Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
KIBRIS’TA
AYDINLAR VE AYANLAR
Aydın kelimesinin Türk
Dil Kurumunca belirlenen sözlük meali; ışık alan, ışıklı, kültürlü, görgülü,
ileri düşünceli (kimse), münevver olarak belirtilmektedir. 1 Fakat bu tanım toplumsal açıdan bakıldığında, sade, içi
doldurulmaya mahkûm bir sözcük olarak durmaktadır. Peki ama bu sözcükle
tanımlanan toplumun ışığı, kültürlü, görgülü ve öngörülü kişi veya Aydın
kimdir?
Önce, Aydınlanma Çağı
olarak tanımlanan, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’dan dünyaya ışık veren, o güne
kadarki değişmez, eski geleneksel düşünceyi akılcı yaklaşımlarla, önyargılardan
ve ideolojilerden yeni bilgilerle özgürleştirip, kurtarmayı, geliştirmeyi
amaçlayan düşünsel bir gelişimi tanımlayan Aydınlanma Akımı’na bakalım; bu
dönemin “Aydın”larını hakkında hepsinin aynı türden düşünceleri ve görüşleri
paylaşmadıklarını kolayca görüyoruz. Bazı konularda taban tabana zıt olduklarını
biliyoruz. Fakat, bu düşünce ortamının etkisiyle oluşan atmosferin dünya
halklarının geleceğini şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Chris Harman, bu
aydınların ortak yanları için şöyle diyor: “Paylaştıkları şey, ampirik (deneysel)
bilgiye dayanan rasyonel anlayışın gücüydü”.2
Batı’dan dünyaya
yayılan bu akımın etkisi büyük oldu. Batı’yı kıskacına almış eski yargılar ve
düşünceleri kırma mücadelesi içinde olan aydınlanma düşünürleri, devrimci
değillerdi. “Onlar, üst sınıfları sponsorları olarak gören muhalif
entelektüellerdi. Umutlarını toplumun yıkılmasına değil, düşünce savaşını
kazanmak yoluyla onun ıslah edilmesine bağlamışlardı. Diderot Rus Çariçesi
Büyük Katerina’yı ziyaret etmekte; Voltaire Prusya Kralı Büyük Frederick’le
işbirliği yapmakta bir çelişki görmüyordu. Onların ortamı, d’Holbach’ın karısı
tarafından haftada iki kez düzenlenen ‘salon’ toplantılarında, Diderot, Hume,
Rousseau, gelecekteki Amerikan Lideri Benjamin Franklin ve radikal kimyacı
Joseph Priestley’in, Napoli Büyükelçisi Lord Shelbourne, gelecekteki Fransız
krallık danışmanı Necker ve Brunswick prensinin bir araya geldikleri bir
ortamdı”.3
Bu devrin aydınları,
içinde yaşadıkları toplumların bir kısım temel dayanaklarına meydan okuma
cesareti gösterdiler. Fakat bu, sınırları olan, belli ölçüde çıkar güçlerini
dikkate alan bir meydan okumaydı. Bu dönemin aydınlarının insanlığın gelişimine
kattıkları en önemli değer, toplumların nasıl örgütlendiği konusunda temel
sorular ortaya atmış olmalarıdır. “Voltaire’in Candide’i, Avrupa’da hiçbir
devletin halkın ihtiyaçlarını karşılayamadığını ima ediyordu. Rousseau,
kitlelere çok fazla güveniyor görünmese de, Toplum Sözleşmesi’ne, şu devrimci
düşünceyle başlıyordu: ‘İnsan özgür doğmuştur; ama her yerde zincirler
içindedir’. Filozoflar d’Holbach ve Helvetius, doğa ve toplumun, her türlü
tanrı düşüncesini reddeden, baştan aşağı maddeci bir çözümlemesine kalkmışlardı.
Doğa bilimci Buffon, hayvan türlerinin hemen hemen evrimci bir teorisini ortaya
atmıştı. İskoç Adam Ferguson ve Adam Smith insan toplumlarının, avcılık,
hayvancılık ve tarım aşamalarından geçerek ilerlediğini görmüşler ve böylece
toplumsal gelişmenin maddeci anlayışının temellerini atmışlardı. Aydınlanma
entelektüelleri daha önce hiç kimsenin yapmadığı kadar insanı ve insanların
kurumlarını anlamaya çalışmışlardı”.4
Aydınlanma Çağı
düşünürleri, Avrupa’nın dört köşesinde entelektüel tartışmaya egemen
olmuşlardı. Karşıtlarını savunmaya ittikleri göz önüne alındığında
düşüncelerinin kısmen ‘hegemonik’ olduğu söylenebilir. Diderot, Encyclopedie’de
gayesinin genel düşünce biçimini değiştirmek olduğunu yazmıştı. “Aydınlanma
düşünürleri, yönetici sınıf entelektüelleri de dahil, entelektüellerin
düşüncelerine çok başarılı bir şekilde meydan okudular ve bu, iki yüzyıl önceki
Reformasyon’un meydan okuyuşundan çok daha uzun erimli bir meydan okuyuştu.
1780’lere gelindiğinde Voltaire ve Rousseau’nun eserleri ‘muazzam bir kitle’ye
hitap ediyordu ve Encyclopedie’nin ucuz (çoğu kez korsan) kopyaları, Diderot’un
kendisinin hiç ummadığı kadar çok sattı. Ansiklopedi ‘eski rejim’in burjuvaları
arasında da yayıldı’ ve ‘ilerici bir ideoloji… Toplumsal yapının en arkaik ve
en aşınmış kesimlerine nüfuz etti”.5
Tüm bunlara rağmen
aydınlanma düşünürleri, toplumu ıslah etme konusundaki gayelerinde pek başarılı
olamamışlardı. Chris Harman’a göre, Voltaire 1778’de umudu kırık bir şekilde
ölmüştü. Voltaire’in ölümünden sadece 6 yıl sonra “Kant, her ne kadar
‘Aydınlanma Çağı’nda yaşıyorsa da… Çağın kendisinin aydınlanmamış olduğuna
değinecekti”6
Bu dönemle ilgili alınacak en önemli ders, düşünceleri değiştirmek, toplumu
değiştirmekle aynı anlamı taşımıyordu. Tarihteki yerleri gereği ‘Klasik Aydın’
konumuna düşen bu dönemin düşünürleri çok büyük bir ateşin de kıvılcımı
olmuşlardır.
Bizim ülkedeki
Aydınlara gelmeden önce çağdaş Aydın profiline giden yolda, İtalyan Marksist
devrimci Antonio Gramsci’nin “Aydın” tanımlamasından kısaca söz etmek
gerekiyor. Gramsci, aydınları
gelenekçiler ve organik aydınlar diye ikiye ayırmaktadır; Geleneksel aydınlar
kendilerini, yanlış biçimde, toplumsal sınıflardan özerk görür ve sosyo-politik
değişimin üstünde ve ötesinde bir süreklilik arz ettiklerini sanırlar. Gramsci
bunlara örnek olarak; yazarlar,
filozoflar ve din adamlarını göstermektedir. Gramsci’nin fikriyatında Organik
aydınlar ise, kendi sınıflarının kolektif bilincini ya da ideolojisini,
siyasal, toplumsal ve ekonomik düzlemde dile getirenlerdir. “Tarihsel olarak
ilerici sınıfın aydınları, mevcut koşullarda öyle bir çekim gücüne sahiptir ki,
diğer toplumsal grupların aydınlarını son tahlilde kendilerine tabi kılarlar;
böylelikle tüm aydınlar arasında bir dayanışma sistemi yaratıp, aralarında
çeşitli psikolojik bağlar ve kurumsal bağlar geliştirirler”. Ben de bu organik
ilişki ve bağların toplumların dönüşümünde hayati önem taşıdığını düşünüyorum.
Zira düşünceleri değiştirmek, toplumları değiştirmekle ve dönüştürmekle aynı
şey değildir.
Öte yandan tarih bize
ne öğretiyor dersek, David Hume’un şu sözlerine katılmamak mümkün mü? “İnsan
türü tüm zamanlarda ve mekânlarda öylesine aynıdır ki, bu özellik nedeniyle
tarih bize yeni ya da yabancı hiçbir şey hakkında bilgi vermez. Onun başlıca
yararı ise bize insan doğasını birçok koşul ve durumda göstererek ve böylece
gözlemlerimizi oluşturacağımız materyali sağlayarak ve bizi insan davranışının
düzenli işleyişine aşina hale getirerek insan doğasının daimi ve evrensel
ilkelerini keşfetmemize imkân tanımasıdır”.
Ülkemizde son yıllarda
toplumun ne kadar duyarsız olduğu konuşulur oldu. Toplumun ışığı olan
“aydınlar” ise; gelenekçi yapılarını muhafaza edenler (statükocu) ve son 10
yılda harekete geçen, yeni bir grup olarak karşımıza çıkıyorlar. Toplum,
sistemsiz bir sistemin içinde hapsolmuş, karanlık bir dönemden geçiyor. Bu
karanlık dönem içerisinde Gramsci’nin “Organik Aydın” tanımına yaklaşan ve son
10 yılda üretkenlikleri artan aydınlarımızın toplumun değişimi ve dönüşümü için
mücadelesi umut edelim ki pozitif yönde gelişsin. Zira bu azınlık grubun
mücadele etmesi gereken bir de Kıbrıslı Ayanlar vardır. Bu konunun daha iyi
anlamlandırılması için “Ayan” tabirini açıklamakta fayda vardır.
Osmanlı döneminde ve öncesinde de köy ve şehir
ileri gelenleri için Arapça kökenli “Ayan” tabiri kullanılırdı. Bu kişiler,
bulundukları yerlerde etkili ve zengin kişilerdi. Osmanlı Klasik düzeninin 16.
yüzyılın ortalarından itibaren bozulmaya başlamasının bir sonucu olarak, vergi
toplama işinin mukataa yöntemiyle mültezimlere (kesimcilere) açık artırmayla
verilmesi, Ayan sınıfının Osmanlı Devleti içerisindeki gücünü ve toplum
üzerindeki etkinliğini artırdı. Daha sonraki yıllarda özelikle Osmanlının, bu
toprakları malikâne usulüyle ayanlara vermesi, “Miri Toprakların”7
bu gibi kimselerin ve ailelerinin eline geçmesine yol açtı. Ayanlar zamanla
devlet ve toplum arasında aracı bir sınıf haline dönüştü. Kendi egemenlik
alanlarında yönetimi ele geçirdiler. Osmanlı’daki otorite boşluğunun oluşmasını
fırsat bilen ayanlar zamanla sadrazamlık makamına (1808 ) kadar uzanmışlardır.8 II.
Mahmut’un sadrazamı olan Ayan Alemdar Mustafa Paşa, Padişahı ikna ederek
devletin dağılmasını önlemek “maksadıyla” tarihe Sened-i İttifak olarak kaydı
düşen belgeyi hazırlamıştı. Bu belge yürürlüğe girememişti. Fakat burada
konumuz gereği üzerinde duracağımız Ayan sınıfının ne derece güçlendiğidir.
Osmanlı Devlet düzeni içerisinde, topluma ağır vergi yükümlülüğü ve rüşvetin
tadından yenmeyen bir meyve olduğunu hissettiren Ayan sınıfı, devletin
yozlaşmasına ciddi bir katkı koymuştur. Ayanlara bu açıdan baktığımızda, 1974
sonrası Kuzey Kıbrıs’ta oluşan patronaj sistemi içerisinde bizim de ayanlarımız
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Son zamanlarda siyaset kurumunun
gelenekçi aydınlarla prim arayışları ve bizim Ayanlarla ortak yol bulma
çabalarını gözlemliyoruz.
Bizim ayanlar derken
hangi kesimden bahsediyorum: İş insanı olarak tanımladığımız ve ülkenin sözde
geleceğini kurtaracak planları olan Kıbrıs halkının topraklarını devletimizi
yüceltmek için sudan ucuz değerlerle ele geçirenler mi dersiniz, yoksa Lefkoşa
Türk Belediyesi batırılmadan önce devletin bir organı olmayan ama LTB’ni
borçlandırarak, sözde yardım edenler mi dersiniz, yoksa olağanüstü hal
çağrısını andıran mektubu Cumhurbaşkanı makamına yazan mı dersiniz, yoksa her
seçim UBP’ne maddi yardım verdiğini söyleyen gece kulübü sahipleri mi dersiniz,
dersiniz de dersiniz...
Burada esas üzücü olan
bu kesimleri sponsorları olarak gören “Geleneksel Aydınların” her fırsatta
insani akıl yerine ekonomik akıl diye başlayan konuşma ve yazılarıdır. Maalesef,
Siyaset Kurumu da Gramsci’nin organik aydın olarak tanımladığı çağdaş Aydın
profiline yakın aydınlarımızı dinlemek, onlarla psikolojik ve kurumsal bağ
kurmak yerine onları siyasette rakip görüp, gelenekçi Aydın grubuyla yollarına
devam ediyor. Bana göre devletin (K.K.T.C) devamı için bizim ayanlardan biri
olan Cemal Bulutoğulları’na tanınan imtiyazlar sonucunda dolaylı yoldan değil
direkt yönetim hakkı verilmesinde o günlerin klasik aydınları olan
düşünürlerimizin payı büyüktür. Ülkenin karanlığa büründüğünün sembolü haline
gelen LTB örneği bizlere bir kez daha göstermiştir ki, 1974 sonrası yaratılan
Padişahlık makamı ile ayanların yapmış olduğu Sened-i İttifak’ın artık hükmü
bitmiştir. Burada toplumsal olarak aydın kesimin saflarını belirlemesi şarttır.
Ya ayanların ülke siyasetini kendi çıkarları lehine toplumsal çıkarları ezerek
kullanmalarına ve yaltakçılığa devam edecekler ya da Gramsci’nin organik aydın
profiline yakın olan aydınlara tabi olarak toplumsal geleceği
aydınlatacaklardır. Gramsci’nin organik Aydın profiline yakın olan ve son 10
yılda üretkenlikleri, toplumsal varoluşumuza gösterdikleri hassasiyetleriyle
öne çıkıp bu boşluğu dolduran Feminist Atölye Aktivistleri, Baraka Kültür
Merkezi Aktivistleri, İnsan Hakları Vakfı üyeleri ve Akademisyenlerden oluşan
bir grubun siyaset kurumu tarafından tehdit olarak görülmesi tam manasıyla
ülkedeki Ayanların ekmeğine bal sürmektedir. Tarih’ten alacağımız ders aynı
zamanda deneyimlerimizin nasıl oluştuğuyla da ilgilidir: “ Aniden karşımıza çıkarsa, buna tesadüf denir ve deneyim olur;
özellikle amaçlandığındaysa deney adını alır. Ama bu tür deneyim, sapları
dağılmış bir çalı süpürgesinden başka bir şey değildir. Tıpkı gece yarısı
yolunu kaybeden birinin doğru yolu bulma umuduyla bir o yana bir bu yana dönüp
durarak yolunu araması gibidir, yani el yordamıyla kaydedilen bir ilerlemedir;
oysa bunun için sabahı beklemek ya da bir ışık yaktıktan sonra ilerlemek çok
daha temkinli ve yararlı olacaktır. Deneyimin gerçek düzeni ışık yakmakla
başlar, böylece yol aydınlanır, düzensiz ve muğlâk denemelerden değil, düzenli
ve sindirilmiş deneyden yola çıkılır; önce aksiyomlar tümdengelim yoluyla
ortaya konur, sonra yeni deneylere doğru yol alınır”.9
Geçen haftaki yazımda, yapmış
olduğum ve yazı yayınlandıktan sonra fark ettiğim hatadan dolayı, yani; referans
belirtmediğim için siz değerli okuyucularımdan ve bu ülke için gaile çeken
dostlarımdan özür dilemeyi borç bilirim. Doğum günümde beni arayarak evrensel
değerler ve “etik kurallar gereği sana ulaşmak istedim” diye cümlesine başlayıp
bana karşı hassasiyet gösteren, benim bu yazıyı erkene almamı sağlayan, sevgili
hocam Tufan Erhürman’a çok teşekkür ederim.
1
Türkçe
Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 10. Baskıdan yapılan tıpkıbasım, Ankara,
Ekim 2009, S:157
2
Harman,
Chris, Halkların Dünya Tarihi,3.
Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:242
3
D.
Twitchett (Ed.) Cambridge History of China, cilt 3, S:30’dan naklen Harman,
Chris, Halkların Dünya Tarihi,3.
Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:242
4
Harman,
Chris, Halkların Dünya Tarihi,3.
Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:244-245
5
Harman,
Chris, Halkların Dünya Tarihi,3.
Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, S:245
6
L C J Mo,
Commercial Development, S:20’dan naklen Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi,3. Bölüm, Yordam Kitap, İstanbul, 2009,
S:242
7
Osmanlı’da toprak düzeninde, devlete ait topraklardır. Bunlar devletin olmakla
beraber, ekip-biçmek ve boş bırakılmamak şartıyla yine eski sahipleri üzerinde bırakılıyordu.
Kendilerine arazi verilenler, şartlara uyarak, o toprağı ekip biçerler ve
öldükleri zaman bu yerler vergisini vermek suretiyle çocuklarına kalırdı. Ancak
bu topraklar onu işleyenlerin özel mülkü olmadığı için alınıp satılamaz, vakıf
yapılamaz ve hibe edilemezdi.
8
Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, II. Mahmut’un tahta çıkması olayında
İstanbul’a askerleriyle gelip zorla saraya girerek ve II. Mahmut’un hayatını
kurtaran kişi olarak tarih sayfalarına yazıldı. II. Mahmut kardeş katlinden
kurtarılmıştı. Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa da sadrazamlık makamını ele
geçirmiş oldu.
9
Agamben, Giorgio, Çocukluk ve Tarih-
Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme-, Kanat Kitap, I. Baskı, Mart
2010, S:20
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder