27 Ocak 2013 Pazar

KIBRIS’TA AYDINLAR VE AYANLAR


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

KIBRIS’TA AYDINLAR VE AYANLAR
Aydın kelimesinin Türk Dil Kurumunca belirlenen sözlük meali; ışık alan, ışıklı, kültürlü, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver olarak belirtilmektedir. 1 Fakat bu tanım toplumsal açıdan bakıldığında, sade, içi doldurulmaya mahkûm bir sözcük olarak durmaktadır. Peki ama bu sözcükle tanımlanan toplumun ışığı, kültürlü, görgülü ve öngörülü kişi veya Aydın kimdir?
Önce, Aydınlanma Çağı olarak tanımlanan, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’dan dünyaya ışık veren, o güne kadarki değişmez, eski geleneksel düşünceyi akılcı yaklaşımlarla, önyargılardan ve ideolojilerden yeni bilgilerle özgürleştirip, kurtarmayı, geliştirmeyi amaçlayan düşünsel bir gelişimi tanımlayan Aydınlanma Akımı’na bakalım; bu dönemin “Aydın”larını hakkında hepsinin aynı türden düşünceleri ve görüşleri paylaşmadıklarını kolayca görüyoruz.  Bazı konularda taban tabana zıt olduklarını biliyoruz. Fakat, bu düşünce ortamının etkisiyle oluşan atmosferin dünya halklarının geleceğini şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Chris Harman, bu aydınların ortak yanları için şöyle diyor: “Paylaştıkları şey, ampirik (deneysel) bilgiye dayanan rasyonel anlayışın gücüydü”.2


Batı’dan dünyaya yayılan bu akımın etkisi büyük oldu. Batı’yı kıskacına almış eski yargılar ve düşünceleri kırma mücadelesi içinde olan aydınlanma düşünürleri, devrimci değillerdi. “Onlar, üst sınıfları sponsorları olarak gören muhalif entelektüellerdi. Umutlarını toplumun yıkılmasına değil, düşünce savaşını kazanmak yoluyla onun ıslah edilmesine bağlamışlardı. Diderot Rus Çariçesi Büyük Katerina’yı ziyaret etmekte; Voltaire Prusya Kralı Büyük Frederick’le işbirliği yapmakta bir çelişki görmüyordu. Onların ortamı, d’Holbach’ın karısı tarafından haftada iki kez düzenlenen ‘salon’ toplantılarında, Diderot, Hume, Rousseau, gelecekteki Amerikan Lideri Benjamin Franklin ve radikal kimyacı Joseph Priestley’in, Napoli Büyükelçisi Lord Shelbourne, gelecekteki Fransız krallık danışmanı Necker ve Brunswick prensinin bir araya geldikleri bir ortamdı”.3
Bu devrin aydınları, içinde yaşadıkları toplumların bir kısım temel dayanaklarına meydan okuma cesareti gösterdiler. Fakat bu, sınırları olan, belli ölçüde çıkar güçlerini dikkate alan bir meydan okumaydı. Bu dönemin aydınlarının insanlığın gelişimine kattıkları en önemli değer, toplumların nasıl örgütlendiği konusunda temel sorular ortaya atmış olmalarıdır. “Voltaire’in Candide’i, Avrupa’da hiçbir devletin halkın ihtiyaçlarını karşılayamadığını ima ediyordu. Rousseau, kitlelere çok fazla güveniyor görünmese de, Toplum Sözleşmesi’ne, şu devrimci düşünceyle başlıyordu: ‘İnsan özgür doğmuştur; ama her yerde zincirler içindedir’. Filozoflar d’Holbach ve Helvetius, doğa ve toplumun, her türlü tanrı düşüncesini reddeden, baştan aşağı maddeci bir çözümlemesine kalkmışlardı. Doğa bilimci Buffon, hayvan türlerinin hemen hemen evrimci bir teorisini ortaya atmıştı. İskoç Adam Ferguson ve Adam Smith insan toplumlarının, avcılık, hayvancılık ve tarım aşamalarından geçerek ilerlediğini görmüşler ve böylece toplumsal gelişmenin maddeci anlayışının temellerini atmışlardı. Aydınlanma entelektüelleri daha önce hiç kimsenin yapmadığı kadar insanı ve insanların kurumlarını anlamaya çalışmışlardı”.4
Aydınlanma Çağı düşünürleri, Avrupa’nın dört köşesinde entelektüel tartışmaya egemen olmuşlardı. Karşıtlarını savunmaya ittikleri göz önüne alındığında düşüncelerinin kısmen ‘hegemonik’ olduğu söylenebilir. Diderot, Encyclopedie’de gayesinin genel düşünce biçimini değiştirmek olduğunu yazmıştı. “Aydınlanma düşünürleri, yönetici sınıf entelektüelleri de dahil, entelektüellerin düşüncelerine çok başarılı bir şekilde meydan okudular ve bu, iki yüzyıl önceki Reformasyon’un meydan okuyuşundan çok daha uzun erimli bir meydan okuyuştu. 1780’lere gelindiğinde Voltaire ve Rousseau’nun eserleri ‘muazzam bir kitle’ye hitap ediyordu ve Encyclopedie’nin ucuz (çoğu kez korsan) kopyaları, Diderot’un kendisinin hiç ummadığı kadar çok sattı. Ansiklopedi ‘eski rejim’in burjuvaları arasında da yayıldı’ ve ‘ilerici bir ideoloji… Toplumsal yapının en arkaik ve en aşınmış kesimlerine nüfuz etti”.5
Tüm bunlara rağmen aydınlanma düşünürleri, toplumu ıslah etme konusundaki gayelerinde pek başarılı olamamışlardı. Chris Harman’a göre, Voltaire 1778’de umudu kırık bir şekilde ölmüştü. Voltaire’in ölümünden sadece 6 yıl sonra “Kant, her ne kadar ‘Aydınlanma Çağı’nda yaşıyorsa da… Çağın kendisinin aydınlanmamış olduğuna değinecekti”6 Bu dönemle ilgili alınacak en önemli ders, düşünceleri değiştirmek, toplumu değiştirmekle aynı anlamı taşımıyordu. Tarihteki yerleri gereği ‘Klasik Aydın’ konumuna düşen bu dönemin düşünürleri çok büyük bir ateşin de kıvılcımı olmuşlardır.
Bizim ülkedeki Aydınlara gelmeden önce çağdaş Aydın profiline giden yolda, İtalyan Marksist devrimci Antonio Gramsci’nin “Aydın” tanımlamasından kısaca söz etmek gerekiyor.  Gramsci, aydınları gelenekçiler ve organik aydınlar diye ikiye ayırmaktadır; Geleneksel aydınlar kendilerini, yanlış biçimde, toplumsal sınıflardan özerk görür ve sosyo-politik değişimin üstünde ve ötesinde bir süreklilik arz ettiklerini sanırlar. Gramsci bunlara örnek olarak;  yazarlar, filozoflar ve din adamlarını göstermektedir. Gramsci’nin fikriyatında Organik aydınlar ise, kendi sınıflarının kolektif bilincini ya da ideolojisini, siyasal, toplumsal ve ekonomik düzlemde dile getirenlerdir. “Tarihsel olarak ilerici sınıfın aydınları, mevcut koşullarda öyle bir çekim gücüne sahiptir ki, diğer toplumsal grupların aydınlarını son tahlilde kendilerine tabi kılarlar; böylelikle tüm aydınlar arasında bir dayanışma sistemi yaratıp, aralarında çeşitli psikolojik bağlar ve kurumsal bağlar geliştirirler”. Ben de bu organik ilişki ve bağların toplumların dönüşümünde hayati önem taşıdığını düşünüyorum. Zira düşünceleri değiştirmek, toplumları değiştirmekle ve dönüştürmekle aynı şey değildir.
Öte yandan tarih bize ne öğretiyor dersek, David Hume’un şu sözlerine katılmamak mümkün mü? “İnsan türü tüm zamanlarda ve mekânlarda öylesine aynıdır ki, bu özellik nedeniyle tarih bize yeni ya da yabancı hiçbir şey hakkında bilgi vermez. Onun başlıca yararı ise bize insan doğasını birçok koşul ve durumda göstererek ve böylece gözlemlerimizi oluşturacağımız materyali sağlayarak ve bizi insan davranışının düzenli işleyişine aşina hale getirerek insan doğasının daimi ve evrensel ilkelerini keşfetmemize imkân tanımasıdır”.
Ülkemizde son yıllarda toplumun ne kadar duyarsız olduğu konuşulur oldu. Toplumun ışığı olan “aydınlar” ise; gelenekçi yapılarını muhafaza edenler (statükocu) ve son 10 yılda harekete geçen, yeni bir grup olarak karşımıza çıkıyorlar. Toplum, sistemsiz bir sistemin içinde hapsolmuş, karanlık bir dönemden geçiyor. Bu karanlık dönem içerisinde Gramsci’nin “Organik Aydın” tanımına yaklaşan ve son 10 yılda üretkenlikleri artan aydınlarımızın toplumun değişimi ve dönüşümü için mücadelesi umut edelim ki pozitif yönde gelişsin. Zira bu azınlık grubun mücadele etmesi gereken bir de Kıbrıslı Ayanlar vardır. Bu konunun daha iyi anlamlandırılması için “Ayan” tabirini açıklamakta fayda vardır.
 Osmanlı döneminde ve öncesinde de köy ve şehir ileri gelenleri için Arapça kökenli “Ayan” tabiri kullanılırdı. Bu kişiler, bulundukları yerlerde etkili ve zengin kişilerdi. Osmanlı Klasik düzeninin 16. yüzyılın ortalarından itibaren bozulmaya başlamasının bir sonucu olarak, vergi toplama işinin mukataa yöntemiyle mültezimlere (kesimcilere) açık artırmayla verilmesi, Ayan sınıfının Osmanlı Devleti içerisindeki gücünü ve toplum üzerindeki etkinliğini artırdı. Daha sonraki yıllarda özelikle Osmanlının, bu toprakları malikâne usulüyle ayanlara vermesi, “Miri Toprakların”7 bu gibi kimselerin ve ailelerinin eline geçmesine yol açtı. Ayanlar zamanla devlet ve toplum arasında aracı bir sınıf haline dönüştü. Kendi egemenlik alanlarında yönetimi ele geçirdiler. Osmanlı’daki otorite boşluğunun oluşmasını fırsat bilen ayanlar zamanla sadrazamlık makamına (1808 ) kadar uzanmışlardır.8 II. Mahmut’un sadrazamı olan Ayan Alemdar Mustafa Paşa, Padişahı ikna ederek devletin dağılmasını önlemek “maksadıyla” tarihe Sened-i İttifak olarak kaydı düşen belgeyi hazırlamıştı. Bu belge yürürlüğe girememişti. Fakat burada konumuz gereği üzerinde duracağımız Ayan sınıfının ne derece güçlendiğidir. Osmanlı Devlet düzeni içerisinde, topluma ağır vergi yükümlülüğü ve rüşvetin tadından yenmeyen bir meyve olduğunu hissettiren Ayan sınıfı, devletin yozlaşmasına ciddi bir katkı koymuştur. Ayanlara bu açıdan baktığımızda, 1974 sonrası Kuzey Kıbrıs’ta oluşan patronaj sistemi içerisinde bizim de ayanlarımız olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Son zamanlarda siyaset kurumunun gelenekçi aydınlarla prim arayışları ve bizim Ayanlarla ortak yol bulma çabalarını gözlemliyoruz.
Bizim ayanlar derken hangi kesimden bahsediyorum: İş insanı olarak tanımladığımız ve ülkenin sözde geleceğini kurtaracak planları olan Kıbrıs halkının topraklarını devletimizi yüceltmek için sudan ucuz değerlerle ele geçirenler mi dersiniz, yoksa Lefkoşa Türk Belediyesi batırılmadan önce devletin bir organı olmayan ama LTB’ni borçlandırarak, sözde yardım edenler mi dersiniz, yoksa olağanüstü hal çağrısını andıran mektubu Cumhurbaşkanı makamına yazan mı dersiniz, yoksa her seçim UBP’ne maddi yardım verdiğini söyleyen gece kulübü sahipleri mi dersiniz, dersiniz de dersiniz...
Burada esas üzücü olan bu kesimleri sponsorları olarak gören “Geleneksel Aydınların” her fırsatta insani akıl yerine ekonomik akıl diye başlayan konuşma ve yazılarıdır. Maalesef, Siyaset Kurumu da Gramsci’nin organik aydın olarak tanımladığı çağdaş Aydın profiline yakın aydınlarımızı dinlemek, onlarla psikolojik ve kurumsal bağ kurmak yerine onları siyasette rakip görüp, gelenekçi Aydın grubuyla yollarına devam ediyor. Bana göre devletin (K.K.T.C) devamı için bizim ayanlardan biri olan Cemal Bulutoğulları’na tanınan imtiyazlar sonucunda dolaylı yoldan değil direkt yönetim hakkı verilmesinde o günlerin klasik aydınları olan düşünürlerimizin payı büyüktür. Ülkenin karanlığa büründüğünün sembolü haline gelen LTB örneği bizlere bir kez daha göstermiştir ki, 1974 sonrası yaratılan Padişahlık makamı ile ayanların yapmış olduğu Sened-i İttifak’ın artık hükmü bitmiştir. Burada toplumsal olarak aydın kesimin saflarını belirlemesi şarttır. Ya ayanların ülke siyasetini kendi çıkarları lehine toplumsal çıkarları ezerek kullanmalarına ve yaltakçılığa devam edecekler ya da Gramsci’nin organik aydın profiline yakın olan aydınlara tabi olarak toplumsal geleceği aydınlatacaklardır. Gramsci’nin organik Aydın profiline yakın olan ve son 10 yılda üretkenlikleri, toplumsal varoluşumuza gösterdikleri hassasiyetleriyle öne çıkıp bu boşluğu dolduran Feminist Atölye Aktivistleri, Baraka Kültür Merkezi Aktivistleri, İnsan Hakları Vakfı üyeleri ve Akademisyenlerden oluşan bir grubun siyaset kurumu tarafından tehdit olarak görülmesi tam manasıyla ülkedeki Ayanların ekmeğine bal sürmektedir. Tarih’ten alacağımız ders aynı zamanda deneyimlerimizin nasıl oluştuğuyla da ilgilidir: “ Aniden karşımıza çıkarsa, buna tesadüf denir ve deneyim olur; özellikle amaçlandığındaysa deney adını alır. Ama bu tür deneyim, sapları dağılmış bir çalı süpürgesinden başka bir şey değildir. Tıpkı gece yarısı yolunu kaybeden birinin doğru yolu bulma umuduyla bir o yana bir bu yana dönüp durarak yolunu araması gibidir, yani el yordamıyla kaydedilen bir ilerlemedir; oysa bunun için sabahı beklemek ya da bir ışık yaktıktan sonra ilerlemek çok daha temkinli ve yararlı olacaktır. Deneyimin gerçek düzeni ışık yakmakla başlar, böylece yol aydınlanır, düzensiz ve muğlâk denemelerden değil, düzenli ve sindirilmiş deneyden yola çıkılır; önce aksiyomlar tümdengelim yoluyla ortaya konur, sonra yeni deneylere doğru yol alınır”.9

Geçen haftaki yazımda, yapmış olduğum ve yazı yayınlandıktan sonra fark ettiğim hatadan dolayı, yani; referans belirtmediğim için siz değerli okuyucularımdan ve bu ülke için gaile çeken dostlarımdan özür dilemeyi borç bilirim. Doğum günümde beni arayarak evrensel değerler ve “etik kurallar gereği sana ulaşmak istedim” diye cümlesine başlayıp bana karşı hassasiyet gösteren, benim bu yazıyı erkene almamı sağlayan, sevgili hocam Tufan Erhürman’a çok teşekkür ederim.




1 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 10. Baskıdan yapılan tıpkıbasım, Ankara, Ekim 2009, S:157
2 Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:242
3 D. Twitchett (Ed.) Cambridge History of China, cilt 3, S:30’dan naklen Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:242
4 Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:244-245
5 Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:245
6  L C J Mo, Commercial Development, S:20’dan naklen Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:242
7 Osmanlı’da toprak düzeninde, devlete ait topraklardır. Bunlar devletin olmakla beraber, ekip-biçmek ve boş bırakılmamak şartıyla yine eski sahipleri üzerinde bırakılıyordu. Kendilerine arazi verilenler, şartlara uyarak, o toprağı ekip biçerler ve öldükleri zaman bu yerler vergisini vermek suretiyle çocuklarına kalırdı. Ancak bu topraklar onu işleyenlerin özel mülkü olmadığı için alınıp satılamaz, vakıf yapılamaz ve hibe edilemezdi.
8 Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, II. Mahmut’un tahta çıkması olayında İstanbul’a askerleriyle gelip zorla saraya girerek ve II. Mahmut’un hayatını kurtaran kişi olarak tarih sayfalarına yazıldı. II. Mahmut kardeş katlinden kurtarılmıştı. Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa da sadrazamlık makamını ele geçirmiş oldu.
9 Agamben, Giorgio, Çocukluk ve Tarih- Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme-, Kanat Kitap, I. Baskı, Mart 2010,  S:20

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder