25 Kasım 2012 Pazar

LİDRA’DA İSYAN VAR!


Naim PINAR

LİDRA’DA İSYAN VAR!

Mesarya’nın kalbinde, Pedias’ın (Kanlıdere NP) yüzünü doğuya döndüğü kıvrımın kucağına doğmuştun sen güzel Lidra1, Pedias’ın zaman zaman hırçınca getirdiği alüvyonlardan alıyordun toprağının verimini. Sadece yeryüzünü değil yer altını da beslemişti Pedias’ın sevgisi senin için…
Mısırlı Kral Ptolemy Soter seni alıp oğlu Levkon’a (Levkos NP) verdiğinde de yine aynı ihtişamla durdun, asmadın çehreni, yeni ismini işitince, adına Levkontheon (Levkonteon NP) dendiğinde de çekmedin yabancılık…
Hep yeniden doğdun sen, her defasında farklı isimle ama aynı ruhla, başka başlangıçlara başka hayatlara kucak açtın, değişik kimliklerle kaydın düşüldü tarih sayfalarına, ama ruhun hep aynı, kokun hep aynı kaldı. Üzerinde doğdu yeni hayatlar, üzerinde ağardı saçlar, topladın kucağına her milletten bedeni, kimisi kral, kimisi köle, ama hepsine yettin sen Levkontheon…
Bazı tarihçiler, Levkonteon isminden yola çıkarak zamanla “Levkosia”2 dendi diyor sana, kimileri ise “Levkosia”nın Yunancada ‘Kavak Koruluğu’ anlamına gelen Levkae (Levke NP) den esinlenilerek sana önce ”Levkusa” dediklerini, zamanla “Levkosia”ya dönüştüğünden bahsediyor. Sen, Bizans dönemini de hatırlarsın, onlar sana “Kermia” dememişler miydi? Ya sana “İ hora”3 (Şehir NP) dendiğini hatırlıyor musun? Hani bizlerin “şeherli” deyip asaletinden yararlandığımız o güzel ismin var ya… Avrupalıların Levkosia’dan devşirdikleri “Nicosie” veya “Nicosia” seni anlatmaya yeter mi sanıyorsun? Şimdilerde ruhuna leke çalmaya çalışanlar var buralarda, sana LEŞkoşa diyorlar, darılma bizlere, senin değerin gerçek isimlerinde, tarihinde,  yaşanmış anılarda saklı, bunu kirletmelerine izin vermeyeceğiz… Aldırma bunlara Lidra, ruhunu kapat bunlara Levkonteon, uyanacak kucağındaki yaşamlar Levkosia, dikilecekler senin için bir fidan gibi Güneş’e…
Bizans valileri seni seçti. Bizans’tan koparak ayrı devlet kurdum diyen Isaac Comnenus’un baş tacıydın. Templer Şövalyelerini de ağırlamıştın sıcak kucağında. “Kıbrıs Lordu” unvanıyla tanınan Lusignan Kralı “Guy de Lusignan” da vurulmuştu sana her misafirin gibi… Bu dönemde, Guy de Lusignan ülke gelirinin bir kısmını sana adamamış mıydı? Görkemli katedraller, gösterişli saraylar, kiliseler, şapeller, ziyaretgâhlar, manastırlar ve konaklar yükseldi üzerinde… Geniş meyve bahçelerinin ve havanın ünü, bu dönem yayıldı Batı ülkelerine…
Dinle İhtişamlı Levkonteon! Dinle güzel Nycossia! En eski ziyaretçilerinden Oldenburg Kontu Wilbrand4 senin için ne diyor; “Burası Kralın başşehridir ve bir düzlüğün hemen hemen ortasında kurulmuştur. Hisarı yoktur. Son günlerde içinde güçlü bir kale (Baf Kapısı civarında NP) inşa edilmiştir. Çok sayıda nüfusu bulunup hepsi de çok zengindir. Bunların evlerinin iç süslemeleri ve resimleri Antioch (Antakya -HMG) evlerini anımsatır. Bu şehirde Başpiskopos’un makamı bulunur. Aynı şekilde Kral’ın Sarayı ve bahçesi de bulunur. Bu kent Schernae (Kherni: Girne-HMG)’den 5 mil uzaktadır. Yolda gelirken birçok selvi ağacına (Cypress) rastladık. Bunlar şurda burada çok sayıda bulunurlar. Zannedersem ada adını bu ağaçtan almıştır”.5
Pedias’ın hayat verdiği “Nycossia” bir başka Alman ziyaretçin Ludolf von Suchen6 şöyle diyor: “Kıbrıs’ta Nycossia derler bir başka büyük kent vardır. Burası adanın başkentidir ve dağların altında güzel ve açıklık bir ovada kurulmuş olup iklimi fevkalâdedir. Güzel ve sağlıklı havasından dolayı Kıbrıs Kralı ve krallığın tüm piskopos ve yardımcıları, prensler ve soylular, baronlar, şövalyeler genellikle burada oturup vakitlerini mızrak atmak, sportif oyunlara katılmak ve de özellikle avlanmakla geçirirler. Kıbrıs’ta başka yerlerde bulunmayan yaban koyunu (Muflon-HMG) vardır. Ne var ki yalnızca leoparlarla yakalanabilirler. Ve Kıbrıs’taki prensler, soylular, baron ve şövalyeler dünyanın en zengin kişileridir. Üç bin florin geliri olanların gözünde bu sadece üç marklık gelirmiş gibidir. Ne var ki gelirlerini hep avcılıkta harcarlar… Bir Japhe (Yafa-HMG) kontu (Hugues d’İbelin) tanıdım ki 500 taneden fazla tazısı ve her iki tazı için onlara baksın, temizlesin, kokular sürsün diye bir hizmetçisi vardır. Nycossia’da bunlardan başka çok zengin tüccarlar da vardır. Buna hiç de şaşmamalı, çünkü Kıbrıs Hıristiyan ülkelerinin (Doğuya doğru) en uç ülkesidir… Bu nedenle nereden gelir, ne tür yük getirirse tüm gemiler önce Kıbrıs’a uğramaya mecburdurlar, atlayıp geçemezler. Aynı şekilde her ülkeden gelen kutsal toprak ziyaretçileri deniz yoluyla gidiyorlarsa Kıbrıs’a uğramak zorundadırlar. Ve burada güneşin doğuşundan batışına kadar bütün gün söylentiler ve haberler duyulur. Ve gök kubbesinin altındaki her ulusa ait diller duyulur, okunur ve konuşulur: Tüm bu diller özel okullarda öğretilir.”7
Ya İtalyan Nicolai Martoni8’yi hatırlıyor musun? O, hiç unutamamış olacak ki şöyle anlatmış seni; “10 Aralık Perşembe günü, gün boyu yürüdüm ve güneşin batışına doğru Lefkoşa kentine vardım. Lefkoşa zannedersem Aversa’dan daha büyüktür ve ortasında bir dere akar ve yağmur yağmadığında insan içindeki taşlara basa basa dereyi geçebilir. Yağmurlu havalarda dereden çok miktarda su akar ve bu yüzden dere üzerinde birkaç köprü bulunur ki bazısı taştan, bazısı da tahtadandır. Yağışlarda halk bunlardan geçer. Kentin bazı bölgeleri tenhadır ve buralarda güzel evler bulunmaz. Kıbrıs Kralı’nın oturduğu ev güzeldir. Napoli’deki yeni kalenin büyüklüğü kadar bir iç avlusu vardır. Avlunun çevresinde birçok güzel evler bulunur ki bunlar arasında bir de büyük salon vardır. Bu salonun ucunda, birçok zarif sütunu ve çeşitli cins süslemeleriyle çok güzel bir taht bulunur. Bana öyle gelir ki bu tahttan daha güzel pek az şey vardır. Salonun çevresinde, sütunlarla bir güzel süslenmiş bir nevi kemerli sündürme yer alır. Burada bana öyle bir cesaret gelmişti ki Kralın odasının girişine dek yürüdüm ve eğer kapısı açık olsaydı içeri girip onunla konuşacaktım. Bu binanın iç avlusunun ortasında, güzel suyu olan bir çeşme vardır ki birçok kentli buraya gelip su alırlar... Kıbrıs Kralı’nın özellikle av için kullandığı birçok çiftliği vardır. Kral’ın ayrıca 24 leoparı ve 300 tane de muhtelif cins şahini bulunur ki bunların bazılarını her gün ava götürür… Sözünü ettiğim Lefkoşa’da bir Başpiskopos vardır. Onun kilisesi Santa Sophia’ya adanmıştır. Bu zarif ve kubbeli büyük bir kilise olup koronun bulunduğu yerden yüksek mihraba ve oradan da kubbeye kadar, üzerinde altın rengi yıldızlar bulunan tatlı bir maviye boyanmıştır. Bu kilisenin geliri vaktiyle 25 bin Ducat idi. Ne var ki şimdilerde (1394 NP) Kıbrıs kralı burayı idaresine almış olup gelirinin de çoğuna el koymuştur. Bu Lefkoşa kentinde St. Francis, St. Dominic ve St. Augutine’e adanmış manastırlar ve ziyaret yerleri vardır ki her biri çok büyük ve güzel olup biri büyük, öteki de küçük ikişer iç bahçeleri bulunur ki buralarda portakal vesair meyveler yetişir. Kentin içinde meyve ağaçlığı olduğu gibi sebze, arpa, buğday ekili tarlalar da vardır. Gerçekten de St. Augustine Manastırı’nın (Ömerge Cami’nin yanındaydı NP) yanında ve kent surları içinde arpa, buğday ekili ve 30 modia’dan (6 dönümden fazla-HMG) büyük bir tarla gördüm. Aynı şekilde bir rahibeler kilisesi olan St. Theodor’un bahçelerinde lahana ve sair çeşitli meyveler gördüm. Bu bahçeler 20 modia büyüklüğündeydi. Bu kentte ekmek ve şarap boldur. Şaraplar genellikle tatlı cinstendir ve fıçı olmadığından büyük küplerde saklanır. Ekmek ve şarap bol olduğundan orada bir ay kadar kalmayı düşündüm…9
Uğursuz Venedik döneminde de baş şehirdin. Fakat Lusignan krallığı kadar mutlu etmedi Venedik İdaresi ne seni ne de üzerindeki bedenleri, Sık sık yaşadığın depremler daha az yıpratmıştı dokunu ve ruhunu… Osmanoğlunun korkusundan üçte ikini yıkmamışlar mıydı? Sözde seni korunmak için büyük surlar inşa edip kapattılar dört bir yanını.
Venedik’in gaddarlığı altında ezildi halkın, yıprandı dokun, ezildi ruhun. O kadar tahribata rağmen bak seni ziyarete gelen Fransız İpek tüccarı Jacques le Saige10 şöyle diyor: “…St. Sophia dedikleri büyük bir kiliseye gittim. Burası çok güzel bir kilisedir. İyi yontulmuş kum taşından çok güzel bir çan kulesi ve 5 kemerli bir giriş sündürmesi vardır. Kilise boydan boya kubbelidir. Dualar bizde olduğu gibi hep Latince okunur. Birçok haç yolcusu duvarlara adlarını ve işaretlerini yazmışlar. Orada uzun süre dinlendikten sonra yakındaki küçük bir Rum kilisesine gittim. Bu kilise Meryem Ana’ya adanmıştı. Oraya gitmekten memnun kaldım, çünkü 70 yaşlarında bir papaz öylesine gür bir sesle ilahiler okuyordu ki hayrete değerdi…” Daha sonra Aziz Jhon Montfort’un mezarının bulunduğu St. Augustine Kilise’sine ve bitişiğindeki manastıra giden Le Saige senin üzerindeki anılarına şöyle devam eder: “Manastırın yanında, bir kuyudan sulanan büyük bir bahçe vardır. Bir at büyük bir dolabı çevirir ve bu dolaba takılı birçok toprak kap şaşılacak miktarda su çeker kuyudan. Bahçe de birçok ince borular döşenmiş olup su bunlarla dağıtılır. Çoğu nar olmak üzere birçok miktarda meyve ağacı vardı ve onların altlarındaki arazi kabaklar, karpuz, hıyar ve diğer güzel şeylerle doluydu. Bu kuyular olmasa Kıbrıs’ta bu meyve ve sebze çıkmazdı. Ve bu kadar kuyu bulunması da hayret vericidir.11
Osmanoğlu gelip girdinde kucağına sen onları da kucakladın. Artık bir medeniyet daha vardı dokunun kokusunda. Onlar da anladı önemini, onlar da seni başşehir belledi. Sana Paşa Sancağı dediler. Lusignan döneminde krallara, Venedik döneminde Venedikli valilere, saray olan yerde şimdi Türklerin Valileri oturacaktı: Beylerbeyi, müsellimler, muhassıllar, vali ve mutasarrıflar kısaca “Vali Paşa”ların yeriydi artık burası. Kıbrıs’ın kalbi yine sendin yorulmaz Lefkoşa… Halk ağzında buralara her zaman saray dendi. Buranın önündeki alana bu nedenle “Sarayönü” dendiğini bilmeyen mi var?
Türk tarzı mimariye, giyime ve hasara ilk kez bu dönemde tanıklık ettin ey cefakâr Levkonteon! Her dönem değişik kavgalara, değişik kültürlerin çatışıp kaynaşmasına şahit oldun. Lusignan ve Venedik dönemlerinden kalan geniş, düz sokaklar, büyük meydanlar ve bunların etrafındaki binalar zamanla yıkılarak yerlerini yenilerine bırakmamış mıydı?  Basit görünümlü kerpiç evler, giderek daralan, eğri büğrü sokaklarla yine bu dönem tanışmamış mıydın?
İtalyan rahip Mariti’yi ağırladığın 1767 yılında notlarına yazmış Muzaffer Paşa’nın ilk yaptırdığı binayı; şimdilerde keyifle kahvelerimizi yudumladığımız “Büyük Hanı”. Burayı sana misafir gelecek yabancıların, özellikle de tüccarların barınması ve mallarının muhafazası için yapmışlar. Mariti, seni zevkle gezerken susuzluğunu Sarayönü’ndeki çeşmeden içtiği can suyunla gidermişti.
Papa VII. Clement’in 1596 yılında Lübnan’da yaşayan Maronitlere temsilci olarak gönderdiği İtalyan İlahiyat Profesörü Girolamo Dandini aynı yılın ağustos ayında Maronit evlatlarının durumunu incelemek için seni ziyarete geldiğinde yeni efendin Osmanoğlu’nun uygulamalarını ve yeni halini şöyle anlatıyordu: “Lefkoşa’ya olsun, diğer kentlere olsun, at sırtında yalnız Türklerin girmesine müsaade olunur. Hıristiyanlar ve diğerleri kapıda hayvandan inmelidirler. Kent içine girdikten sonra canları isterse tekrardan atlarına binip evlerine gidebilirler… Lefkoşa büyük bir kenttir ve Doğu tarzında inşa edilmiştir. Ne var ki son savaşlarda muhtelif yerleri tahrip olunmuştur. Türkler kenti Venediklilerden alalı 27 yıl olmuştur. Tanrı, ada Rumlarının günahlarını ve dini görüş ayrılıklarını bu şekilde cezalandırmayı yeğlemiş… Çan kuleleri ya tahrip edilmiş durumdadır ya da çanları yoktur. Türkler bu çanları eritip top yapmışlardır.  Lefkoşa’da dört tür kilise vardır ki her türünü bizzat inceledim. Bunlardan, sayıları ve binalarının güzelliği ve hacimleri dolayısıyla Türk camileri en önemlileridir. İçlerine girmemi bırakmadılar. Ama kapısının demir parmaklıklarından gördüğüm ve vaktiyle St. Sophia kilisesi (Selimiye Cami NP) olan bunların en güzeli ve görkemlisidir.”12
Toprakları birçok uygarlığa, kültüre yatak olmuş Lefkoşa! 1801 yılının haziran ayında seni ziyarete bir İngiliz rahip ve madencilik profesörü olan Edward Daniel Clarke gelmişti; anımsadın mı? Hani o gün senden uzaklaştırıldıkları için delice ağlayan kadınlar vardı ya işte o günden bahsediyor Clarke; “…Sonunda, Attien (Athienou: Kiracıköy HMG)’den ayrıldıktan 2,5 saat sonra Nicotia (Nicosia) şehrini gördük. (…) Kapıda vaktiyle bir inen çıkan demir parmaklık vardı. Girişi dilencilerle dolu bulduk. Kapı bekçisi geçen her Rum’dan bir ücret ister. Kasabaya girerken, havayı ağlayıp sızlamalarıyla dolduran kadınlardan oluşmuş bir kalabalıkla karşılaştık. Bunlar başkentin güzel giysisi olan beyaz elbiseler içindeydiler. Kimileri orta yaşlıydılar. Ama tümü de güzeldiler. Yürürken yüzlerini ve göğüslerini herkese açıp saçlarını başlarını yoluyorlar ve acınacak bir tarzda ağlayıp duruyorlardı. Bu kalabalığın ortasında, eşeğine binili gayet sakin bir tarzda çubuğunu tüttürerek giden ve onların haykırışına hiç aldırmayan bir Türk vardı. Bu kalabalığın nedenini soruşturunca, bu kadınların tümünün de fahişe olduğunu, Valinin onları şehirden sürdüğünü ve kendilerini bu nedenle kent kapısından dışarı sevk etmekte olduklarını öğrendik. Giysileri çok eski bir biçime göreydi ve hayli zarifti. Tümden ince beyaz ketendi, tüm vücudu örtecek tarzda dikilmişti ve kibar kıvrımlarla yere iniyordu.13
1872 yılında senle iki ay geçiren diğer bir ziyaretçin genç Avusturya dükü Louis Salvador’u da büyülemiştin seni gördüğü ilk an neler hissettiğini şöyle yazmış not defterine: “Bir dizi hoş görünümlü tepeyi geçtikten sonra, bomboş bir düzlükte kurulmuş Lefkoşa, ince uzun hurmaları ve minareleri, gerilerde Pitoresk Sıradağlarıyla karşımıza çıkıverdi. Sanki Binbir Gece Masalları’ndan bir rüya gerçekleşiyordu: Yeşilden yoksun bir ülkede portakal ve hurma ağaçlarından oluşan bir buket, insan eliyle yapılmış duvarların çevrelediği bir vaha…”14  
12 Temmuz 1878’de yeni kiracıların geldiğinde de baş tacıydın Lefkoşa. İngilizlerin ilk Yüksek Komiseri General Sir Garnet Wolseley’in İngiliz yazar W. Hepworth Dixon’a senin için “Şam’ın Küçük Kızkardeşi” dediğini biliyor musun? Hatırla tarihin yorulmaz başkenti! Hatırla kültür başkenti! Lusignan devrinde kraliyet sarayı, Venedik döneminde Valilerin ikametgâhı, Osmanlı dönemi Valikonağı olan binayı beğenmeyen İngilizler buranın bir kanadını hapishane yapmamışlar mıydı? Şımarık General Wolseley, senin bir mil güneybatındaki Cikko Meduşu’nda oturmayı yeğlemişti. Buradaki Manastır binalarıyla çadırlardan oluşan İngiliz karargâhı çok geçmeden Strovolo’da kente egemen bir tepeye taşınacaktı. Türkler buraya Vali Paşa Tepesi derlerdi. Şımarık General Wolseley, Sarayönü’ndeki Lusignan Sarayı’nın hapishane bile olamayacağını söyleyip buradaki mahkûmları yenisi yapılana kadar Büyük Han’a taşımamış mıydı?

Pedias’ın damarlarından akan sevgiyle okşandın Nicosia, birçok badireden geçtin, mağrur ve gururlu Levkosia! İngiliz devrinde yeni binalar yükseldi üzerinde sarı sarı taşlarla, etnik kavgalar eksik olmadı üzerinde, hep derdini dinledin Lefkoşalının sessizce, sevinçlerini işittin sessizce. Sana yapılan onca tahribata göğüs gerdin yüzyıllarca, onca kral gördün, birçok soylu efendi ağırladın, sayısız köle barındırdın, fahişelerin kovuldu, cüzamlıların atıldı, azizlerin çok oldu… Üzerindekilerin milliyetçilik hastalığı seni de yaraladı, rahatsızlandırdı, ikiye böldü. Ama bunca yüzyıldır hep baş tacı olmayı bildin. Şimdi belki tacın ortadan kırık ben buna üzüle durayım, sen de düşün şimdi Lefkoşa! Hatırla geride kalan yüzyılları, değerlendir bizleri! Hangi zaman bu kadar değişmişti dokun ve kokun…





1 Lidra; Kıbrıs’ta antik çağda bu verimli alan üzerine kurulan şehirlerin sonuncusu olarak bilinen Ledra veya Ledrae antik kenti, şimdiki suriçinden Lefkoşa’nın güney yarısıyla onun güneydoğusundaki alanda kurulmuş olduğu tahmin edilen şehir.
2 Levkosia; Bizans Döneminin sonlarında 10. Yüzyıldan itibaren eski Lidra, Levkonteon veya Kermiya adlarının yerini Levkosia almıştır.
3 İ hora; 10. Yüzyıl’dan itibaren Lefkoşa, İ hora olarak anılmaktadır. Şehir anlamına gelen İ hora, Eski Bizans kayıtlarında ve Lusignan dönemi Vakanüvisti Maheras’ın “Kıbrıs Vakayinamesi”nde İ hora kelimesi Lefkoşa adıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
4 Wilbrand von Oldenburg; Oldenburg Kontu olan Wilbrand aynı zamanda bir rahipti.1211 yılında kutsal topraklar olan Filistin’i ziyaretinden sonra Kıbrıs’ı ziyaret etmişti.  
5“Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:13-15’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:8
6 Ludolf von Suchen, 1336-1341 yılları arasında Lefkoşa’yı ziyaret eden Alman rahip.
7 “Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:20-21’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:9
8 Nicolai Martoni;1394 Kasım ayında Lefkoşa’yı ziyaret eden İtalyan noter.
9 Excerpa Cypria, Sayfa:25-26’dan naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:10-11
10 Jacques le Saige; 1518’de Lefkoşa’yı ziyaret eden Fransız ipek tüccarı.
11 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:58-59’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:16
12 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:181-182’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:26
13 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:393-394’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:28
14 Archduke Louis Salvador, “Levkosia-The Capital of Cyprus”, Engilish translation, London, 1983, Sayfa;67-72’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:32-33

11 Kasım 2012 Pazar

BEN KATİLİM, YA SİZ?



Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

BEN KATİLİM, YA SİZ?

Ülkemizin Kuzeyindeki yapıda siyaset ve gerçek arasındaki bağlantı kopmuş durumdadır. Ülkemizin kuzey yarısına hâkim olan düzende, yaşanan onca soruna karşılık düzenin yöneticileri olduğunu iddia edenler; siyasi istikrar, ekonomik istikrar ve refahın arttığı yönünde beyanlar vermektedirler. Toplum ise muhalefet (Siyasi Partiler, Sendikalar, Sivil Toplum Örgütleri NP) tarafından uyuyan güzel olarak tanımlanmaktadır. Siyasetçi ile toplum arasındaki bu iletişim sorununun bu noktaya nasıl geldiğine, siyasetin nasıl işlevsiz kaldığına, siyaseti kimin katlettiğine yönelik tekrardan düşünmeden önce bazı temel kavramları siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlükte, siyaset; “Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış” olarak tanımlamıştır.1 En iyi siyasal örgütlenme biçimi nedir? Devletin varlığı bir zorunluluk mudur? Siyasal Otoriteye itaat nasıl meşrulaştırılabilir? Adalet nedir, nasıl gerçekleştirilebilir? Sosyal adalet diye bir şey var mıdır? Özgürlük nedir? Bireysel özgürlüklerin sınırları nelerdir? Bu ve benzeri sorular, toplum halinde yaşamın başladığı günden itibaren insanoğlunun kafasını kurcalayan sorular olmuştur. Bu sorulara sistematik cevap bulma uğraşısı, siyaset felsefesinin özünü oluşturmaktadır. Aristo, siyaseti; insan mutluluğunu geliştirme sanatı, Platon ise; insanları rızaları ile yönetme sanatı olarak tanımlamaktadır.
İstikrar (stability) kavramının kelime anlamı aynı kararda, biçimde sürme, kararlılık demektir.2 Buna bağlı olarak da istikrarsızlık; istikrarsız olma durumu, dengesizlik, kararsızlık anlamına gelmektedir.  Ekonomik istikrar, genel ekonomik faaliyetlerde daralma ve aşırı genişleme gibi bir dalgalanmanın görülmemesini ifade eder. Ekonomik istikrarsızlık ise, bir ekonomide toplam arzla talep, yatırımla tasarruf, ihracatla ithalat, vergi ile kamu harcamaları gibi makro ekonomik büyüklerin dengede olmadığı bir durumu yansıtmaktadır. Kısaca Ekonomik İstikrarı; “Ekonomideki gelişmelerin, beklenen ve istenen seviyede devam etmesidir”  şeklinde tanımlayabiliriz. 3
Siyasi istikrarsızlık kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için önce birkaç önemli konunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bunlardan birincisi, ülkedeki yönetimin demokratik ya da anti-demokratik olup olmadığıdır. Çünkü demokratik ve anti-demokratik rejimlerin istikrar anlayışı birbirinden farklıdır. “Anti-demokratik rejimlerde istikrar genellikle hükümranlık makamının aynı kişi tarafından işgal edilmesine dayanır. Yani istikrar kişiye bağlıdır. Kişinin çekilmesi, ölmesi, devrilmesi istikrarsızlığa neden olur. Oysa, demokraside istikrar kişilere değil belirli vasıflara sahip kuralların varlığına ve bu kuralların düzenli biçimde uygulanmasına dayanır. İşte sık sık sözü edilen “demokrasinin kurallara dayalı bir Rejim” olması, gerçekte budur. Dolayısıyla, demokratik sistemde istikrarın korunması bir kişinin bir makamda bir devre daha tutulmasıyla sağlanamaz. Eğer bu istikrarsa, o zaman aynı kişiyi ölene kadar orada oturtmak sisteme daha büyük bir istikrar sağlayacaktır!  İstikrar, kurallara uyulması, kuralların işletilmesidir.4 Bir ülkede siyasi istikrarsızlığın göstergeleri şunlardır: Hükümet karşıtı gösteriler, Suikastlar, Kabine değişiklikleri, Soykırım katliamları, Anayasal değişiklikler, Darbeler, Devrimler (başarılı veya başarısız), Ayaklanmalar, Sınır savaşları, Sivil savaşlar, Temizlikler (Muhalefeti yok etme). Yukarıda sayılan istikrarsızlık kaynakları ülkeden ülkeye farklılık göstermekle ve daha çok demokrasinin tartışma konusu olduğu toplumlarda görülmektedir. 5 Demokrasinin olduğu ülkelerde ise siyasi istikrarsızlık şu başlıklar altında toplanır: “Parlamentonun kutuplaşması,  Koalisyon hükümetleri, Seçmenlerin kararsızlığı ve partizan seçmenin düşkünlüğü (Seçmenin dönekliği), Seçimlerin idaresi zamanlaması (seçim sonuçlarının belirsizliği)”.6
Yukarıda verilen temel kavramlar ışığında ülkemizin kuzeyinde, Ekonomik İstikrar, Siyasi İstikrar olup olmadığını siz değerli okuyucuların takdirine bırakıyorum. Burada esas üzerinde durmamız gereken siyasetin sorunlara çare üretemez konuma nasıl geldiğidir. Ülkemizin kuzeyinde siyaset ölmüştür. Peki ama bu noktaya nasıl gelinmiştir? Bu cinayetin suçluları kimlerdir? Hiç kuşku yok ki birçok insanımız hemen siyasetçileri suçlayacaktır. Bu tespit kısmen doğrudur da. Ya azmettiriciler ne olacak, onlar suçsuz mu? En az onlar kadar suçludurlar/suçluyuz. Demokrasilerde siyaseti katledenleri, seçmenler sandıkta yargılar ve mahkûm eder. Fakat bizde yargılamayı bir kenara bırakın tekrar tekrar siyaseti katlettiğini söylediğimiz katillerin eline yönetme silahını veriyoruz. Onlar da aslında talebe karşılık isteneni yapıyor. Siyasetin öldürülmesinde azmettirici bir görev üstlenen toplumumuzun nasıl bir sisteme alışık olduğuna bakalım: ABD’ de 19. yüzyılda uygulanan “Spoils system” ülkemizin kuzeyinde oluşan sisteme güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bu sistemde, her seçim sonucu, memurlar yerlerini, seçimi kazanan siyasal partinin memurlarına bırakmaktadır. “Ganimet Sistemi” olarak adlandırılabilecek bu sistemde, memuriyet siyasal iktidarın siyasal yandaşlarına dağıttığı bir ganimet olarak düşünülmekteydi. 1831 yılında ABD’ de New York Senatörü William C.Marcy’nin senatoda söylediği “Siyasi savaşta yenilenler görevlerinden çekilmelidir; ganimet, savaşı kazananın hakkıdır.” Sözü ganimet sisteminin esasını ortaya koymaktadır: Ganimet sistemi, kısaca memurlukların liyakat ve eşitlik ilkelerine dayalı olmaksızın siyasal iktidara destek olan ve yardım sağlayan kimselere bir ödül olarak dağıtılması sistemidir. 1881 yılında seçimi kazanan parti için çok çalışmış olduğundan, ganimet sistemi gereği ödüllenmeye hakkı olduğuna inanan ve bu yüzden iyi bir idari görev bekleyen, fakat bunu elde edemeyen biri, kızgınlıkla ABD Başkanını öldürmüştür. Bu sistemde siyasetin işlevi temel kavramından çok uzak görünmektedir. Buradaki siyaset anlayışı sorunlara çözüm bulmak bir yana her icraatıyla yeni sorunlar doğurmaktadır.
 Bu sistemi içselleştirmiş halkımızın nasıl bir özyapıya (karakter NP) sahip olduğu noktasına gelince, Erich From’un “Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum” adlı eserinde ortaya koyduğu Ağızcıl-Alıcı özyapı (karakter NP) tanımına bakalım; “ tüm iyiliklerin kaynağının dış dünya olduğunu hisseder ve istediği şeyi –bu ister özdeksel bir şey, isterse duygulanım, sevgi, haz olsun- elde etmenin biricik yolunu onu bu dış kaynaktan alma olduğuna inanır. Bu özyapıda biri için sevgi sorunu, sevme sorunu olmayıp, hemen hemen yalnızca ‘sevilme’ sorunudur. Bu tip insanlar, sevgi objelerini seçme konusunda fark gözetmemeye, yapmamaya eğilimlidirler. Çünkü herhangi biri tarafından seviliyor olmak onlar için karşı konulmaz bir deneydir ve bu yüzden, kendilerine sevgi gösteren kim olursa olsun ya da sevgiye benzer ne olursa olsun hemen ‘kapılırlar’. Sevdikleri kimsenin sevgisinden vazgeçmesi ya da kendilerine karşı baştan savıcı bir tavır takınması onların büyük ölçüde etkiler. Düşünme alanındaki yönelimleri de duygu alanındakinin aynıdır. Zeki oldukları zaman en iyi dinleyicilerdir. Çünkü yönelimleri düşünce üretici değil, alıcıdır. Bu yüzden de kendi başlarına kaldıklarında kendilerini felce uğramış hissederler. Bu gibilerin baş düşüncesi en küçük bir çaba göstermektense kendilerine gerekli olan bilgiyi verebilecek birini bulmaktadır. Bu tavır, tam onlara özgü bir tavırdır. Dindar oldukları zaman de bu gibilerin her şeyi kendisinden bekledikleri bir Tanrı kavramları vardır. Kendi etkinliklerinden hiçbir şey beklemezler. Dindar değilseler kişiler ve kurumlarla olan ilişkileri de dindar olanların Tanrı ile olan ilişkilerine çok benzer. Her zaman, ‘sihirli bir yardımcı’ arayışı içindedirler. Özel türden bir bağlılık gösterirler. Bunun temelinde geçimlerini sağlayan kişiye duydukları gönül borcu ve onu yitirme korkusu yatar. Kendilerini güvencede hissetmek için pek çok yardımcıya gereksinme duyduklarından sayısız insana bağlanmak zorundadırlar”.7
Toplumun büyük kesiminin bu özyapıyla hareket ettiğini itiraf etmemiz gerekiyor. Zira her seçim, memur olmak için siyasetçilere baskı yapıldığı bir yapıda siyasetçinin bu taleplere yenik düşmesine şaşmamalıyız. Öte yandan toplumun her seçim dönemi görüş ve üretilen siyasete değil de “bize büyük iyiliği geçti” sözüyle özetlenebilecek bir tavırla siyasilerin eline yönetme silahını vermesi sadece seçilenleri suçlu kılmaz. Bu silahı onlara veren bizleri de azmettiriciler yapar. Azmettirmek de en az cinayet kadar suçtur. Bizler bu suçu defalarca işledik. Bazılarımız bunun özeleştirisini yapmak bir kenara, her siyasetle uğraşanın aynı olduğu teziyle ortaya çıkmakta ve toplumsal dönüşümde umudun kaynağı olan “Siyaset” kavramını yok etmektedir. Bunun sonucu olarak siyaset kurumu katledilmektedir. Ülkemizin kuzeyinde düşünsel bir devrime ihtiyaç vardır. Rahmetli Doğan Harman’ın 2006 yılında kaleme aldığı “Statüko” adlı eserinin önsöz yerine yazan Ferdi Sabit Soyer, 2002 Annan Planı sonrası toplumun yaşadığı süreci şöyle değerlendirmişti; “2002 Kasım ayı ile önce 20 binle, sonra Aralıkta 40 binle, 2003 Ocak ayından sonra artık 80 binlere ulaşan büyük kitle hareketleri yanı sıra, önce Doğancıda başlayan ve her köyümüz ile yerleşim yerinde büyük bir toplumsal dayanışma hareketi ile gelişen Ateş Yakma eylemleri ile yürüyüşlerle gelişen bu süreç ile Kıbrıs Türk Halkı aynı zamanda büyük bir düşünsel devrim de yaşadı”.8  Bu düşünsel bir devrim ise şimdi toplum neden geriye eski alışkanlıklarına geri dönmüştür. İtiraf etmeliyim ki, O günlerde tablo böyle görünüyordu. Fakat toplumların gerçek bir düşünsel devrim için yeni bir başlangıç tutturması ve geçmişten gelen dizgenin dışına çıkılması gerekmektedir. O gün için yeni bir başlangıç noktası Annan Planı ile ortaya çıkan “Birleşik Kıbrıs ve AB” üyeliğiydi. Toplum bunu görmüş ve istemişti. Fakat bu sonuçlanmayınca geri dönüş kaçınılmaz olmuş, toplumsal belleğimizde var olan toplumumuzun karakter işlevi eskiden gelen anımsamalarla yeniden geriye dönmüştür.
 “ Her toplum bazı nesnel koşulların zorunlu kıldığı belli biçimlerde yapısallaşır ve iş görür. Bu nesnel koşullar üretim biçimlerini içerirler. Buna karşılık üretim biçimleri ise hammaddelere, endüstri tekniklerine, iklime, nüfus büyüklüğüne, siyasal ve coğrafi etkenlere, kültürel geleneklere ve toplumun karşılaştığı etkilere dayanır. Genel anlamda bir ‘toplum’ yoktur. Yalnızca, değişik, ama anlaşılabilir biçimlerde iş gören özgül toplumsal yapılar vardır. Her ne kadar bu toplumsal yapılar tarihsel gelişimin akışı içinde mutlaka değişirlerse de belli bir tarihsel dönem içinde göreli olarak sabittirler. Böylece, her toplum ancak kendi özel yapısının çerçevesi içinde iş görerek var olabilir. Bir toplumun üyeleri ve bu toplum içindeki çeşitli sınıflar ya da gruplar toplumsal dizgenin gerektirdiği anlamda iş görebilecek şekilde davranmak zorundadırlar.” Erich Fromm, “Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum” adlı eserinde toplumların karakter işlevi üzerine şöyle der: “Toplumsal özyapının işlevi, toplumdaki üyelerin güçlerini davranışlarını toplumsal örneği izleyip izlememek konusunda bilinçli bir karar sonucu olan kişiler olarak değil de, eylemde bulunmaları gerektiği şekilde eylemde bulunmayı isteyen ve aynı zamanda kültürün gereklerine uygun eylemde bulunmaktan haz duyan kişiler olarak biçimlendirmektedir. Başka bir değişle, toplumsal özyapının işlevi, belli bir toplum içindeki insansal gücü, bu toplumun sürekli işlemesi amacı için biçimlendirip yönlendirmektir”.9 Toplum kendi bildiği yöntemlerle siyaset kurumuna baskı yapmaya yeniden başlamış, bu taleple yeniden buluşan siyaset kurumu ise siyaseti katletmeye devam etmiştir. Yeniden azmettirici görevine soyunan toplum, siyasetin yok olmasına çanak tutmuştur. Bugün çeşitli protestolar eşliğinde, cenaze marşları çalınan siyaset kurumu, toplumsal yaşamda yeniden umut olmak ve siyaset kavramını gerçek anlamda hayata döndürmek istiyorsa toplumda yeni bir başlangıca ihtiyaç vardır. Toplumu azmettirici konumdan çıkartmanın tek çaresi toplumsal özeleştiri yapmaktır. En az Siyasiler kadar suçlu olduğumuzun bilinciyle Siyaset Kavramının doğru tanımını hayata geçirmenin yolları aranmalıdır. Kısaca toplumun yeni bir başlangıca ihtiyacı vardır. Fakat unutulmaması gereken,

“Her türlü başlangıcın içinde bir anımsama öğesi yatar. Toplumsal bir grubun tümüyle yeni bir yol tutturmak üzere eşgüdümlü bir çaba gösterdiği durumlarda, bu özellikle geçerlidir. Böyle herhangi bir başlangıç girişiminin doğasında keyfilik vardır. Başlangıç noktalarında, geçmişten alıp sürdürülecek hiçbir şey yoktur; başlangıç, hiç yoktan belirivermiş gibidir. Başlangıç anını yaratanlar, olaylar zincirini koparmış ve olayların dizilişindeki düzenin dışına düşmüş gibidirler. Zaten başlangıcın aktörleri, bu olguya ilişkin duygularını genellikle yeni bir takvim başlatarak açığa vururlar. Ne var ki mutlak anlamda yeni bir şeyin aklın kabul etmesi olanaksızdır. Bunun nedeni, yalnızca tümüyle yeni bir başlangıç yapmanın son derece güç olması değildir; pek çok eski bağlılık ile alışkanlığın, eski ve yerleşik bir şeyin yerine yenisini koyma çabamızı engellemesi de değildir yalnızca. Bunlardan daha temel bir neden vardır: Ne türden olursa olsun belli bir deneyimin akla yakın olduğundan emin olabilmek için onu, daha önceki deneyimlerimizin oluşturduğu bağlama dayandırmak zorunda oluşumuzdur; yani herhangi bir tekil deneyimden önce zihnimizin, daha önce yaşanmış şeylerin tipik biçimlerinden oluşmuş bir genel çerçeveye göre önceden bir eğilim edinmiş olması gerekir. Zihnimizi etkileyen bir şeyi ya da eylemi kavramak, onu, olabileceklere ilişkin bir beklentiler sistemi içinde bir yerlere yerleştirmektir. Sınırları zaman içindeki deneyimlerimize göre çizilen kavrama dünyası, anımsamaya dayanan örgütlü bir beklentiler kümesinden oluşur.”10 Yeni bir başlangıç için toplumsal belleğimiz, Annan Planı dönemindeki yarım kalan düşünsel devrimi hatırlamalı/hatırlatmalı, “Birleşik Kıbrıs ve AB” gibi bir tek vatan da ortak yaşam, yeni bir düzen talep etmelidir. Bu da geçmiş dizgenin dışından gelen genç beyinlerle, yeni temiz bir gelecek planıyla mümkündür.


1 Türk Dik Kurumu Yayınları, Türkçe Sözlük,10. Baskı, Ankara, 2009, S:1780.
2 Türk Dik Kurumu Yayınları, Türkçe Sözlük,10. Baskı, Ankara, 2009, S:990
3Karabıçak, Mevüt, Türkiye’de Ekonomik İstikrarsızlığın Tarihsel Gelişim Süreci” , SDÜ İİBF Dergisi,2000, Cilt 5, Sayı 2, S:50
4Yayla, Atilla, “İstikrarsızlığa İhtiyacımız Var” www.liberal-dt.org.tr/yayla/ay-istikrarsızlık.htm
5 A. Ali, “Political İnstabilitiy, Political Uncertaintiy and Economic Growth; An Empirical İnvestigation”, Atlantic Economic Journal, 29 (1), 2001, S:103’den aktaran, E. EREN ve M. BİLDİRİCİ, “Türkiye’de 1990 Sonrası İktisadi Krizlerin Siyasal ve İktisadi Nedenleri”, Yeni Türkiye Dergisi, Eylül-Ekim 2001, sayı 41, S:167
6M. Bussiere ve C. Mulder, Political İnsability  and Economic Vulnerebility, IMF Working Paper, No:46, 1999’dan aktaran, E. EREN ve M. BİLDİRİCİ, “Türkiye’de 1990 Sonrası İktisadi Krizlerin Siyasal ve İktisadi Nedenleri”, Yeni Türkiye Dergisi, Eylül-Ekim 2001, sayı 41, S:167
7Fromm, Erich,Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, Say Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2001, S:84-85.
8Harman, Doğan, Statüko, birinci baskı,İstanbul, Mart 2006, S:13
9Fromm, Erich,Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, Say Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2001, S:88-89.
10 Connerton, Paul, Toplumlar Nasıl Anımsar, Ayrıntı Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul, 1999, S:14-15












10 Kasım 2012 Cumartesi

ESKİ GİRNE VE KARA KADININ EVİ


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
ESKİ GİRNE VE KARA KADININ EVİ
Girne, her dönem denizi ve dağ manzarasıyla tüm yabancıların dikkatini çekmeyi başarmış, Kıbrıs’ın en güzel yerleşim yerlerinden biridir.  İngiliz idaresindeki Kıbrıs’ta Girne Kaza Komiseri olarak (Andrew Scott-Stevenson, ilk Ordu subayı sonra da Kaza Komiser yardımcısı ve Zaptiye Komutanı olmuş daha sonra Kaza Komiseri olmuştur. NP) 1880-1883 yıllarında görev yapan, Yüzbaşı Andrew Scott-Stevenson ve eşi Esme Scott-Stevenson ile Girne’de 5 yıl kalmışlardır. Esme Scott-Stevenson’un bu süre zarfında tam bir Girne aşığı olduğunu söyleyebiliriz. 1879 yılının bahar aylarında Esme Scott-Stevenson’un kaleme aldığı “Our Home In Cyprus” (Kıbrıs’taki Yuvamız) adlı eserinde sıklıkla;  Girne ilçesinden, halkının konukseverliğinden, havasından ve kaldıkları evlerinden bahseder durur. Stevenson ailesi, Girne’de “Kara Kadı” diye bilinen bir şahsın evinde oturmuşlardır. 

Bu İngiliz kadın yazar eserinin bazı bölümlerinde 132 yıl önceki Girne’yi şöyle anlatıyor:
“ Girne Kapısı’nı geride bıraktıktan sonra yumuşak topraklı bir ovada 5 mil kadar dörtnala gittik, sonra çıplak, volkanik görünümlü kimi sırtlara vardık. Bu sırtlar dağ boyunca uzanır gider. Sadece birkaç inç genişliğinde olan patika bu sırtların bulunduğu yörede zig-zatlar çizip bu şekilde 3 mil kıvrılıp uzar.  Sonraları bu çıplak, kayalık sırtlardan ne kadar nefret edecektik! Buraları Kıbrıs’ın en çıplak yöresidir. Killi bir topraktan, kayalardan yer yer sızan tuzlardan ve dağınık kurşuni taşlardan başka bir şey yoktur çevrede. Buralarda yılanlar kaynaşır. Yağmur mevsiminde bile bu sırtlar asla yeşermez veya yazın yolu o kadar dayanılmaz yapan o beyaz, pişmiş görünümünü kaybetmez.
Tekrar kısa bir süre dörtnala gidiş bizi sonraları o kadar çok seveceğim sevgili dağların eteklerine getirdi. Küçük ve sevimli bir çam korusunun kenarından geçtik. Korunun o bir ucunda Ağırda köyü vardı. Bu noktadan itibaren yol Ağırda Geçidi diye bilinir. Daha sonra, sert ve taşlı yoldan, her iki tarafından yüksek dağlar bulunan dar bir boğaza tırmanırken her adımda manzara giderek daha da güzelleşti.
Görüntü pek de öyle muazzam veya şahane değildi ne var ki, Kıbrıs’ın başlıca güzelliği olan renkler kendini göstermeye burada başladı. Mersin, şinya, badem ve ağıların, zeytinler, parlak yeşil çamlar ve derli toplu harupların, çalıların arasında kendini gösterdiği bir yöreydi. Burada durmak ve kucak kucak çiçekler toplamayı çok istedim. Evvelce sadece limonluklarda görüp bahçenin gazabından korktuğum için dokunmaya cesaret edemediğim çiçeklerdi bunlar. Kıbrıs’ta geçici olarak bulunduğum sürede çiçekler benim en büyük zevkim olmuştu. Bu andan başlayan bir zevk…
(…) Güneş gittikçe gücünü gösteriyordu ve kendimi yorgun hissetmeye başlamıştım. Bu esnada bir grup genç selvinin arasından geçtim ve kendimi dağın o bir yüzünü gören bir noktada buldum: Önümde ne de hoş bir ülke uzanıyordu. O korkunç Mesarya Ovasından sonra ne hayret verici bir değişiklikti bu! İlkin diklemesine inen yamaçlar, çok güzel ve çeşitli çalılar ve otlarla kaplıydı ve giderek ekili, bakımlı sırtlara dönüşüyor ve iki mil uzunluğunda, sık ağaçlı bir düzlük halinde deniz kıyısına dek uzanıyordu.
(…) Önümde büyük ve sakin bir gölü andıran deniz uzanıyordu ve bunun ötesinde de Küçük Asya (Anadolu)’nun dağları m avi kunt kıyıları yükseliyordu. Bu dağlar tahayyül edilemeyecek kadar güzel bir fon oluşturuyorlardı. İki kıyı arasında uzaklık 40 mildir, ama daha azmış gibi görünür. (…)
Esme Scott-Stevenson, Kıbrıs’ın ikliminden de çok hoşnuttu. Özellikle Girne’nin iklimini çok beğenmişti. Bakın bu konudan kitabında nasıl bahsediyor: “ Kıbrıs’ın kış iklimine gelince, onun için sadece mükemmeldir derim. Akdeniz’in en iyi iklimidir o. Tabii çeşitli yerleri vardır Kıbrıs’ın ve kişi bu konuda dikkatli bir seçim yapmalıdır. Şimdi Girne’yi konuşacağım yalnızca. Kristmas haftası dışında ki soğuk geçtiğini itiraf edeyim, bütün kışı kapı ve pencerelerimizi açık geçirdik. Gökyüzü sessiz bir mavilikteydi, hava o denli sakindi ki yanık bir mum gün boyunca açık havada sönmeden yanabilirdi. Karşı yakanın karlarla kaplı dağları beyaz bir örtü gibiydi ve onları yalayarak geçen hava atmosfere bir keskinlik veriyordu ki bu havayı çok tatlı yapıyordu. Bu sırada güneş mayıstaymışız gibi parlıyor ve kuşlar hiç durmadan ötüşüyorlardı. ” 2
Esme hanım ayrıca Girne’nin bu güzel havasının ne kadar sağlıklı olduğunu da vurguluyor; 
“ Bana öyle geliyor ki bu havada kişiye bir tonik gibi gelen bir şey vardır.” Dedikten sonra Esme Hanım, kışı geçirmek için Girne’nin ideal olduğunu söyler. Esme hanım, buranın herhangi lüks bir yanı olmadığını, doğru dürüst evleri bile olmadığı halde Girne’nin havasının her şeye değdiğini yazıp 1879 yılında İngiliz istihkâm birliklerinin Lefkoşa ve Girne arasında bir yol yapmaya başladıklarını ve çok geçmeden ziyaretçiler ve hastalar için kentte birçok yerler açılacağını kaydeder. Esme hanımın yazdıklarından kaldıkları evlerinden çok etkilendiğini anlıyoruz. 1881 nüfus sayımından o günkü Girne’nin nüfusu, 566 Müslüman, 556 Ortodoks ve Çeşitli: 30 Gayrı Müslim olmak üzer toplam 2204 olarak bulunmuştur. O zamanların sakin yerleşim yeri Girne’de “Kara Kadı” olarak ün salmış bir şahsın evinde kalacaktır Scott-Stevenson ailesi.

KARA KADI’NIN EVİ
Rum tarihçi Georgios İ. Georgiou, 1972 yılında yayınlanan “İ Kerinia Ebi Turkokratias Ke Kata Ta Prota Eti Tis Anglikis Katohis” (Türk İdaresinden İngiliz İşgalinin İlk Yıllarına Dek Girne) adlı yapıtında, Scott-Stevensonların 1879 yılında yaşamlarını geçirdikleri evin eski sahibi olan ve “Kara Kadı” olarak bilinen şahsiyet için şöyle der; “Ünlü bir büyücüydü.  İstanbul’da kuvvetli bir din ve mistizm eğitimi görmüştü. Kendisi Laptalı, karısı da Girneliydi. İri siyah gözleri ve kuvvetli bir kişiliği vardı. Büyü gücü ve de karşısındakini etkileyen bakışıyla birçok akıl hastasını iyi etmişti.”
Yine Scott-Stevensonların kaldığı evin eski sahibi hakkında Rina Castelli şöyle diyor; “Asıl adı Mustafa olan ve doğaüstü güçler atfedilen Kara Kadı, eskilerin deyimiyle “Keramet Sahibi” bir zatmış. Yaşlı bir Girneliden duyduğum onunla ilgili bir öykü kısaca şöyle: Kadı efendi, şimdi (1974 NP) yerinde banka ve supermarket olan “Servis” binası bulunan Girne çarşısındaki kahvehanede otururken limana Alanya’dan direğine bir akıl hastası bağlı bir gemi gelmiş. Kaptan gelip durumu Kadı efendiye anlatmış. Bunun üzerine “Çözün o adamı!” demiş Kara Kadı ve serbest bırakılan akıl hastası uslu uslu gemiden çıkmış, bugün (1974 NP) de mevcut olan Türk döneminden kalma taş merdivenleri çıkarak kahvehaneye gelmiş ve daha önceden hiç görmediği Kadı efendi ona okuyup üfürmüş ve o anda iyi olmuş akıl hastası...” 4
Girne’de oturmaya başlayan ilk İngiliz kadın olan Esme Scott-Stevenson kaldıkları evlerini eserinin  “Kıbrıs Tarzı Evimiz” başlıklı bölümünde şöyle anlatıyor:
 “ Girne’deki evimiz tahayyül edilebilecek en küçük tuhaf konuttur. Tek katlı ve bir dörtgen şeklinde inşa edilmişti. Ortasında içi portakal, limon, ayva ve dut ağaçları dolu bir avlusu vardı. Damı düzdü ve çamurla kaplıydı ve ilkbaharda mükemmel bir bahçeye dönüşürdü, çünkü kuşların ve rüzgârın getirdiği tohumlardan büyüyen çeşitli çiçekler açardı üzerinde. Girne’deki tüm damlar ilkbaharda yemyeşildir. Bu damların birinden baktığınızda Girne havada uçan bir bahçeymiş gibi görünür. (…) Evimizin arkası denize bakardı ve oturma odamız denize çakılmış direklerin üzerine yapılmıştı. Öyle ki pencerelerden baktığımda aşağıda kayaların arasında balıkların yüzdüğünü görebilirdim. (…) Küçük at nalı şeklindeki liman çevremizdeydi. Limanın her iki yanında da iki eski, yıkık kule vardı. Küçük Asya’dan gelen kayıkların geliş ve gidişlerini seyretmekten büyük zevk almaya başlamıştım zamanla. Bu gemiler İngiltere’de hiç bilinmeyen türden yükler taşırdı: İçleri sadeyağı dolu deri tulumlar, yığın yığın kilimler, halılar, kereste, harup, teneke teneke lâmbasuyu, zeytin ve incir dolu variller ve gemi dolusu eşekler! (sadece erkek eşeklerin ihracına izin vardır.)
(…) Oturma odamız gerçek anlamda Türk usulü süslenmişti. Her renkte yıldızlar ve hilâller çepeçevre duvar başlarını kaplıyordu. Onların altında da Kuran’dan ayetler çeşitli darbı meseller yer alıyordu. Bunların Bazıları bana şöyle tercüme edilmişti:
“Tanrı bizi dost yüzlü görünüp de düşman kalpli olan kişilerin şerrinden uzak tutsun.”
“Şarap ve kadın, aklı başında bir adamı zalime dönüştürür.”
“Dilini tutmasını bilen başını kurtarır.”
“İstanbul’da yangın eşyalarınızı yok eder, veba canınızı alır, kadınlar da aklınızı çeler.”
“Güzel bir kadın gördüğünüzde Tanrıya şükretmelisiniz.”
“Dinleyin, ama inanmayın.”
“Tanrı kulunu hekimden, hâkimden korusun.”
“Akıllı adamın ağzı kalbinde, aptalın ise kalbi ağzındadır.”
(…) oturma odasının tavanı başka bir âlemdi: Alçı kabartmalar ve bunlar arasında badem şeklinde çukurlar vardı ki gittikçe koyulaşan renklere boyanmıştı. Kanarya sarısı, amber, altın, portakal kahverengi ve ayni zamanda mavi, kırmızı ve yeşil renkler… Söylemesi garip ama hiç de korkunç değildi bu süsleme ve bir yerde odanın tümüyle uyum halindeydi. Döşeme serin Türk hasırlarıyla kaplıydı. Arada birkaç parça İngiliz mobilyası bu küçük daireye pek âlâ rahat bir görünüm veriyordu. (…) Sokak kapımızın önünde cami bulunurdu.  Zarif minaresiyle dört köşe bir yapı. Müezzin günde dört kez (5 kez NP) minareye çıkıp şerefesinde üç defa dönerek müminleri ibadete çağırırdı…” 5

 Esme Scott-Stevenson’un bu güzel yapıtında bahsettiği Girne’nin 1879 yılından itibaren birçok İngiliz’in dikkatini çektiğini gözlemliyoruz. Meraklı okuyucularımızın,  Kara Kadı’nın Evinin yerini bulmakta zorlanmayacağını düşünüyorum.








1(Mrs. Esme Scott-Stevenson, “Our Home in Cyprus”, 1880, S.27-36. ‘dan naklen, Haşmet Muzaffer Gürkan ” Bir Zamanlar Kıbrıs’ta” Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S.26-27.)
2(Mrs. Esme Scott-Stevenson, “Our Home in Cyprus”, 1880, S.27-36. ‘dan naklen, Haşmet Muzaffer Gürkan ” Bir Zamanlar Kıbrıs’ta” Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S.26-27.)
3(Haşmet Muzaffer Gürkan ” Bir Zamanlar Kıbrıs’ta” Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S.34.)
4Rina Castelli, “Kyrenia” 1974, S. 79
5(Mrs. Esme Scott-Stevenson, “Our Home in Cyprus”, 1880, S.27-36. ‘dan naklen, Haşmet Muzaffer Gürkan ” Bir Zamanlar Kıbrıs’ta” Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S.28-29.)

9 Kasım 2012 Cuma

DUVARLARINI AŞAN HİKÂYE (3)


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
DUVARLARINI AŞAN HİKÂYE (3)

“Fakat son günlerde vaki olacak ki dağların başında Rab evinin dağı pekiştirilecek ve tepelerden yukarı yükselecek ve kavmlar ona akacaklar. Ve çok milletler gidecekler ve diyecekler: gelin ve Rabbin dağına ve Yakubun Allahın evine çıkalım; kendi yollarını bize öğretecek ve onun yollarında yürüyeceğiz. Çünkü şeriat Sion’dan, ve Rabbin sözü Yeruşalim’den çıkacak; ve çok kavmlar arasında hükmedecek, ve uzakta olan kuvvetli milletler hakkında karar verecek; ve kılıçlarını saban demirleri, ve mızraklarını bağcı bıçakları yapacaklar; millet millete karşı kılıç kaldırmayacak, ve artık cengi öğrenmeyecekler. Fakat herkes kendi asması altında ve kendi incir ağacı altında oturacak ve onları korkutan olmayacak; çünkü bunu ordular Rabbin ağzı söyledi.”1
Doğu Almanlar özgürlük mücadelesine Protestan Kilise gruplarında başlamıştı. Bu gruplar pasifistti. Soğuk Savaş yerine barışı ve özgürlüğü koymuşlardı. Her türlü baskıya karşıydılar. Bu grupların dinamizmi Doğu Alman gençleriydi. Dört duvar arasına sıkışmış bir yaşama hayır diyorlardı. Örgütlenebilecekleri tek yer Protestan Kiliseleriydi. Kendilerine dini ayetler arasından barış ve özgürlük temalı bölümleri seçmişlerdi. Gruplar, dini ayetler arasındaki gizli mesajlarla her gün neler yapabileceklerini kodluyordu. Bugün, bu gruplarda özgürlük için savaşan, Bölünmüş Kıbrıs’ın Güney yarısında yaşayan Birgit tanrıya inanmıyordu. Birçok insanın onları “Barış Duacıları” olarak görmesi aslında tam anlamıyla doğru değildi. Zira Protestocu Doğu Alman Gençleri, DDR’da baskı ve yasakların delindiği tek yer Protestan Kiliseleri olduğu için burada toplanıyordu. DDR’daki Devlet Güvenlik Birimi  (Stasi:Staatssicherheit ŞP) şüpheli ve sisteme karşı olduğunu düşündüğü herkesi takip ediyor, dinliyor ve onlar için günlükler tutuyordu. Bu, kişi hak ve özgürlüklerine direkt tecavüzdü. Yıllar sonra duvarlar yıkılınca birçok insan bunun ne boyutlarda yapıldığını görecekti. DDR’da bir “kamu hizmeti” olarak herkes için binlerce sayfalık günlükler tutulmuştu. Tabii ki günlüğü tutulanların haberi olmadan…
Doğu Alman halkının vermiş olduğu mücadele gün geçtikçe kitleselleşmiş, DDR yönetimi buna karşı koyamaz hale gelmişti. Tek çare sistemin biraz yumuşatılması olabilirdi. Polit Büro Genel Sekreteri Erich Honecker ve daha sonra yerine getirilen Egon Krenz’in yumuşama numaraları Doğu Alman Gençlerini tatmin etmemişti. Son olarak Sınırların kontrollü geçişlere açılmasını sağlayan yasayı DDR TV’den gece haberlerinde duyuran Polit Büro artık 16 Milyon insana karşı o kadar cesur değildi. Şimdi 9 Kasım 1989 gecesi DDR yönetiminin açıklaması sonrası olanları Andreas ve Birgit Ziartidou’dan dinleyelim;



HASTALARIN İLACI ÖZGÜRLÜK
Kasım 1989’da DDR’da tıp eğitiminin son senesinde Berlin Humboldt Üniversitesi Jenie Marx Fakültesi’ne bağlı Araştırma Hastanesi Charité’de hem pratisyen hekimliği hem de öğrenimini devam ettiren Andreas Ziartidou, Berlin Utanç Duvarı’nın çatladığı günü şöyle anlatıyor: “Berlin Mitte bölgesindeki Charité Hastanesi’ne gitmek üzere her zamanki gibi Emmanuel Strasse’de bulunan evimizden metroya binmek üzere yola çıktım. Metroyla hastaneye giderken o gün için olağandışı bir şey yoktu. O nedenle bir şey fark etmemiştim. Hastane sınırın yanında olmasına rağmen metrodan inip hastaneye varıncaya kadar her şey sıradandı. Charité Hastanesi’nin bahçe duvarları, Doğu-Batı sınırına sadece 8-10 metre uzaklıktaydı. Zaman zaman aldığım görev icabı psikiyatri kliniğine gitmem gerekiyordu. Psikiyatri kliniği sınırın tam dibindeki eski hastane binalarındaydı. Oraya gittiğimde bahçede spor yapan zihinsel engelli hastalar olurdu. Psikiyatri kliniğinin orada yani tam duvarın dibinde olması tesadüf değildi. Bunun nedeni; onların Batı’ya kaçmasında bir sakınca görülmemesiydi. Zira sistemin onlara ihtiyacı yoktu. 
Hastanede her sabah saat yedi olmadan, profesör, başhekim ve diğer pratisyenlerle birlikte küçük bir değerlendirme toplantısı yapılırdı. O gün bir kişi hariç herkes ordaydı. Herkes düşündü ki; “bu eksik kişinin her zamanki gibi çocukları hastalandı ve birazdan bizi arayıp gelemeyeceğini söyler”. Biraz bekledikten sonra gruplara ayrılıp her günkü rutin vizitemize çıktık. 08.50’de eksik olan kadın, başhekimi aradı. Fakat kadın mazeret söylemek için aramamıştı. Bizim öğrenip öğrenmediğimizi sordu. Başhekim; “neyi?” deyince, dün akşam sınırların kalktığını ve o saatten beri ailesiyle Ku’damm’da (Kürfürstendamm; Berlin’in en işlek, merkezi ve turistik bölgesi ŞP) şampanya içtiğini söyledi. Bu konuşmadan birkaç dakika sonra hastanede profesör, başhekim ve benden başka hiç kimse kalmamıştı. Başhekim bundan sonra kontrol edilecek hastalar için endişelenmeye başlamıştı. Fakat endişelenecek bir şey yoktu. Çünkü hastalar da çoktan gitmişti. Başhekim bana, sen de gidebilirsin der demez eşimi aradım. Henüz hiçbir şeyden haberim olmadığı için Batı’ya geçmek üzere bir vizeye ihtiyaç olacağını düşündüm ve hemen polise gidip bir vize almasını söyledikten sonra olanları anlattım. O ise mutluluktan ağlamaya başladı. Eve gitmek için yola çıktığımda artık yollar kalabalıktı ve gözleri ışıldayan binlerce insan görüyordum. 10 Kasım olmasına rağmen güneş bile parlıyordu.”2
DELİCESİNE AĞLADIM
O günü, şimdi bir de telefonun diğer ucundan Birgit’den dinleyelim: “telefonun çalmasıyla uyandım.  Andreas’ın anlattıklarını duyunca çıldırmış gibi ağlamaya başladım. İlk düşündüğüm; yıllar boyu bize yalan söylendiği, bu domuzların yıllarca bize ne yaptığı oldu. Kendi kendime biz yanlış taraftaydık dedim.  Tabii ki hemen sınırı geçip Batı’ya gitmek istiyordum, ancak öğlen 12’de işe gitmeliydim. Artık bir yabancı uyruklu ile evli olduğumdan, öğretmenlik görevimden alınmasam bile normal okul saatlerinde verilen eğitim için güvenilir görülmüyor, okul sonrası etüt öğretmenliği yapıyordum. Komünizm için bir yabancıyla evlenmek, bu konuma düşmeye yeterli bir nedendi. Daha erken olduğundan Batı’ya geçmek için ne gerekli olduğunu öğrenmek üzere polise gittiğimde, polisin önünde kilometrelerce uzanan insan kuyruklarını gördüm. Gerçi DDR’da muz almak için bile kuyruğa girmeye alıştırılmıştık. Polisten doldurulması gereken evrakları aldım ve eve geldim. Fakat polis dâhil kimse ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Daha sonra radyodan, hiçbir şey yapmadan geçebileceğimizi öğrenince tüm evrakları çöpe attım. Daha işe gitmeden Andreas ile yapacağımız akşamki kutlama için şarabı masaya koyup hazırladım. Okuldan döndükten sonra Andreas ile Batı’ya giden S-Bahn’a bindik. Yollarda alışılmamış bir kalabalık vardı. Sanki bir futbol karşılaşmasına gider gibi coşkuluydu sokaklar. İnsanlar, bir gün önce Batı kelimesinin geçtiği bir cümle kuramazken, bugün herkesin birbirine Batı’ya nasıl gideceğiz diye sorması normalleşmişti. “İnanılmaz” (Wahnsinn ŞP) kelimesi yıllarca ağzımızdan düşmedi. Berlin Friedrichstrasse’de bulunan 3 numaralı sınır kapısı Check Point Charlie’ye geldiğimizde ki bu sınır kapısı Fransız, Rus, Amerika ve Almanlar için kullanılırdı, daracık koridorlarda bulunan iki kuyruktan birine Andreas diğerine ben girdim.  Benim sıram daha çabuk ilerledi, Batı ile Doğu arasındaki beyaz çizgiye geldiğimde adımımı attım ve ilk kez artık Batı’daydım. İki üç dakika kadar Andreas’ı bekledim fakat bir türlü gelmiyordu. Nihayet Batı’ya geçmiştim fakat sadece beş dakika sürmüştü. Hem nereye gideceğimi bilmediğimden hem de bu inanılmaz anı Andreas ile paylaşmak istediğimden geri döndüm ve Andreas’tan O’nu bırakmadıklarını öğrendim. O güne kadar Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportuna aldığı vizesiyle birçok kez Batı’ya geçen eşim o gün geçemeyen tek insandı. Daha önce vize alamayacak durumda olanlar dahi geçmişti. Bu tam bir delilik, nedensiz, haksız tipik komünizm uygulamalarındandı. Komünist Jens bile Gabi’ye kavuşmak için arabasıyla hemen Hamburg’a gitmişti.

9 Kasım 1989 19.30’da DDR televizyonu akşam haberlerinde Polit Büro tarafından yapılan basın açıklamasında; Doğu Almanların yeni bir yasa ile sınırlardan geçebileceği söylenmişti. Bunu duyan birkaç insan sınırlara koştu. Bornholmer Strasse sınır kapısına giden insanlar polise dinledikleri haber üzerine geçebileceklerini söylediler. Polis ise; böyle bir emir almadığını ve geçemeyeceklerini söyler. Bu sınır kapısında saatler ilerledikçe önce üç beş kişi olan insan sayısı binlere ulaşmıştı. Polis, artık insan seline engel olamayacağını anlayınca üst kurumları aradı fakat yetkili birilerini bulamayınca korkup sınır kapılarını açtı. Bu sınırda görevli olan komünizme sıkı sıkıya bağlı iki polis, daha sonra görevlerini yerine getiremedikleri ve sistemi koruyamadıkları düşüncesiyle depresyona girip intihar ettiler. DDR Yönetimi önce bir yumuşama politikası olarak sınırlardan sadece seyahat vizesiyle kontrollü geçiş maksadı gütse de 16 milyon insanı artık kimse tutamazdı. DDR Yönetimi kontrolü tamamen kaybetmişti, artık kontrol halktaydı. 4 Kasım 1989’da Alexanderplatz’da DDR Yönetimi’ne karşı organize edilen bir milyon insanın bulunduğu protesto eylemine katıldığımızda bunu hissetmiştik.
HALK İKTİDARI
Sınırların kalkmasından sonra, sıra hür seçimlerimizle yeni bir yönetime gelmişti. Daha önce Protestan Kiliselerinde örgütlenmiş kilise grupları, Protestan başrahipleri tarafından oluşturulan “Yuvarlak Masa Görüşmeleri” adı altında toplandılar. Ekonomi, düşünce özgürlüğü, ordu ve devlet güvenliği gibi konuları tartıştılar. Bu tartışmalar DDR televizyonunda her gün canlı olarak yayınlandı. Bunlar olurken her gün Utanç Duvarı’ndaki delik git gide büyüyor ve tamamen yıkılıyordu. Sonunda halk iktidardaydı.

BİR DOĞU ALMAN FIKRASI
DDR’ın baskısı altındaki dönemde birçok Doğu Alman tarafından bilinen bir fıkra vardır. Bu fıkra DDR Genel Sekreteri Erich Honecker ile ilgiliydi. Şöyle ki; Erich bir gün yurt dışı seyahatinden Berlin Schönefeld Havalimanına gelir. Fakat karşılamaya kimse gelmemiştir. Doğu’daki tüm lambalar yanıyor ve sokaklar bomboştur. Panik içinde sağa sola koşmaya başlar. Duvara geldiğinde, koca bir delik ve yanında yapışmış bir kâğıt bulur. Kâğıtta şu yazıyordu:”Erich, sen sonuncusun, ışıkları kapat!”
DEJAVU
Bu fıkra bile Doğu Alman halkının zihinlerindeki zincirleri kırdığının göstergesiydi. Güney Lefkoşa’da yine sınırları olan bir ülkede yaşayan Ziartidou Ailesi, 23 Nisan 2003 tarihini baba Werner Olszewski, anne Sibylle Olszewski ile ikinci kez fıkra gibi yaşamıştı. Bu olayı Birgit şöyle anlatıyor: “Aileminde burada olduğu 23 Nisan 2003 sabahı Ledra Palace yakınında oturan arkadaşım Petra Ioannu’yu ziyaretimiz dönüşü, Ledra Palace’daki trafiğin ve yoğun kalabalığın ne olduğunu merak ettiğimde, babam; “belki burada da sınırlar açıldı” dedi ve gülüştük. Hâlbuki söylediği doğruydu, bu bir dejavuydu…”3


DDR, Sosyalizmi despotizme çevirmiş, insan hak ve özgürlüklerine tecavüz etmiş, anti demokratik uygulamaları sonucunda da Doğu Alman Halkı tarafından yıkılmıştır. Berlin Duvarına “Anti Faşist Koruma Duvarı” (Antifasischtischer Schutzwall ŞP) diyerek 1961 yılından itibaren insanlarına kümes hayatı yaşamayı layık gören DDR, bunu kapitalizme karşı halkını korumak adına “Sözde Sosyalizmle” yapmıştır. Bu durum, Kıbrıs’ta da pek farklı değildir. Tek fark; DDR’da Komünizm ideolojisi Kıbrıs’ta ise Faşizm ideolojisinin egemen olmasıdır. Bugün, Kıbrıs ikiye bölünmüştür. Bunu nedeni tamamen milliyetçilik denilen hastalıklı düşüncedir. Rahmetliler; Denktaş ve Papadapoulos halklarını iki farklı etnik milliyetçiliğin saldırısından korumak için onlara; iki ayrı bölgede yaşamayı uygun görmüşlerdir. Doğu Alman gençlerinin zincirlerini kırarak bir devrimle duvarlarını yıkmaları tarihe geçmiştir. Kıbrıslıların ise 2000’li yılların başında başlayan süreçte zihinlerindeki duvarları kırmakta başarısız olduklarını söylemeliyiz. Kıbrıslı Türkler bu süreçte nerdeyse başarıyordu denebilir. Fakat Kıbrıslı Rumların büyük bölümü, maalesef bu zincirleri, rahmetli Papadopoulos ve Sovyet Tipi örgütlenmesiyle AKEL MYK yüzünden kıramamıştır. 2000’li yıllarda Kıbrıslı Türklerin Denktaş diktasına karşı başlattıkları Barış mücadelesi sel gibi büyümüş, Denktaş yönetimi ise Protestoları bastırmak için bir gece aniden aldıkları kararla sınırları karşılıklı geçişlere açacağını açıklamıştır. DDR yönetimi de ayni şeyleri yapmamış mıydı? İnsanlar bir sabah kalktı ve sınırların açıldığını öğrendi. Herkes sınırlara koştu. 23 Nisan 2003 tarihini hatırlayanlar o günkü Ledra Palace’taki mahşeri kalabalığı da anımsayacaktır. Şimdi Birgit ve Andreas gibi iki değerli dostu tanıma fırsatı bulmamız, 2000’li yıllarda sokaklarda binlerce insanın hep bir ağızdan haykırdığı “Barış” kelimesi sayesinde olmuştur. Kuzey’deki Faşist düzene karşı Barış diye haykıran kalabalıkların içinde yer alma şansı yakaladığım için orada bulunan herkes gibi onur duyuyorum. DDR’daki yaşamlarından kurtulup Kıbrıs’a yerleşen Birgit ve Andreas bugün Kıbrıslı Türklerin ekonomik, siyasi ve kültürel sıkıntılarını çok iyi bilmektedirler. 23 Nisan 2003’tarihinden sonra Ada’nın tüm sınırlarında delikler açılmıştır. Bu deliklerden geçerek dostlarımıza koşuyor ve onlarla hayatı paylaşıyoruz. Birgit’in sohbetlerimiz esnasında söylediği şu sözler beni gelecek için umutlandırıyor: “Sınırları kaldırmak için ben yardıma hazırım”.


1Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit, Mika Bab 4-1, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1958, S877-878.
2 Andreas Ziartidou ile yapılan söyleşi, 17 Eylül 2012, Kuzey Lefkoşa.
3 Birgit Ziartidou ile yapılan söyleşi, 17 Eylül 2012, Kuzey Lefkoşa.
*Almanca kelimelerin çevrisi; Şebnem Pınar.










DUVARLARINI AŞAN HİKÂYE (2)


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
DUVARLARINI AŞAN HİKÂYE (2)
DDR’ın dört duvarı arasında doğup, sınırların kalkması için gençlik yıllarını bu uğurda mücadele ederek geçiren Birgit Ziartidou, Devrimin tüm evrelerini sıcak olarak yaşamıştı. O, birçok özgürlükçü Doğu Alman genci gibi Protestan Kiliselerinde örgütlenme şansı bulan bir devrimciydi. İnsan özgürlüğüne karşı Komünizmi silah yapan Sovyetler Birliği sadece bir insanlık suçu işlemiyor, Sosyalist Düşünceyi de lekeliyordu. Zira Doğu Bloğu ülkelerinde yaşananlar Sosyalizm’den çok Faşizm İdeolojisinin uygulamalarıyla doluydu.  Dünya, Doğu Almanya’da 1989 Ekim ayı itibariyle birçok büyük şehirde komünist rejim karşıtı büyük gösterilere şahit olur. “Yeni Reform”, “Barış ve İnsan Hakları İçin Teşebbüs” ve “Şimdi Demokrasi” gibi birçok komünist aleyhtarı siyasal grupların ortaya çıkmasıyla olaylar kızışır. Gösterilerin kalbi Leipzig şehri, ayni zamanda Martin 

Luther’in 16. Yüzyıl başında Protestan inancının oluşmasında da önemli rol oynamıştı, bu şehir. Tarihin cilvesine bakın ki; daha sonra Luther’in Protestan Kiliseleri, Doğu Alman gençlerinin gizli örgütlenme yerleri olacak ve Devrim yolunda çok hayati bir rol üstlenecekti. Leipzig Nikolai Kilisesi’nde ateşlenen bu özgürlük mücadelesi hızla DDR’ın büyük şehirlerine yayılacaktır. 1989’a gelindiğinde bu gösterilere, 100-200 bin insan katılmaktaydı. Doğu Alman Halkı tek ağızdan o sıralar çok popüler olan “We are the people” şarkısını söylüyor ve “Duvar yıkılmalıdır” derken “hür seçim” istiyorlardı. İşte bu özgürlük mücadelesini, Güney Lefkoşa’dan her zaman barış elini, tüm saflığıyla bizlere uzatan Birgit Ziartidou’dan aktarmak istiyorum:
BURASI GÜNEŞ BULVARI MI?
Batı Berlin’i ilk görüşüm, ilkokuldayken ailemle Doğu Berlin’deki Köpenick bölgesinde bulunan lunaparkta (Doğu Berlin’de bulunan lunapark Plaenterwald ŞP) kurulan sirke gidişimleydi. S-Bahn’dan (hem doğu hem batı içinden geçen tramvay hattı NP) indiğim an 300 m ilerde duvarları ve ötesinde güneş gibi parlayan bembeyaz evleri gördüm. Doğu’da her şey gri ve bozuktu. Renk yok, reklam yok, her yer cansız gibiydi. Babama (Werner Olszewski ŞP) güneş gibi parlayan bu evlerin neresi olduğunu sordum. Babam, bana o bölgenin adının “Sonnenallee” olduğunu söyledi. Sonnenallee, orası için bir yer adı olsa da “Sonne”(güneş) ve “Allee”(bulvar) kelimelerinden oluştuğu için çocuk aklımla burayı gerçekten güneş bulvarı sanmıştım. Zira Doğu’ya sanki güneş doğmuyormuş gibiydi. Ayrıca bu yer için babam, seni vaftiz eden teyzenin yaşadığı yer demişti. Teyzemi, duvarların örülmesinden bir sene sonra doğduğum için gidip ziyaret edemiyordum. Okuldayken kullandığımız haritalardan yolların nasıl devam ettiğini bilmediğim için batıyla ilgili kafamda bir şey canlandıramıyordum, Doğu haritalarımızda Batı Berlin denilen yer doğu bloğu kara sınırıyla çevrili boş beyaz bir adacık şeklinde gösteriliyordu.  Bugün Kıbrıs’ta kullandığımız resmi haritalarda güneyin kuzeyi, kuzeyin güneyi göstermemesi gibi. Teyzem Batı’dan bizi ziyarete geldiğinde sakın, çikolata, muz, mandalina, kalem gibi hediyeler getirirdi. Bunların çoğu Doğu’da da vardı fakat tek farkı; çikolatanın içinde kakao olmaması, sakızın acı olmasıydı.

LUTHER’İN EVİ DEVRİMİN YERİ
Berlin Utanç Duvarı’nın yıkılma hikâyesinde “Martin Luther”* in yeri ve önemi büyüktür. Zira Martin Luther’in 16.yy başında başlattığı Reform Hareketiyle ortaya çıkan Protestanlık inancı yıllar sonra Berlin Duvarı’nın yıkılmasına katkı sağlayacaktı. Aslında Almanya’da bulunan “Evangelische Kirchen” Protestan Kiliseleri Luther’in sayesinde kurulmuşlardı. İşte bu kiliselerde örgütlenecekti sistemden rahatsız olan Doğu Alman gençleri.  Birgit Ziartidou’nun da bu kiliselerde başlamıştı özgürlük mücadelesi. Dostumuz Birgit, liseye (Oberschule Strausberg ŞP ) başladığı sene (14 yaşında) Hoppegarten’daki evlerine yakın olan Protestan kilisesine (Neuenhagen Kirche ŞP) ilk kez babasıyla birlikte gitmişti. Gerisini Birgit’ten aktaralım: “lisedeyken okullarda din dersi yoktu. Fakat bir gelenek olarak 14 yaşına gelen Almanlar aileleri ile kiliseye giderdi. O yaştan sonra İncil’dekiler öğrenilebilir, isteyen kiliseye gidebilirdi. Ergenliğe ilk adım kutlaması şeklinde yapılır, 14 yaşına gelen genç, ailesi ve akrabaları tarafından hediyeler alırdı. Kiliseye ilk gidişim, bir geleneği yerine getirmek amaçlı olsa da; orada, DDR’da bulamadığım konuşma özgürlüğü ve kendi fikrimi rahatça söyleyebilme şansını yakalamam bir genç olarak beni çok etkilemişti. Ailem dindar değildi. Bense Tanrı’ya inanmıyorum. O günlerin atmosferinde DDR’ın tek yasaklayamadığı şey kiliseler ve orada yapılan toplantılardı. DDR’da ağızdan ağza dolaşan hep bir söz vardı: “üç kişi bir araya gelirse, biri muhakkak gizli polisti” ve maalesef bu gerçekti. 14 yaşımdan itibaren evimize bir S-Bahn durağı uzaklığında bulunan Neuenhagen Kilisesine bisikletle giderdim. Burada şu an hala en yakın arkadaşım olan Gabi Witte ile gruplara katılmıştık. Bu gruplarda her şey konuşulur, herkes kendi fikrini özgürce söylerdi. DDR yasaklı yazar Stefan Heym’ın kitaplarını severek okurduk. Gabi her şeyi konuştuğum tek insandı. Gruplara katıldığımızda bir gün Stefan Heym’ı orada gördük. O güne kadar gizlice kitaplarını okuduğumuz insan bizim gruptaydı. Toplantıların yapıldığı günlerde gelir, kitaplarından kesitler okurdu. Bu yüzden çok mutlu olmuştuk. Hatta kendisinden imza bile almıştım. 

Zaman zaman grubumuzu ziyarete gelen kardeş şehir grupları oluyordu. Bizlere kendi ülkelerini ve yaşantılarını anlatıyorlardı. Kilisede jazz konseri bile olmuştu. Gabi, bu gruplara katıldığımız için üniversiteye gidemeyeceği ve iş bulamayacağı gibi korkulara kapılmıştı. Dört yıl bitip üniversiteye başladığımızda ben Greifswald şehrinde bulunan Greifswald Üniversitesine başladım. Artık bulunduğum bölgeye yakın yeni bir kilise grubu bulmalıydım. Hatta bir gün arayışımın sonunda girdiğim kilisede insanların gerçekten ilahiler okuduğunu, dualar ettiklerini gördüm. Aradığım kilise bu değildi. Zira Katolik kiliselerinde böyle gruplar yoktu. Katolik kiliseleri bunlara izin vermeyen muhafazakâr yapıdaydı. Aslında bu kilise gruplarının ortaya çıkışı Leipzig şehrinde Nikolai Kirche’de (Nikolai Protestan Kilisesi ŞP) başlamıştı. Bu Protestan kiliseleri olmasaydı biz, devrimi gerçekleştiremeyecektik. Onun için verdiğimiz mücadelede Protestan kiliselerinin rolü büyüktü. Üniversite öğrenimim boyunca da kendime uygun bir kilise grubu bulup toplantılara katılmaya devam ettim. Üniversite öğrenimimin son yılında (1984), tıp öğrenimi için Greifswald’a gelen eşim Andreas Ziartidou ile tanıştım. Andreas’ın ilk yılıydı ve ben bir sene içinde Berlin’e dönecektim. 1985 yazında Berlin’e dönüp öğretmenlik yapmaya başladım. Andreas ise bir sene boyunca beni hafta sonları ziyaret ediyordu. Daha sonra, Berlin’e gelip öğrenimine tanınmış Fransız hastanesi Charité’de devam etti. Berlin Nöldnerplatz bölgesinde bulunan Erlöser Protestan Kilisesi’nde (Erlöserkirche ŞP) katıldığım grubun adı “Barış Çemberi” (Friedenskreis ŞP) idi. Grupların adında genellikle barış kelimesi kullanılıyordu. Barış isteğine kimse ses çıkaramazdı. “insan hakları”, “özgürlük” gibi kelimeler kullanılırsa hapse atılabilir, işinizi kaybedebilirdiniz.
BİZ HALKIZ
Muhalif grupların ortak yanı; savaş ve ordu karşıtı olmaları, Batı-Doğu arası anlaşma istekleri, Batı’da yaşayanların da Alman kardeşlerimiz olduğu görüşüydü. Herkes, artık roketler ve silahlar konuşmasın, barış dili konuşulsun istiyordu. En önemli sloganlarımız ise; Biz Halkız (Wir sind das Volk ŞP) ve Barış Silahsız Kazanılır (Frieden schaffen ohne Waffen ŞP) idi. DDR’deki “Bağımsız Barış Hareketinin”  seçmiş olduğu kara saban üstünde kılıç kuşanmış bir peygamber sembolü, İncil’den bir kesitti. Hatta bizde yasak olan bu sembol anıt şeklinde Sovyetler Birliği tarafından daha önce Birleşmiş Milletlere hediye edilmiş ve New York UNO binasının önünde durmaktaydı. Protestolarımız pasif dahi olsa polis tarafından engelleniyor hatta darp ediliyorduk. Birbirine çok yakın Rus ve Amerikan Konsoloslukları arasında sadece el ele tutuşup bir insan zinciri oluşturdukları için tamamı hapse atılan grup vardı. Hatırladığım başka bir grup ise Konuşma Çemberi (Gespraechkreis ŞP) idi. Bu grup, toplantılarında İncil’den cümleleri o gün için yapılması gerekenlere uyarlayıp insanlara anlatırdı. Örneğin; “Kutsal oğul ve İncil der ki; barış için savaşmalıyız”. Bu şekilde üstü kapalı mesajlar verilirdi.
Protestan Kiliselerinin Leipzig’deki kalbi Nikolai Kilisesi grupları, Berlin’de ise Erlöser Kilisesi ve Gethsemane Kilisesi grupları idi. Erlöser Kilisesindeki Barış Çemberi adlı grubumuzun kilise önünde mum yakma eylemi ile başlayan olaylar DDR Polisinin sert müdahalesiyle karşılaşmıştı. Burada yapılan tam bir vahşetti. Herkes çırılçıplak soyulup dövülmüş, hamile kadınlara dahi vurulmuş, getirilen kamyonlara bindirilerek hapse götürülmüştü. Tutuklanan bu insanlar işkenceler görmüştü. Ben, tutuklananlar arasında yoktum. Daha sonra arkadaşlarımız için Batı’dan gizli yollarla getirilen baskı makinesini kullanarak şu başlıkla: “sadece kilise içi dağıtılabilir” (Nur für den innenkirchlichen Gebrauch ŞP) insanlarımıza neler yapıldığını anlatan yazılar yazılmıştı. Erlöser Kilisesine zaman zaman batıdan gazeteciler gelir ve resim çekerdi. Bir keresinde Erlöser Kilisesindeki toplantıda babamla önden ikinci sırada otururken resmimiz çekilmişti. Öğretmenlik yaptığım için deşifre olmaktan oldukça korkmuştum.
Berlin Lichtenberg bölgesinde bulunan Protestan Erlöser Kilisesine ülkenin dört bir yanından diğer kilise grupları da katılır, binlerce genç ile toplantılar yapılırdı. Her pazartesi yapılan bu toplantılarda sayı öylesine artmıştı ki insanlar kilise dışına taşıyordu. Toplantılarda silahlanma, atom bombası, SIPRI’nin (Stockholm International Peace Research Institute NP)  Doğu ve Batı’daki füzelerine karşı imza toplanır, yazılan bu kâğıtlar “Sadece Kilise İçi Dağıtım” (Nur für den innenkirchlichen Gebrauch ŞP) başlığı uyarısı altında dağıtılırdı. Bu hareketler devlet tarafından önce kilise başrahiplerine baskı yapılarak engellenmeye çalışılsa da sonuç alınamayınca tamamen yasaklandı.

KABİN, KALEM VE % 99.98’LİK YALAN
DDR yönetimi 1989 Mayısında yalan bir seçim yapmıştı. Daha önce DDR’da yapılan seçimlerde kalem yoktu, kabin yoktu, verilen kâğıt sadece kıvrılıp sandığa atılıyordu. Bu seçimde ilk kez kabinler ve kalem vardı. Bizden beklenen kâğıtta yazan isimlerden istemediklerimizin altını düzgünce çizmekti. Karalar veya birkaç ismin üstüne topluca çarpı koyarsak oyumuz geçersiz sayılırdı. 1989 Mayıs seçiminde kabin vardı ama kabine girip oyunu kullanan seçmenin adı seçmen listesinde işaretleniyordu. Sonuç ise daha da gülünçtü. Zira açıklanan %99.98 mevcut durumun devamından yanaydı. Ama sadece benim etrafımdaki yüzlerce kişi buna karşıydı. Barış Çemberi grubu olarak seçimlerin soruşturulması için İçişleri Bakanlığına dilekçe yazmıştık. Tabii ki hiçbir şey yapılmadı. Seçimlerden sonra binlerce insan her Perşembe Alexanderplatz’da buluşuyor ve olanları düdükle protesto ediyorduk.  Aynı protestolar Leipzig’de de oluyordu. Bu protestoları dünyaya duyurmak için birçok riski göze alıp yüksek binalardan gizlice resimler çekiliyordu. Ve böylelikle yaşananlar dünyaya duyurulmaya çalışılıyordu.
Protestan kiliselerde örgütlü “Barış”, “Çevre” ve “Kadın Hakları” vb. muhalif gruplar daha sonra 1989 yazında oluşmaya başlayan ve 1990 tarihinde yapılan ilk bağımsız seçimlerimizde parlamentoya 90 milletvekili çıkaracak olan Yeni Form (Neues Forum NP),  Şimdi Demokrasi (Demokratie Jetzt ŞP) gibi ilk muhalif partilerin temelini atmıştı. Bazıları bugün hala Alman Parlamentosunda bulunan Yeşiller Partisi’nin (Die Grüne Partei ŞP) içinde siyasi mücadelelerini sürdürmektedirler.
Kilise muhalif gruplarından birçok kişi yeni partilerin kurucu üyeleri olarak kalmadılar.  Aynı zamanda gruplar içinde pasifist olan yazar Pfarrer Rainer Eppelmann 1990 ilk demokratik seçimlerden sonra bakanlık görevi bile yapmıştı. Bazıları ise politikayla ilgilerini tamamen kestiler. Babam benim için her zaman söyler ki; “Kıbrıs’a gitmemiş olsanız beklide politikaya atılırdın”.
DAVETİYE İLE GELEN ÖZGÜRLÜK
DDR’ın yalanlarla dolu seçiminden sonra Doğu’da artan protesto eylemlerini dindirmek için 1989 Temmuzunda, Doğu Alman Hükümeti’nin, halka ‘turistik çıkış vizesi’ adı altında vermiş olduğu güya seyahat özgürlüğü sayesinde birçok Doğu Alman çeşitli komşu ülkelere göç etmişti. Birgit Ziartidou’nun çocukluk arkadaşı Gabi Witte’de arkadaşının düğününe gitmek için DDR’dan Bulgaristan vizesi almıştı. Bu trajik olayı Birgit şöyle anlatıyor: “Gabi benim en iyi dostumdu. Her zaman Batı’ya gitmek istediğinden bahsederdi. Bir gün bir yol bulursa her şeyi göze alıp bunu deneyeceğini hissediyordum. O yolu, Bulgaristan’da düğünü olacak arkadaşının davetiyesiyle bulmuştu. Gabi hiç kimseye söylemeden kaçış planını yapmıştı. 1989 Ekim başıydı. Grubumuza ait O’nda olan bütün evrakları yakıp, her şeyini bırakarak buna işi (diş hekimliği NP) ve eşi de dâhil olmak üzere yeni bir hayata ve umuda kaçmıştı. Bulgaristan’da düğüne gider gibi yanına sadece pasaportunu ve düğünde giyeceği kıyafeti alarak Bulgaristan trenine binmişti. Budapeşte’ye geldiğinde trenden inip Macaristan üzerinden Doğu Bloğu Sınırını aşmıştı. Zaten birçok insan da Macaristan sınırı açıldığında ev, araba, eşya hatta iş yerine özgürlüğü seçip DDR’ı terk etmişti. Ekim sonu (1989 NP) gibi Gabi’nin komünist kocası Jens Lotz kapımız çaldı ve: “Gabi Batı’ya kaçtı, şimdi ne yapacağım?” dedi. Böylelikle Gabi’nin kaçtığını ondan öğrenmiştim. Gabi giderken DDR Polisinin sınır kontrolünde sorun yaşamamak için işsizliği göze alarak diplomasını Doğu’da bırakmıştı. Daha sonra Gabi annesini arayarak bize Batı’daki bir adrese yollamak üzere bir zarf vermesini istemişti. Bu zarfın içinde ne olduğunu bilmeden Kıbrıs’tan bizi ziyarete gelen Andreas’ın kuzeni tarafından bugün hala ikiye bölünmüş Kıbrıs üzerinden posta yoluyla Gabi’ye ulaştırılmıştı. Zarfın içinde ne olduğunu sınırların kalkmasından sonra Gabi ile yüz yüze geldiğimde öğrenmiştim. Zarfta Gabi’nin Doğu’da bırakmak zorunda kaldığı diş hekimliği diploması vardı. Jens Lotz, Andreas ve ben oturup Jens’in, beklide bir daha hiç göremeyeceğini düşündüğü eşi Gabi’nin yanına nasıl kaçacağının planını yaparken, iki hafta sonra sınırların kalkacağını hiçbirimiz bilemezdik…”1
Devam edecek…

1 Birgit Ziartidou ile yapılan söyleşi, 17 Eylül 2012, Güney Lefkoşa.







*Almanca kelimelerin çevrisi, Şebnem Pınar.