Örneğin, bugün Atletizm Federasyon’umuzun Başkanlığını yapan Ersin Doğaç hocamızın Lefke’de elinden geçmeyen sporcu hemen hemen yoktur. Bu, yaşadığı yerden aldığı insani değerle yoğrulan bir ruhun topluma neler kattığının açık bir göstergesidir. O’da ondan öncekiler gibi bu topluma hizmet edip, toplumu yüceltmenin yollarını hep kendi çabasıyla bulmuştur.
Eskiden kahvehanelerde yapılan sohbetlerde insanlarımız toplumun geleceği konusunda belli saygı kuralları çerçevesinde tartışırlar ve birbirilerinden öğrenirlerdi. Dedemin kahvehanesinde konuşulanlara bir mana veremediğim yaşlarda, özellikle yeşil timsahlı fincanı olan Fedai Ferit Amca’nın gerek güzel konuşmasından, gerekse hal ve tavrından çok etkilenip onların yanına otururdum. Ne konuştukları hakkında o döneme ait bir bilgi belleğimde kayıtlı değil. Fakat yaşım ilerleyip Fedai Amca’nın Lefke’nin her sorununda çözüm için katkı koymaya hazır olduğunu gördüğümde, iyi ki o dönemlerde yanlarına oturmuş diyorum. Dedem, Lefke’deki sorunları merkezde dile getiren Lefkoşalı dostları için, çok terbiyeli ve duyarlı insanlar derdi. Şimdi değişen kuşakların harmonisiyle oynamak isteyenler var. Buna yataklık edenler maalesef bizim toplumun kültüründen yoksun kalmış, açgözlü, ikiyüzlü siyasilerdir. Hükümette kalmak uğruna, bir toplumu başkalaştırmak, duyarsız bireylerin yetişmesine zemin hazırlamak için çabalayan, bedenlerinde zerre kadar insani duygu barındırmayan zavallılar topluluğu… 
Genelde merkezi konumundan ötürü Lefke’de en faal kahvehanelerden biri olan Lefke Ağaçlı Kahvehane’sinde zaman zaman siyasi partiler konuşmalar yapardı. Küçükken bende birçoğuna dedemle beraber gider anlamsız gözlerle dinlerdim. O konuşmaları dikkatlice dinleyenler ve eleştirenler hep vardı. Bunlar, özelde bölgesini genelde toplumun çıkarlarını düşünerek müdahil olan duyarlı insanlarımızdı. Yandaki resimler, her yaştan duyarlı insanlarımızın eleştirileriyle katkı koyduğu Lefke Ağaçlı Kahvehane’sindeki bir toplantıdan karelerdir. Bu resimdeki birçok insanımız bugün hayatta değildir. Genç olanlar bölgeleri ve toplumlarının geleceği için halen aynı duyarlılıkla mücadelenin içindedirler. Onlardan görüp öğrendiğim dayanışma, sevgi ve mücadele ruhunu için teşekkürler…