24 Aralık 2012 Pazartesi

ÖZAL’IN PKK İLE BARIŞ PLANI “LİMONATA”YA MI DÜŞTÜ? III


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

ÖZAL’IN PKK İLE BARIŞ PLANI “LİMONATA”YA MI DÜŞTÜ?
III
Cumhurbaşkanı Özal ve Generaller “Savaş” ta!
Körfez Savaşı’nın başladığı 1990 yılında Cumhurbaşkanı Özal’ın meşhur cümlesi basında yer alıyordu; “bir koyup üç alacağız”. Özal’a göre; ABD’nin yanında, aktif dış politika yürütülürse, Türkiye bölgede başat aktör olacaktı. Hiç şüphe yok ki aktif politika için ordu ve aktif istihbarat şarttı. Özal bu nedenle “Köşk İstihbarat Teşkilatı” diye de tanımlanabilecek bir ekip kurmuştu. Tabi ki bu ekipte aktif rol yine Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas’a düşüyordu. İşte bu noktada 2 Ağustos 1990 tarihi Özal’ın darbeci generallere karşı mücadelesinde yenildiğinin miladıydı: Basın, bir taraftan Özal’ın Jandarma genel komutanlığına 2. Ordu Komutanı Orgeneral İbrahim Türkgenci’ni getireceğini ağız birliği içinde haber yaparken, diğer taraftan Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Orgeneral Türkgenci’ni Harp Akademileri Komutanlığına atadığını duyuruyordu. Darbeciler, YAŞ kararları sonucunda, ilk kez ordudaki teamülleri hiçe sayarak daha sonra helikopteri “düşerek/düşürülerek” ölecek olan Orgeneral Eşref Bitlis’i, Jandarma Genel Komutanlığına atadığını da açıklıyordu. Ordu içinde Özal’a karşıtlığıyla nam salan Orgeneral Nezihi Çakar da MGK’nun kalbi durumunda olan MGK Genel Sekreterliği görevine getiriliyordu. Yine Özal’a karşı olan Korgeneral Kemal Yavuz’da terfi ettirilerek orgeneral olmuş ve 2. Ordu komutanı yapılmıştı. Ordu’daki bu değişiklikler sonrasında Özal’ın Ordu’da hiç ağırlığı kalmamıştı. Özal ise orduyu nasıl Irak’a sokacağının planlarını yapmaktaydı…


Özal ve generaller “Savaş”taydı; birinci savaş Türkiye sınırındaki sıcak savaştı, ikinci savaş ise devletin zirvesindeki soğuk savaştı. Esasında hangisinden Özal galip çıktı derseniz, bence ikisinden de yenik ayrılmıştı.
Özal, ikili savaş içerisinde İstihbarat ihtiyacını en güvendiği ajanı Hiram Abas’tan almaktaydı. Cumhurbaşkanı Özal’a Köşkte birçok kez brifing veren ve raporlar sunan Abas, bu görevi laikiyle yapmaktaydı Orduya rağmen…

26 Eylül 1990 tarihine değin Özal’a aralıksız her konuda istihbarat sağlayan Hiram Abas, bu tarihte bir suikast sonucunda öldürülmüştü meşhur piposu kucağında hem de eli silahına bile gidemeden. Çok profesyonel bir organizasyonla Özal’ın istihbarat kanadı kırılmıştı. Bu suikastı Dev-Sol üslenmişti. Fakat işin aslı konusunda şüpheler vardı: Bakın Hiram Abas’ın en yakın dostu Mehmet Eymür bu suikastın ardından neler diyordu: “Ben tanık raporlarını okudum. Hiram Bey’in bir elinde direksiyon bir elinde de pipo var, tam vitesi değiştireceği esnada vuruluyor. Yani son derece iyi etüt edilmiş ve son derece profesyonelce. Dev-Sol’un yapması için parti cephenin (THKP-C) öcünü alması gerekir. Onun için yapmış olabilir. Bizim Dev-Sol’la hiçbir ilgimiz yoktu. Biz çoğunlukla karşı casusluk bölümündeydik. 1970’li yıllarda bir ara çalıştık. 1980’den sonra tamamen bizim alanımız dışındaydı. Bir kere şunun çok iyi istihbarat edilmesi gerekiyor. Hiram Bey’in sokakta, araba içinde gözlenmesi son derece zordur. Hiram Bey çok dikkatliydi. Duran adamı bile dikkatlice süzerdi. Evden çıkışlarında filan son derece dikkatliydi. Etrafını kontrol ederdi. Örneğin evinin arkasında bahçe var. Arabasını oraya park ederdi. Aslında sıradan biri olsa orada öldürülürdü. Hâlbuki son derece profesyonelce hiç savunması olmayan bir yerde öldürdüler. Hiram Bey’in bir yerlere gelmesini önlemek için öldürdüler diye düşünüyorum. Belki MİT’e müsteşar filan olmazdı, ama neden cumhurbaşkanlığı ile ilgili bir şeyler olmasın?”.1
3 Ağustos 1990 tarihinde Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay’ın istifasını Özal’a sunması ve Ordu’daki yeni görev dağılımı ile başlayan süreçle, İstihbarata daha çok ihtiyacı olan Özal’ın Köşk İstihbarat Teşkilatı’nın beyni şaibeler içerisinde, alakasız olduğu şüphe götürmeyen bir örgütün kurşunlarıyla mı öldürülmüştü? Yoksa; Ordu Devletin derinliğine inilmesine bir kez daha izin vermemiş miydi?

Özal’ın PKK ile Barış Planı
Özal’ın ölümüyle sonuçlanan sürecin 1991 yılında şekil almaya başladığı kanaatindeyim.  Bugünün siyasi konjonktürünü anlamlandırmak ve AKP iktidarının bu konuyu deşmesindeki gayeyi daha iyi anlamak için 1991’deki olaylara geri dönerek değerlendirmeyi siz değerli okuyuculara bırakmak istiyorum.
Turgut Özal’ın Körfez Savaşı’nın sona ermesinden sonra Kürt Sorunu’nun çözümü ile ilgili görüşleri, ‘gayrı resmi kanallarda’ yaptığı girişimler, 1991 yılında ayrıntılarıyla kamuoyuna yansımamıştı. Özal, PKK ile 1984 yılında başlayan savaşın TSK’nın çabalarıyla, kendi deyimiyle kan dökülerek çözüleceğine inanmıyordu. Özal’ın yapmayı istediği, ancak ölümüne dek yaşama geçiremediği ‘bir plan’ zaman zaman basında tartışmalara yol açtı. Bu plan söylentileri, hep gizemli yayınlar, söylentiler eşliğinde oldu; çoğu kimse, Özal yaşasaydı Güneydoğu’daki savaşın ‘o planla’ kısa zamanda sona ereceğine inanıyordu.
20 Kasım 1997 Perşembe günü, Show TV’de Can Dündar’ın hazırlayıp sunduğu “40 Dakika” programında Özal’ın ölümünden 4 yıl sonra yine ‘Kürt Sorunu’ odaklı tartışmalar yaşanıyordu. Fakat TSK’ ya göre, 1997 yılı itibariyle Güneydoğu’daki PKK ile savaşımda gelinen nokta şuydu: PKK dibe vurmuş, tükenmiş ve yenik düşmüştü. O kadar ki, TSK baya kalabalık bir gazeteci grubunu, bizzat durumu görsünler diye Güneydoğuya götürmüştü. Tekrar Can Dündar’ın programında olanlara dönelim. Usta gazeteci Dündar, programına şöyle başlıyordu: “İlk Körfez krizini hatırlayacaksınız böyle olmuştu ve savaş patladığında, Cumhurbaşkanı Özal, bir yandan Körfez’de atak bir politikayı sürdürürken, bir yandan da Güneydoğu’da, terörü sona erdirmek için ‘askeri olmayan bir çözüm’ arayışına girmişti. Hatta o dönem PKK ile dolaylı yoldan bir temas içindeydi; o temasın ayrıntıları bugüne kadar pek açıklanmadı. Aradan 3,5 yıl geçtikten sonra-evet, aradan 3,5 yıl geçtikten sonra nedense ve birdenbire- oğlu Ahmet Özal, geçen hafta Tempo dergisinde, babasının ‘zehirlenmiş olabileceği’ iddiasını gündeme getirdi; ‘Ölmeseydi 3 gün içinde çok önemli bir açıklama yapacaktı.’ Dedi.
Ayni programda Can Dündar, Özal’ın Körfez Savaşındaki muradını şöyle açıklıyordu: “Özal’ın senaryosu, Savaş sonrası Irak’ta Türkiye’nin söz sahibi olmasına dayanıyordu. Dünya liderleri arasında yer alma tutkusu… Eğer Irak parçalanırsa; Türkiye, tarihi gerçekleri gündeme getirip hak iddia edecekti.”

Buna göre Özal, savaş sonrası müttefiklerle masaya oturup, pastadan bir parça almak, Kerkük ve Musul gibi ‘tarihi gerçekleri’, bir zamanlar Osmanlı toprağı olan bu yerleri anımsatarak, petrol kuyularına uzanacaktı. Dündar programın devamında şöyle diyordu: “Irak parçalanmazsa… Yeni rejimin oluşumunda söz sahibi olmak isteniyordu”.
Bu amaca ulaşmak için Türkiye’nin elinde Türkmen kartı vardı. Ama bu zayıf bir karttı. Irak’ta söz sahibi olmak için başka bir karta daha ihtiyacı vardı. O kart Özal’a danışmanı gazeteci Cengiz Çandar hatırlatacaktı. Bu kartın adı Kürt kartıydı. Damarlarımda Kürt kanı dolaştığını söyleyerek komşu ve yurt içindeki Kürtlere seslenen Özal, bölgedeki Kürtlerin hamiliğine soyunacaktı. İşte bu süreçte generaller ile Özal arasında çatışma artacaktı. Süleyman Demirel’e yakınlığıyla bilinen gazeteci Cüneyt Arcayürek, Kiriz Doğuran Savaş adlı kitabında Özal’ın Kürt Planı ile ilgili faaliyetleri üzerine, Özal’ın aklına ve sadakatine itimat ettiği ANAP milletvekili Adnan Kahveci’nin yine Özal’ın isteği üzerine Güneydoğu’da bir süre inceleme yaptıktan sonra Cumhurbaşkanı’na sunduğu ‘Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez’ başlıklı raporda şöyle dendiğini anlatıyor: “Askeri önlemlerle, hiçbir ülke çözüme ulaşamamıştır. Askeri çözümler hep iç harbi getirmiştir. Bugün Kürt sorunu, siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için de cesurca atılacak siyasi adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle, Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek, Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir. Bu durum, Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp, PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğinin de ortadan kalkmasına yol açacaktır”.2
Özal’ın “PKK ile Barış Planı”nın ana hatlarını, bizzat Özal’ın talimatıyla dolaylı olarak Abdullah Öcalan’la görüşmeleri yürüten gazeteci Cengiz Çandar’dan dinleyelim;
 “Yani bu iş nasıl çözülür biliyor musunuz? Dedi (Özal). Kafasında bir çözüm parametresi olduğunu ifade eden bir-iki şey söyledi.
Dedi ki: “Önemli olan ateşkesi kalıcı kılmak. Kalıcı kılmak için dağdaki adamları indirmek lazım. PKK’lıları. ‘Onun için af çıkartmak lazım’ dedi.
‘Af çıkartmadan inmezler. Şimdi, öyle bir af çıkartacaksın ki önder kadrosunun sabote edememesi lazım. Yani, affı. O yüzden kademeli bir af çıkartacaksınız. Yani hiç kimseyi öldürdüğü, bilmem ne yaptığı subut etmemiş olanların silahlarını bırakması halinde bütün haklarına sahip olarak hayata, dağa çıkmadan önce neyse öyle devamı…
Bunun yoluna yordamına, hukuki imkânlarına bakmak lazım. Beş yıl içinde herhangi bir suç… Beş yıl yasaklı kılacaksın mesela bunları. Her türlü seçme seçilme hakkından, bir süre vatandaşlık hakkından. Beş yıl içinde Türk Ceza Kanunu’nu ihlal etmezler ise herhangi bir maddesini, beş yıl sonra siyasi haklarına seçme hakkı dahil olmak üzere otomatikman kavuşmaları filan… Yani bu tür bir şey yapmak lazım dedi.” Burada Cengiz Çandar’ın daha önce APO ile gizli görüşmelerde bulunduktan sonra Özal’ın bu adam nasıl bir tip sorusuna verdiği yanıtı da sizlerle paylaşmak istiyorum:

 “ Çandar: Nasıl bir adam bu dedi (Özal). Bu dedim, Keko, Abdullah Öcalan için. ‘Eğer bu adam şu anda bütün siyasi haklarını kazanmış olsa, diyelim ki milletvekili HEP’ten, SHP’den, ANAP’tan, her ne ise, size yeminle söylüyorum’ dedim, ‘Meclis kulisinde çay içen milletvekili var ya, işte Güneydoğulu, onlarla çay içecek. Sonra, İstanbul’da Çakıl Gazinosunda Diyarbakır gecesinde bağış toplanacak, dansöz oynatacak. Ondan sonra, Diyarbakır kanalizasyon meseleleri için heyet gelecek, çözemeyecek de onu, falan, efsane bitecek, yani normalleştirirsek işi’. Çok güldü. (Özal) Tip bu mu yani? Dedi. İşte bizim memleketin insanı, ne olacak dedim. Oranın insanı, bölgenin adamı. Ve Türkiye’de siyasette aktif olmak istiyor, hesap bu”.
Özal, Çandar’ın bu haberleri üzerine sevinmişti. Kafasındaki PKK ile Barış Planı uygulanabilirdi. Özal’ın öldüğü günün sabahında 17 Nisan 1993 tarihli Milliyet Gazetesi’nde “Apo’nun Şartlarına Ret” başlığı altında şunlar yazılıydı: PKK lideri ateşkesi süresiz uzattı. “Federasyon” çağrısını Ankara ciddiye almadı. Milliyet yazarları Rafet Ballı ve A. Rezzak Oral Bekaa’dan notlarını yazmışlardı. Gazetenin ilk sayfasından verilen haberde HEP genel başkanı Ahmet Türk ve Apo birlikte takım elbiseler içerisinde el sıkışıyorlardı. Bu bölümde alt başlık şuydu: “Kalemler Konuşsun”  Bekaa’daki toplantıya 5 milletvekiliyle katılan HEP Genel Başkanı Ahmet Türk, Ankara Vakko’dan alınmış kravat takan Apo’ya “Silahlar Sussun, Kalemler Konuşssun” diyerek kalem hediye etti. Türkiye’ye ‘Federal’ çerçevede görüşelim mesajını yollayan Apo, toplantı salonunda Kürt Liderlerle el ele tutuştu. Bekaa’da basın toplantısı düzenleyen PKK lideri Abdullah Öcalan, ateşkesi ‘ikinci bir emere kadar’ uzattığını söyledi. Apo, ateşkes için şartlarını şöyle sıraladı:
 1- Türk Ordusu ateşi kessin,
2- Faili Meçhul cinayetler dursun,
 3- Kürtçe radyo-TV,
4- Olağan üstü hal kalksın,
5- Kürt Örgütlere politika hakkı,
6- Genel Af. 
Apo’nun konuşmalarını değerlendiren Başbakan Demirel şöyle dedi; “Madem ki öldürmeyi bıraktın, al sana Türkiye’nin bir parçasını demeyiz.”İçişleri Bakanı Sezgin’de kesinlikle ciddiye almıyoruz. Diye konuştu”. 3
 Abdullah Öcalan’ın istekleri ile Özal’ın önerilerinin yakınlığı dikkat çekiciydi. Bu haberler ve Çandar-Özal diyaloglarındaki önerileri dikkate alırsak, sanki Kürt Sorunu’nun sonu gelmek üzereydi gibi bir hava hissi vermektedir. Peki ama Demirel hükümeti Apo’nun önerilerini siyasi intikam için mi? yoksa; bazı çevrelerin etkisi ve korkusuyla mı ret ediyordu?
Özal, bir anda yalnız kalmıştı. Fakat kararlıydı. Cumhurbaşkanı; Eğer hükümet bir adım atmazsa ben Cumhurbaşkanı olarak çıkıp, basına açıklama yapacağını söylüyordu. “Bu benim Cumhurbaşkanı sıfatı taşıdığım için bütün halkıma karşı sorumluluğumdur, tarihe karşı sorumluluğumdur, bu momentumu kaçıramayız çünkü” diyordu. 4

Topluma Karşı, Devleti Korumak!
TSK ise Cumhurbaşkanı Özal’ın fikirlerine ne kadar yakındı dersiniz. Örneğin 12 Eylül darbesinin ardından MİT için yeni düzenlemeleri acilen yapan generallerin MGK Genel Sekreterliğine bağlı kurmuş olduğu yapı kimleri neye karşı koruyordu. Daha değişik bir açıdan sorumuzu sorarsak ordu MGK Genel Sekreterliği adı altında nasıl bir örgütlenme kurmuştu. Gelin, 2003 yılında AKP hükümetinin AB 7. Uyum paketi çerçevesinde ordudaki 12 Eylül yapılanmasını yeniden düzenleme girişimi sonucunda ortaya çıkan inanılmaz bilgilere bakalım, bakalım ki AKP’nin, Özal’ın otopsisi için neden düğmeye bastığına dair bir beyin fırtınası şansımız olsun. Bugünün konjonktürünü öyle değerlendirelim. Özal öldürüldü mü? yoksa eceliyle normal bir ölüm müydü? Sorularına yanıt arayalım.
30 Ağustos 2003 tarihinde Radikal Gazetesi’nin “PSİKOLOJİK HAREKÂT MERKEZİ”  başlıklı haberinde verilen bilgiler tüyler ürpertici cinstendi: “MGK Genel Sekreterliği'nin üç önemli hizmet birimi içindeki Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB) 'psikolojik harekât'ın kalbi. 1983-1985 arasında MGK Başdanışmanı olan Ertuğrul Zekai Ökte, "Psikolojik harekât her vasıtanın kullanıldığı bir harp türüdür. Bizde de bunu TİB yapar" diyor. Önce, "Kendi halkına karşı yapılmaz" diyen, sonra 'yapıldığını' kabul eden Ökte, gerekçeyi de şöyle izah ediyor: "Kafası kirletilen halkı istediği yöne çekmek için yapıyor." Bu bilgiler, yönetmelikle de örtüşüyor: "Devlet çapında tüm psikolojik harekât ihtiyacını tespit eder, uygular." ANKARA - Milli Güvenlik Kurulu'na (MGK) bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı'na (TİB) gizli yönetmelikle verilen 'psikolojik harekât' yetkisinin kullanımına eski MGK Başdanışmanı Ertuğrul Zekai Ökte'nin sözleri ışık tuttu.
Gizli MGK Yönetmeliği'nde 'psikolojik harekât' ihtiyacını tespit edip planlarını hazırlayan ve bunu 'icracı birimlerle' yürüten birim olarak tanımlanan TİB'in yetkilerindeki sınırsızlığı, "TİB'i ben kurdum" diyen Ökte'nin sözleri ortaya koydu: "Harekât halka karşı da yapılıyor. Bu harekâtta her türlü vasıta kullanılır."
Yeniden Müdafaa-yı Hukuk Derneği'nin kurucusu Ertuğrul Zekai Ökte, haftalık Aksiyon dergisinde 6 Nisan 2002 tarihinde yer alan söyleşisinde psikolojik harekâtı Türkiye'de başlatan kişinin kendisi olduğunu açıkladı. 1968-1970 yılları arasında Harp Akademileri'nde konferansçı eğitim elemanı, 1983-1985 yılları arasında MGK Başdanışmanı görevlerinde bulunan Ökte'nin çarpıcı sözleri şöyle: Türkiye'de psikolojik harekâtı başlatanlardan bir-iki kişi kaldık. Psikolojik harekât bir harp türüdür. Eskiden buna propaganda derlerdi. Gayet tabii düşmana, size rakip olana karşı yaparsınız. Uluslararası ilişkiler, bir güç ve rekabet işidir. Silah kullanmadan beyinleri etkilemek. İşin aslı bu. Biz başlattığımızda bilinmiyordu. 1950'lerde adı Soğuk Savaş, beyaz savaştı. Bizim tüzüğümüze bir ara 'sivil savunma' adıyla girdi. Diplomasinin bir aracıdır. Mesela ABD bunu Dışişleri'ne yaptırır; her Dışişleri mensubu psikolojik harekâtçıdır aynı zamanda. Türkiye'de bu işi MGK'ya bağlı olan Toplumla İlişkiler Başkanlığı yapar. Gizli kısmını ise MİT yapar. Başka da yapan kurum yok. Bu yapılırken her türlü vasıta kullanılır. Medyayla yapılır, karşı tarafın medyasıyla yapılır. Psikolojik harekât içeriye karşı yapılmaz. Bir devlet kendi halkına bunu yapamaz. (Israrlı soru üzerine) İşte, yapıyor. Halkın kafasını kirletiyorlar. Halkı kendi istediği yöne çekmek için yapıyor. Mesela PKK'ya karşı kullanıldı. PKK da bize karşı kullandı, üstelik daha çok etkili oldu.
Psikolojik harekât birimi hep ordu bünyesinde oldu. TİB'i ben kurdum. Ben Danışma Meclisi'ndeyken üç önemli kanunun yapılmasında yer aldım. Biri MGK Genel Sekreterliği Kanunu idi. Tamamını ben yazdım. Bir de MİT Kanunu gelmişti, onun bu konularla ilgili kısmına katkım oldu. MGK TİB'in ortaya çıkması, bir dönem MGK Genel Sekreterliği yapan emekli orgeneral Doğan Beyazıt'ın, Milliyet gazetesinde çıkan, "Aslolan Kırmızı Kitap. İktidara gelen parti kitabı görünce politikalarını değiştirir" sözlerini de hatırlattı. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz da aynı konuda, "Kırmızı Kitabı yazacak gücün Meclis olduğu" yolunda açıklamada bulunmuştu.

İşte TİB'in görevleri:
MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliği'nin iki tam sayfası TİB'e verilen
'psikolojik harekât' görevini içeriyor:
Devlet çapında her türlü psikolojik harekât ihtiyacını tespit eder ve değerlendirir, Milli siyaset ve hedefler doğrultusunda uzun-orta-kısa vadeli harekât planları yapar ve planların günün gelişen şartlarına uygun olarak gelişmesini sağlar, Genel Sekreter'e sunar.
Onaylanmış Psikolojik Harekât Planı'nı yürütür, icracı birimler tarafından yapılan uygulamaları takip ve kontrol eder, yönlendirir ve koordinasyon görevini yerine getirir.
Yukarıda sıralanan ana faaliyetlere ilave olarak, kendi faaliyetleriyle ilgili açık ve kapalı her türlü bilgiyi devamlı tetkik eder, değerlendirir ve psikolojik tehditle ihtiyaçları tespit eder.
Psikolojik tehdit ve hedef vasatında durum ve hedef analizleri yapar, MGK Genel Sekreterliği'ne sunar, ilgili üniteler arasında iletişim ihtiyaçlarını değerlendirir ve gelişmesini sağlayacak tedbirleri ve yöntemleri araştırır, tespit eder. Elde ettiği sonuçları da Genel Sekreterliğe sunar.”5
Özal’ın Ölümü, kimilerine göre son gece Bulgar bir ressamın sergisinde içmiş olduğu limonatadan gelmişti. Kimileri onun eceliyle öldüğünde ısrarcı, özelikle dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ve askerler. Kimilerine göre ise PKK ile son noktayı koymak üzereyken dış güçler tarafından öldürüldü. Bu soru Türkiye’nin Devlet derinliklerinde cevabını gizlemeye devam edecektir. Fakat AKP’nin Özal’a ve Ergenekon’a dair kararlılığı dikkat çekiyor. Ayrıca Özal’ın PKK ile Barış Planı’nın içeriğine baktığımızda Tayip Erdoğan’ın zaten aşama aşama aynılarını dillendirip bazılarını da uygulamaya koyduğunu görüyoruz.  MGK Genel Sekreterliği altında kurulan Toplumla İlişkiler Başkanlığı, acaba Turgut Özal Cumhurbaşkanı olunca yürütmedeki Süleyman Demirel’le birlikte Özal’ın politikalarını rejim ve devletin derinliğinden uzak bulmuş olabilirler mi?  
1 Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:504-505
2 Arcayürek, Cüneyt, Büyüklere Masallar Küçüklere Gerçekler, Kriz Doğuran Savaş, Bilgi Yayınevi, Mayıs 2000, S:335
3 Milliyet Gazetesi, 17 Nisan 1993, Sayfa: 21
4 Arcayürek, Cüneyt, Büyüklere Masallar Küçüklere Gerçekler, Kriz Doğuran Savaş, Bilgi Yayınevi, Mayıs 2000, S:345-346
5 Radikal Gazetesi, 30 Ağustos 2003.

16 Aralık 2012 Pazar

ÖZAL’IN PKK İLE BARIŞ PLANI “LİMONATA”YA MI DÜŞTÜ? II


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

ÖZAL’IN PKK İLE BARIŞ PLANI “LİMONATA”YA MI DÜŞTÜ?
II
“Babalar Operasyonu” Sonucu Emniyet-MİT Kavgası
Daha önce 12 Eylül’ün sıcak günlerinde sorguya alınan yeraltı dünyası bu süreç sonunda serbest kalmıştı. Mehmet Eymür, Yeraltı dünyasının Babalarıyla MİT İstanbul Bölge Başkanlığı’nın organik ilişkisi olduğunu düşünüyordu. 1984 yılına gelindiğinde Eymür, Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde kurulan Kaçakçılık İstihbarat Harekât Daire Başkanı Atilla Aytek’le birlikte, İstanbul’da baskınlar düzenleyip, iki meşhur “Baba”yı Ankara’ya getirdi. Dündar Kılıç, Behçet Cantürk ve Mamak Askeri cezaevinde tutuklu olan Abuzer Uğurlu sorguya alındı.
“Bu olaydan sonra, Aytek ve Eymür’ün İstanbul’da operasyon yapmaları MİT İstanbul Bölge Başkanlığı ve İstanbul Emniyet Müdürlüğünü ayağa kaldırdı.  Güvenlik birimleri arasında savaş başlamıştı; MİT Kaçakçılık Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve İstihbarat Harekât Daire Başkanı Atilla Aytek birlikte hareket ediyorlardı. Karşılarında ise MİT İstanbul Bölge Başkanı Nuri Gündeş ve İstanbul Emniyet Müdürü Ünal Erkan ile yardımcısı Mehmet Ağar vardı.”1
Babalar Operasyonuna görevde olmayan Mehmet Eymür’ün ustası Hiram Abas ismi de karışıyordu. Hiram Abas MİT İstanbul Bölge Başkanı Nuri Gündeş ile yıllardır kavgalıydı. Dündar Kılıç, 1-24 Mart 1984 tarihleri arasında Ankara’da Ordu İstihbarat Okulu’nda sorgulandığında MİT içindeki çatışmayı da gözler önüne serecekti. Mehmet Eymür sorgulamanın ilk günlerini şöyle anlatıyor: “Dündar Kılıç ilk sorguya alındığında kendinden çok emin ve adeta birkaç gün sonra serbest kalacağına inanmış bir haldeydi. Sorguyu yapanlara karşı, küstah ve tehditkâr bir hava ile konuşuyordu. Bana, ‘En üst kademelerden, paşalardan size bir talimat verilmedi mi’ diye soruyordu. Gülüp karşılık vermiyordum. Aynı şeyi tekrarladığı bir gün, ‘Kimlerin talimat vermesi lazım’ diye sordum. ‘Sizin amirleriniz’ diye cevap verdi. Biraz daha deşince (MİT) Müsteşar Yardımcısı Sedat Semerci’nin adını vererek, ‘Beni iyi tanıması lazım’. Allah Allah, demek talimat vermedi’ diyerek hayretini belirtti. Sedat Semerci Paşa’ya Dündar Kılıç’ın söylediklerini ilettim. Kızarak tepki gösterdi ve Dündar Kılıç’a küfür etti. Kendi adının karıştırılmasından rahatsız olmuştu.”2
MİT’te çeşitli yozlaşmalar ve kavgalar mevcuttu. MİT içindeki kavga dozajını artırarak büyüdü. 
Şu sıralar Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu olarak yargılanan Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul’un birlikte kaleme aldıkları Bay Pipo’da MİT hakkında derin bilgilere sahip oldukları anlaşılıyor. Bakın MİT içindeki kavga için ne diyorlar: “MİT ve Emniyet yeraltı dünyasından bazı isimleri kendisine “angaje” etmiş, ajan olarak kullanıyordu. İşin gereği, kullandıkları kişilerin ufak tefek yasadışı işlerine göz yumuluyordu. Bu metot dünyanın her yanında aynıydı. Ancak iş Türkiye’de biraz farklıydı. Çünkü yeraltı dünyasının yarısı MİT’e yarısı da Emniyet’e ajanlık yapıyordu! Dolayısıyla her gözaltına alınan şahıs istihbarat kurumları arasında kavgaya yol açıyordu; “Vay sen benim ajanımı nasıl sorgularsın? İstanbul Emniyeti’nin operasyonlara tepki duymasının nedeni, yeraltı dünyasındaki ajanlarının yakalanıp sorgulanmasıydı.”3
Kısa sürede Babalar Operasyonunu yürüten Mehmet Eymür gözden düşecek ve bu kavgadan yenik ayrılacaktı. Eymür MİT Adana Bölgesi’nin emrine verildi. Ama Eymür’ün yardımına hemen ustası Hiram Abas yetişti; “Devreye, Hiram Abas’ın ricasıyla Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in damadı Erkan Gürvit girdi, MİT Müsteşarı Burhanettin Bigalı’yla görüştü. Torpil etkisini gösterdi, Mehmet Eymür ailevi durumu göz önünde bulundurularak tayini MİT okuluna yapıldı. Mehmet Eymür ANAP’a da dargındı. Yeraltı dünyasıyla DYP ve Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un ilişkisi olduğunu göstermek için çok çaba sarf etmişti. Bu konuda Dündar Kılıç’ı çok zorlamıştı. Aldığı bilgileri “Özel dosya”yla Başbakanlık konutuna göndermişti. Fakat Turgut Özal, şimdi kendisini ortada bırakmış, sahip çıkmamıştı…”4
Mehmet Eymür başkanlığındaki MİT Kaçakçılık Birimi, önce küçültülmüş daha sonra 1988 yılında tamamen kapatılmıştı. Özal hükümet olmuş, fakat iktidar olamamıştı. Bu nedenle kimseye kol kanat gerecek durumda değildi…
Özal, Hiram Abas’ı MİT’de istiyor…
Psikolojik Harp yöntemleriyle kulislerde ve MİT içerisinde, Hiram Abas ismi her geçtiğinde Asala’yı bitiren adam sıfatı birlikte kullanılıyordu.  Hiram Abas ismi ansızın gündeme oturmuştu. Turgut Özal ise artık tam anlamıyla iktidar olmak istiyordu. Askerlerin Özal’a bakışı küçümseyici ve saygısızcaydı. “Örneğin, Genel Kurmay Başkanı, Özal’ı yok sayıyordu. Hitap ederken “sayın” sözcüğünü hiç kullanmıyordu. “Başbakan” diye hitap ediyordu! Dost sohbetlerinde Özal’dan “o adam” diye bahsediyordu. Ayrıca Özal hakkında konuşulanları biliyordu. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ise hala ordunun etkisindeydi. Meclisten gelen birçok yasayı imzalamaktan kaçınıyordu. Özal’da kanun hükmündeki kararnamelerle yönetiyordu ülkeyi!”5

Özal’ın kafasındaki plan dört aşamadan oluşuyordu;
1)      Ordunun başındaki Necdet Üruğ-Necdet Öztorun’un 2000 yılına uzanan hiyerarşisini bozmak,
2)      Genel Kurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlamak,
3)      Güneydoğu’da bir “Süper Vali” aracılığıyla askeri güçleri denetim altına almak,
4)      MİT’i sivilleştirmek; başına öncelikle sivil müsteşar getirmek.
Özal, MİT’i kendine tabi kılmak, bunu yapamazsa en azından istihbarata ortak olmak istiyordu. Zira İstihbarata hâkim olamazsa iktidar olamayacağını biliyordu. Fakat Genel Kurmay’ın MİT’in başına sivil müsteşar atanmasına karşı olduğunu ve bunun öyle hemen olamayacağını iyi bilen Özal, stratejisini zamana yaymıştı. İlk adım MİT Müsteşar yardımcılığına hâkim olmaktı; Türkiye bünyesinde oluşturulan 11 bölgenin İstihbaratı bu makama bağlıydı. Yani buradaki şahıs çok önemli bir görev yapacaktı. Bu şu anlama da geliyordu: “MİT dört paketten oluşur. En etkini istihbarattır. Devletin tüm istihbarat birimlerinin bir araya geldiği, Milli İstihbarat Koordinasyon Kurul’unda, konuya en çok hâkim olan kişi iç istihbarat başkanıdır. MİT’in iç istihbarat başkanlığını ele geçiren, bir bakıma devleti ele geçirmiş demektir.”
Özal en yakın kurmaylarıyla MİT’e sokacağı kulağını ararken, danışman Bülent Öztürkmen, Hiram Abas ismini telaffuz etti. MİT eski başkanı Fuat Doğu’da Hiram Abas ismini ortaya atanlardan biriydi. Özal, en güvendiği adamlarından Hasan Celal Güzel’e, sen adamı çağır, konuş bakalım, nedir ne değildir, öğrenelim demişti. Başbakanlık Müsteşarı Hasan Celal Güzel Hiram Abas’tan etkilenmişti. Müsteşarın, Hiram Abas raporu olumluydu.  MİT’in Özal ailesinin yatak odasına bile dinleme cihazları koydurduğu Özal’lar tarafından biliniyordu. Gazeteci Faruk Bildirici’nin “Gizli Kulaklar Ülkesi” adlı kitabında Başbakanlık konutundan çıkan vericiler hakkında ilginç bilgilere ulaşmıştı. Özal dinleniyordu. Hiram Abas artık Özal’ın MİT içindeki kulağıydı. Askerler bu işten memnun değildi. Özal ve Hiram Abas ilk raundu kazanmışlardı. Hiram Abas MİT’e geri döndüğünü hissettirmek için Özal’ında desteğiyle Güvenlik Daire Başkanlığı’nı kurdu. Başına Mehmet Eymür getirildi. Bu birimin tüm elemanları Özel Harp Dairesi’nden alındı. Bunların içinde en ünlüsü Yarbay Korkut Eken, Mehmet Eymür’ün yardımcılığına getirilmişti. MİT’te o döneme kadar, iç ve dış istihbaratın başında tümgeneral ve tuğgeneral rütbesinde bir paşa bulunuyordu. Psikolojik İstihbarat Propaganda Birimi’nin başında ise albay rütbesine haiz biri oluyordu. Şimdi yeni kurulan güvenlik daire başkanlığına bir sivil getirilmişti. Askerler durumdan hiç hoşnut değildi.” 6
Özal, Genel Kurmay’a, Güvenlik Daire Başkanlığı’nın (Kontrterör Dairesi NP) PKK’ya karşı kullanacağını söylemişti. Hiram Abas ve Güvenlik Daire Başkanlığına bağlı özel harpçi subaylar sık sık güneydoğuya gitmeye başlamışlardı. Şimdilerde yine tutuklu olan Hanifi Avcı, o günlerde dönemin Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Başkanı olarak görev yaparken bakın bu ekiple nasıl tanışmış: “Önemli bir sanığın sorgusunu yapıyorduk, o tarihte MİT’ten bazı görevliler gelmişti, onlarda sorguya katıldılar. İçlerinden biri, ‘Ben sorguyu sanığın gözleri bağlı yapmam. Gözlerinin içine bakarım, doğru söyleyip söylemediği gözlerinden belli olur’ dedi. O zaman ‘Amma hava basıyor’ diye düşündük, adının Hiram Abas olduğunu sonradan öğrendik.” 
Hiram Abas kısa sürede Özal’a raporlar yazıp, MİT Müsteşarını atlayarak direkt Başbakanlığa bağlı çalışmaya başlamıştı. 1986 yılına gelindiğinde MİT müsteşarlığı süresini dolduran Korgeneral Burhanettin Bigalı’nın yerine kimin geçeceği sorusu cevap ararken, Turgut Özal ile Genel Kurmay arasında tekrardan soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştı. Özal’ın kafasındaki plana göre buraya Hiram Abas getirilmeliydi. Fakat o gücü henüz bulamayan Özal, askerlere Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına bazen katılan, MGK Genel Sekreterliği Toplumla İlişkiler Başkanı Tümgeneral Teoman Koman’ı önerdi. Fakat Koman paşa’nın rütbesi uygun değildi; ayrıca Özal’ın psikolojik harp konusundaki uzmanlığıyla bilinen bir birimin başındaki paşayı neden önermiş olduğu da soru işaretiydi. Askerler, 12 Eylül döneminde, sıkıyönetim askeri hizmetler koordinasyon daire başkanlığı görevi yapmış olan, güvenilir kişi Korgeneral Hayri Ündül’ü MİT’e müsteşar yaptılar. Özal’ın MİT içerisindeki yandaşlarının kodu; F-2’ydi. MİT’ten emekli olup da Özal’a yakın olanların kodu ise F-02’ydi. Teşkilat ikiye bölünmüştü. Özal’ın Müsteşarlığını yapan Hasan Celal Güzel, Meclis Susurluk komisyonuna verdiği ifadede bazı ANAP’lı milletvekilleri ve bakanlar hakkında dosyalar düzenlendiğinden bahsedecekti. Özal kendine karşı bağlılığı korumak ve kontrol için MİT’teki adamlarına zaman zaman böyle siyasi kozlar için talimat veriyordu.
Turgut Özal ve Hiram Abas MİT’in sivilleşmesi yönündeki düşünceleri; “Onlara göre sivilleşme MİT’in başına asker olmayan birinin getirilmesi değildi. Teşkilatın içe ve dışa dönük olmak üzere, Amerika’daki CIA ve FBI gibi iki başlı olmasını istiyorlardı”7
Kimilerine göre bu isteğin altında Türkiye’yi federatif bir yapıda yönetme isteği yatıyordu. Bu da doğal olarak “Kürt Sorunu” kapsamında kamuoyundan tepki alacağından açıklanamıyordu. Özal’ın ABD ile yakın ilişkileri askerleri huzursuz ediyordu. Askerlere göre ABD 1965 yılından beri Kuzey Irak’ta bir plan yürürlüğe koymak istiyordu. Plan; Musul ve Kerkük’e girme bahanesiyle, bölgede özerk bir Kürdistan kurmaktı. Bunun hamisi de Türkiye olacaktı. Askerler, İran ve Irak’ı parçalamayı amaçlayan Amerika’nın Özerk Kürdistan planının, ileriki yıllarda Türkiye’yi de böleceğini düşünüyorlardı. 2 Şubat 1987 tarihinde Turgut Özal ABD’ye gidip Baypas olup, iki ay kadar orda kaldı. Daha sonra Türkiye’ye döndüğünde Genel Kurmay Başkanı Necdet Üruğ’un görev süresi bitmeden emekliliğini istediğini duydu. Buradaki açık sır; Necdet Üruğ’un yerine adaşı Necdet Öztorun’u getirmek istemesiydi. Zira emekliliğini istememiş olsaydı; bir ay sonra ki Yüksek Askeri Şüra’yı beklerse adaşı emekli olacaktı. Özal ise zaten Üruğ’un emekliliğini dört gözle bekliyordu. Özal artık Genel Kurmayın içinde kendisine yakın paşalar olduğunu işitiyordu. Kenan Evren ve Turgut Özal aralarında anlaşarak Öztorun’u ekarte ettiler. Ardından Özal, 29 Haziran 1987 gece yarısına doğru, Bakanlar Kurulunu topladı, Genel Kurmay ikinci Başkanı Orgeneral Necip Torumtay’ın Kara Kuvvetleri Komutanlığı ile Genel Kurmay Başkanlığı vekilliğine getirildiğini içeren kararnameyi, bakanlarına imzalatarak köşke gönderdi. Özal, Bakanlar Kurulu sonrası Başbakanlık önünde toplanan gazetecilere, “Bakanlar Kurulu Orgeneral Öztorun’un Genel Kurmay Başkanı olmasını istemiyor” diye açıklama yapıtı. Ordu sorununu haletliğini sanan Özal, daha sonra Körfez Savaşı sırasında Genel Kurmay Başkanı yaptığı Torumtay’ın kendisine karşı çıkarak, savaşa karşı olduğunu belirterek istifasıyla sarsılacaktı. Özal’ın daha sonraki hamlesi, Doğu ve güneydoğu bölgesinde bir süper vali ile Olağan Üstü Hal Bölge Valiliğini oluşturmaktı. Meclisten gerekli desteği alamayınca, kanun gücünde kararnameyle Olağan Üstü Hal valiliğini kurdu. Artık Güneydoğu bölgesindeki askeri güçler, MİT, Emniyet OHAL valiliğine bağlıydı. İlk Vali Hayri Kozakçıoğlu 15 Temmuz 1987’de bu göreve atandı. İşte bu atamanın olduğu gün Özal, Suriye’ye uçuyordu. Yanında da Hiram Abas vardı. Bu gezi sırasında gazetecilerle alışılmışın dışında bol bol konuşan Hiram Abas, basından MİT’in sivilleşmesi yönünde destek bile istemişti. Hemen akabinde medya MİT Müsteşar Yardımcısının lehine kamuoyunu müspet yönde etkileyici yazılar yazmaya başladı. İddialara göre Özal, Hiram Abas’ı MİT’in başına getirmek istiyordu. Fakat zamanla her şey beklendiği gibi olmadı MİT içerisindeki çatışmadan Hiram Abas alehine medyada hasımların yürüttüğü belge savaşı sonucunda 27 Mayıs 1988 tarihinde istifa etmek zorunda kalan Abas, üzgündü. MİT Müsteşarı Hayri Ündül ise 29 Ağustos 1988 tarihinde görevinden ayrıldı. Yerine MGK Genel Sekreterliği, TİB ve Kıbrıs’ta görev yapmış olan, Korgeneral Teoman Koman geldi. Özal’ın bir zamanlar MİT Müsteşarlığına önerdiği Teoman Koman, Özal’ı çok şaşırtacaktı. Zira Özal’ın sivil paşa olarak önerdiği Koman askeri kademenin kalbi durumuna dönüşmüştü. Adeta derin devlet denilen organizasyonun ele başı olacak kimliğe sahipti. Özal, yeni MİT Müsteşarı’nın demeçlerini gazetelerde okuyunca donup kalıyordu. Bakın yeni Müsteşar gazetelere ne demeçler vermişti; “Kimin söylediği belli değil, ‘MİT artık fonksiyonunu yerine getiremez hale gelmiştir, köklü değişikliğe ihtiyaç vardır’ denmektedir. Bu sözler devamlı söyleniyor, ‘Amerika modeli çerçevesinde MİT’te de, CIA-FBI gibi iki ayrı model yapalım’ tartışmaları yapılıyor. Herkesin milli yapısı kendi varlığına, kendi düzenine göre teşekkül eder. El âlem ikiye ayırmışsa bizimde böyle olması gerekmez. İkiye ayrılmış modeller federal sistemlerde görülür. ABD’de olduğu gibi. Bir süper güç olmuş, dünya çapında menfaatleri, alakaları var, oturmuş bir dış istihbarat kurmuş; merkezi haber alma teşkilatı. İçerde de FBI’yı kurmuş. Bizim gibi tek servis olan ülkeler de var. Şimdi Amerika öyle diye bizim de illa CIA-FBI türü olmamız mı gerekir? Efendim, ‘başka ülkelerde olduğu gibi ikiye ayrılmalı’ diyorlar. Neden? Vasıfları değişikmiş. Hayır. Haber toplamanın vasıfları değişik değildir. Ülkelerin vasıfları değişiktir. Biz bir süper güç değiliz. Hal böyle iken niye bölelim. Bunları söyleyenler ne kadar ciddi etüt yaptılar? Ama herkes konuşuyor. Neye istinaden böyle söylüyorlar, o da belli değil.”8
Özal, MİT içerisindeki ağırlığı askeri kanata kaptırmıştı. Üstelik en güvendiği MİT kulağı Hiram Abas artık raporlar veremiyor, siyasi rakiplerinden haberdar olamıyordu. Özal’ın ABD yanlısı olduğu savları sıklaşıyordu. Irak, Kuveyt’i işgal ediyor, ABD yeni planlarla geliyordu…
17 Haziran 1988 tarihinde Özal’a sıkılan kurşunlar sayesinde Özal ile Hiram Abas’ın yolları yine kesişiyordu. ANAP’ın 2. Olağan kongresinden sonra olayın araştırılmasını ve gizli tutulmasını arzulayan Özal, Hiram Abas’tan yeniden raporlar almaya başlıyordu. İddialara göre Özal, bu suikasttı organize edenleri öğrenmişti. 31 Temmuz 1989 tarihinde Özal meclisteki üçüncü tur oylamasıyla 263 oy alarak TC. 8. Cumhurbaşkanı oluyordu…

Devam Edecek…




1 Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:380
2 Mehmet Eymür’ün 8.3.1988 tarihinde Başbakanlık Teftiş Kurulu’na verdiği 18 sayfalık yazılı ifadesinden naklen Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:383
3 Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:393
4 Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul,  AGE , 2006, S:397
5 Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul,  AGE , 2006, S:401
6 Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul,  AGE , 2006, S:411
7 Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul,  AGE , 2006, S:423
8 9 Temmuz 1992 tarihinde, MİT Müsteşarı Korgeneral Teoman Koman’ın, teşkilata çağırıp akşam yemeği verdiği 48 gazeteciye yaptığı konuşmadan naklen Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, AGE, 2006, S:469

11 Aralık 2012 Salı

ÖZAL’IN PKK İLE BARIŞ PLANI “LİMONATA”YA MI DÜŞTÜ? I


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

ÖZAL’IN PKK İLE BARIŞ PLANI “LİMONATA”YA MI DÜŞTÜ?
I





Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünden bugüne 19 yıl geçti. Zaman zaman Özal’ın ölümü üzerindeki sır perdesi aralandı/aralandırıldı. Her aralandığında da Kürt Sorunu ile birlikte tartışıldı. Bugün, AKP iktidarının siyasi duruşu neticesinde, TC Devlet Denetleme Kurulu’nun raporunun ardından harekete geçen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla 2 Ekim 2012 tarihinde otopsi için Özal’ın mezarı açılmıştır. İddialara göre otopsi sonucu rapordan çıkan ilk bulgular, 2 Kasım 2012 tarihinde basına şöyle sızmıştır: “Bugün gazetesinin haberine göre, adli tıp uzmanları kemik ilikleri, iç organ parçaları ve bedenin diğer yerlerinden alınan örnekleri masaya yatırdı. İnceleme sonucunda Özal’ın vücudunda yüksek miktarda “Striknin Kreatin” maddesi bulundu. Uzmanlar, tahnit işleminde kullanılmayan striknin kreatin maddesinin etkili bir zehir olduğunu vurguladı. Toksikoloji ve Adli Tıp uzmanları bu maddenin vücut fonksiyonlarını bozarak solunum yollarını felç ettiğini ve kalp krizine yol açtığını kaydetti. Fare ve köpekleri öldürmek için kullanılan zehrin yasaklandığını belirtiyor. Zehirli maddenin Özal’ın yiyecek ya da içeceğine karıştırılmış olabileceği tahmin ediliyor.”1 Bu haberlerin ardından oğul Ahmet Özal “Haklı Çıktım” diyerek basına şu açıklamayı yapıyordu: “19 senedir bunun kavgasını veriyordum. Bu bilginin doğru olduğunu biliyordum. Haklı çıktım. Bunun arkası gelecek. Failler ortaya çıkacak”2
Peki ama Özal’ı kim zehirlemek istiyordu? 12 Eylül sonrası yeniden yapılanan devlet içindeki İstihbarat Örgütleri üzerinden yürütülen savaşın kaybedeni Özal mı olmuştu? ABD ve Özal arasındaki Aşk-ı Memnu hüsranla mı bitmişti? AKP bu konuyu neden tekrardan gündeme taşımak istemişti? Ergenekon Davası kapsamında yeni bir bağlantı mı? Yoksa “Kürt Sorunu” ve Anayasa değişikliği kapsamında ayak bağı olacak eski hurmaları temizleme operasyonu mu? Bilemiyoruz…
ANAP’A VETO YOK!
12 Eylül 1980 sonrası darbeci generallerden oluşan Milli Güvenlik Konseyi, 23 Haziran 1983 tarihinde İsmet İnönü’ün oğlu Erdal İnönü’nün siyasi parti kurmasını veto ederken, Özal’ın Anavatan Partisine onay vermişti. Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul’un 1999’da kaleme aldığı Bay Pipo’da; Turgut Özal’ın ANAP’ın kurulmasından önceki faaliyetleri hakkında şunlar yer almaktaydı: “Emekli Kurmay Albay Turan Çağlar “Amerikalılara bilgi satarken yakalandığı” günlerde, Turgut Özal, kuracağı siyasi parti için nabız yoklamak amacıyla Amerika’ya gitti. Endişeliydi, Milli Güvenlik Konseyi’nin parti kurmasına izin verip vermeyeceğini tahmin edemiyordu. Katıldığı Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi’ndeki (CSİS) toplantıda ilginç konuklar vardı; çoğu Türkiye’de büyükelçilik yapmış CIA’nın önemli isimleri; Robert Commer, George McGhee, Parker Hart, William Macomber ve CIA eski başkanı William Colby. Ulusal Güvenlik Konseyi’nden de isimler vardı: Geoffrey Kemp, Dennis Blair, James Rentschler. ABD Dışişleri Türk Masası’ndan Larry Benedict ve Ed Dillory. Pentagon adına ise Yarbay Ken Hamilton ve Dwight Beach katılmıştı.”3
İddialara göre Özal, yeni kuracağı parti için Washington, New York ve Houston arasında mekik dokumuş, Dünya Bankası ve IMF yetkilileriyle görüşmelerde bulunmuştu. Darbeci generallerin siyasi parti kurmak isteyenlere vetolarını açıklayacağı günden bir gün önce (22 Haziran 1983 NP) Türkiye’yi ziyaret eden ABD eski dışişleri bakanı Henry Kissinger’in Özal’ın Veto edilmemesinde payı var mıydı? Şüphesini, Bay Pipo adlı eserlerinde Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul okuyucularına iletiyordu.
Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray, MİT’ten emekli bir arkadaşına Eylül 1992’de soruyor: “MİT yalnız solcular hakkında mı rapor verir? Bakın Sayın Evren konuşmalarında ve anılarında, ‘Özal’ın Nakşibendî tarikatından olduğunu bilseydim kesinlikle seçimlere girmesine izin vermezdim’ diyor. MİT’ten gönderilen Sayın Erdal İnönü ile ilgili –veto edilmesine neden olan- raporu gördüm; ama Sayın Özal hakkında bir belge görmedim. Özal’ın irtica ile ilişkilerini, o zaman Sayın Evren’e bildirmediniz mi?” MİT’ten emekli general; “Nasıl olur? Ben Özal hakkında da bilgi verdiğimizi anımsıyorum. Özal’ın Nakşibendî tarikatı ve irtica ile ilişkilerini anlatan 15 sayfalık bir raporu Milli Güvenlik Konseyi’ne gönderdik” diye yanıtlıyordu meslektaşının sorusunu.”4
Milli Güvenlik Konseyi’nin 23 Haziran 1983 tarihli kararıyla Özal’ın Türk siyasal hayatına kattığı Anavatan Partisi’nin önü açılmıştı. 12 Eylül Darbesinin ardından yapılan ilk genel seçimlerde; 6 Kasım 1983 tarihi itibarıyla TBMM 17. dönem milletvekilleri seçilmiş, seçimlere Milli Güvenlik Konseyi'nin izin verdiği üç parti (Anavatan Partisi, Halkçı Parti ve Milliyetçi Demokrasi Partisi NP) katılmıştı. Bu seçimler sonucunda, Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi, 400 kişiden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 211 milletvekili çıkartarak tek başına iktidar, Turgut Özal da başbakan oluyordu. Gazeteci Muammer Yaşar Bostancı, 16 Ekim 1991 tarihli Sabah Gazetesi’nde Özal’ın 1983 seçimlerinden hemen sonra ABD Ankara Büyükelçisi Robert Strausz Hupe’ye yazmış olduğu şükran mektubunu yayımladı. Ayrıca gazeteci Ufuk Güldemir’in ‘Texas Malatya’ adlı kitabında Turgut Özal’ın CIA’daki biyografisini şöyle yazmıştır: “Biz CIA’nın Özal biyografisini bizzat görmedik. Ama bunu gören bir kaynağın aktardığına göre, Özal bu dökümanda gelmiş geçmiş en Amerikan yanlısı Türk Lider olarak takdim edilmektedir.”5 diyordu.
Bunun yanı sıra seçimlerin öncesinde, Amerikan sermaye çevrelerinin en güvendiği yayın organı, Wall Street Journal, Özal’ın veto yememesi için ABD yönetiminin Kenan Evren’e baskı yaptığını yazıyordu. 6
GENERALLERDEN YENİ MİT YASASI…
1983 yılında bunlar yaşanırken, Özal hükümeti devletin başına gelmeden darbeci generaller yangından mal kaçırırcasına yasa değişikliklerini peşi sıra yapmıştır.  “1983 yılında devlet sanki yeniden reorganizasyona tabi tutulmuştu. Devletin “sinir merkezleri” yeni baştan tek tek ele alınıyordu. Sivil parlamento kurulmadan önce “yangından mal kaçırır” gibi yasa değişiklikleri arka arkaya çıkarılıyordu.. 17.08.1983’te TBMM Genel Sekreterlik Teşkilat Kanunu, 1.11. 1983’te MİT Kanunu, 9.11.1983 yılında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği, kanunları değiştirildi. Milli Güvenlik konseyi, “psikolojik savaşı” MİT’ten alıp, MGK Genel Sekreterliği bünyesinde kurulan Toplumla İlişkiler Başkanlığı’na (TİP) vermişti. Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde “psikolojik harp” konusunda kitap yazan komutanlardan biri de, İstanbul’daki azınlıklara yönelik 6-7 Eylül Olayları’nın planlayıcılarından Sabri Yirmibeşoğlu’ydu. Modern Mücadele Yöntemi ve Özel Harp Uygulaması adlı kitabında Yirmibeşoğlu, psikolojik savaşı yürütecek bir kuruluşa neden “Toplumla İlişkiler Başkanlığı” adını verdiklerini şöyle açıklıyordu: “Günümüzde büyük bir uygulama alanı bulan psikolojik faaliyetlere, ‘psikolojik harp’ ve ‘psikolojik hareket’ deyimlerini kullanmaktan kaçınılmaktadır.  Zira bu terimler uluslararası alanda politikacıların, diplomatların ve hatta bazı komutanların bile şüphe ile karşıladıkları sevilmeyen sözcükler olmuştur.” Sabri Yirmibeşoğlu ismi daha sonra Özal’a suikastını araştıran Yargıtay Savcısı Uğur Tönük tarafından gündeme getirilecekti. Bakın bu konuda Halil İbrahim Balta 18 Temmuz 1999 tarihli Zaman Gazetesinde  “Suikastın perde arkası, Savcı neden durduruldu?” başlıklı yazısında neler diyor: “Özal suikastını inceleyen Yargıtay Savcısı Uğur Tönük son noktaya ulaştığında neden MİT'e çağrılarak, "Burada dur." denildi? Yazar son noktada savcı Tönük’ün ulaştığı isimlerden, Kaya Erdem ve Sabri Yirmibeşoğlu'nun suikast ile ilgilerinin araştırılmasını istedi. Ama soruşturma ileri gitmedi… Turgut Özal suikastını araştıran Yargıtay Savcısı Uğur Tönük, 18 Haziran 1988 günü Özal'a kurşun sıkan tetikçi Kartal Demirağ'ı azmettirenlerle ilgili ulaşabildiği son noktaya ulaştı. Aktüel dergisinin 25 Haziran 1992 tarihli sayısında yayımlanan demecinde Tönük, suikastı aydınlatacak noktaya geldiğinde kendisinin Beşiktaş'taki MİT binasına çağrılarak 'burada dur' denildiğini belirtiyor. Tönük, Meclis'teki Horzum Komisyonu'na da verdiği iki ismi Aktüel'e şöyle açıkladı: "Ben tahkikatı yapan bir kişi olarak bunları düşündüm. Hiç çekinmeden de söyleyebilirim. Dedim ki acaba Kaya Erdem ile bunların arasında bir ilişki var mı? Yine düşündüm ki korgeneral dediğimiz kişi acaba Sabri Yirmibeşoğlu olabilir mi? Ben şudur diye itham etmiyorum ki. Bunları araştırmak lazım diyorum."… Savcı Tönük, tetikçi Demirağ'ın memleketi Afyon Dazkırı'ya da gitti ve Demirağ'ın kontrgerilla örgütü içinde yer aldığını tespit etti. Demirağ, 1991'de gazeteci Emin Çölaşan'a, "1970'li yıllarda komando kurslarında hem siyasi, hem bedensel, hem de silahlı eğitim gördüğünü" açıkladı ve "Başımızda emekli bir general vardı." dedi. Demirağ 1992'de 32. Gün'den Çiğdem Anat'a da, MİT ile ilişkisi olduğunu söyleyerek, "Her şeyi vatanımız, milletimiz için yaptık."  Dediğini yazıyordu.
Geri dönüp Özal’ın darbe sonrası ilk sivil kabineyi oluşturmadan önceki günlerde, darbeci generallerin yaptığı yeni MİT yasası hakkında (Danışma meclisinde hiç tartışılmadan geçen yeni MİT yasası)  bakın Korgeneral Burhanettin Bigalı Meclis Susurluk Komisyonuna verdiği ifadesinde ne diyordu: “Benim zamanımda biz bu MİT Kanununu çıkardık, MİT’i yeniden reorganize ettik. O zaman sayın başbakana devlet büyüklerine dedik ki: ‘Efendim, dışarı giden heyetlerimiz var… (Görüşmelerden sonra) gece geliyorlar otel odasında bunu tezekkür ediyorlar, yarınki müteakip taktiği belirliyorlar. Bunu belirlerken dinleniyor odaları. Biz bunları brife edelim… (Heyetlerden önce) biz daha 15 gün evvel gidiyoruz, kontrol ediyoruz dinlemeler var mı? Emin olun çantalar dolusu dinleme cihazlarıyla, ben kendi elimle götürüp göstermişimdir. Yani MİT’in çok kıymetli, özel vazifeleri var. Dışarıya giden bütün büyükelçileri biz MİT’e davet ediyoruz, brifing veriyoruz. Bütün büyükelçiliklerimizin (elçilikleri) şeylerini senede iki üç defa gidip ekiplerimiz kontrol ediyor, dinleme var mı diyor. Şaşarsınız öyle memleketlerden, öyle şeyler çıkarıyoruz ki, hiç ummadığımız şeyler. Onun için bu gizli teşkilatların âleminde bu işler oluyor.”8

Dönemin MİT Müsteşarı Burhanettin Bigalı’nın ifadesinden sonra bu yasanın esas amacına bakalım: “… 6 Haziran 1983 tarihinde MİT’te Kontrespiyonaj (istihbari faaliyet yürüten kurum veya kişilerin kullandığı terim. Casusluk faaliyetine karşı yapılan, casusluğu önleme veya bilerek yanlış yönlendirme amaçlıdır. NP) Daire Başkanlığı bünyesinde kaçakçılık şubesi kuruldu. Kaçakçılık şubesinin başına Mehmet Eymür getirildi. Bulgaristan’dan apar topar döndükten sonra Mardin MİT bölge müdürlüğüne atanan Mehmet Eymür burada başta Yarbay Veli Küçük olmak üzere askerlerle yakın diyalog kurmuştu… Aslında MİT’te sadece yeni bir şube kurulmamıştı, teşkilat yeni bir yapılanmaya gidiyordu. 1965 yılında sivil parlamentonun ürünü olan 644 sayılı yasanın aksine, beş generalden oluşan Milli Güvenlik Konseyi tarafından çıkarılan 2937 sayılı kanunla MİT’in üstüne peçe örtüldü. Yeni yasa MİT’te neleri değiştirdi: MİT’te emniyet hizmetleri (MAH) ve 1965 yılında MİT kanunu çıkana kadar personel kadrolarının çoğunluğu Milli Savunma Bakanlığı başta olmak üzere emniyet genel müdürlüğünde bulunuyordu. Ordudan subay, astsubay ve askeri memur (ödünç) alınıyordu. Bunların terfi ve tayinlerinde büyük sorun çıkması üzerine 1965 yılında İstihbaratçı askeri personelin MİT inhası ve MSB oluruyla çalıştırılmaya başlanmıştı. 1983 yılındaki değişikliğe göre; “TSK kadrolarında olup MİT’te görevlendirilecek subay, astsubay, sivil memur, erbaş ve erlerin sınıf, rütbe ve miktarları her yıl ihtiyaca göre Genel Kurmay Başkanlığı ve MİT müsteşarlığınca müştereken tespit edilir” denildi. Yani kontrol tamamen askere geçti. Öyle ki bir önceki yasada, asker müsteşarın görev süresince silahlı kuvvetler makamlarınca denetlenemeyeceği, teftiş edilemeyeceği hükme bağlanmıştı. 1983 yılındaki yasadan bu hüküm kaldırıldı! Ordunun sivillere karşı MİT’i elde tutma yöntemlerinden biri de bu değişiklikti. MİT müsteşarı başbakanlığa değil Başbakana bağlıydı. Burada MİT müsteşarlığı askerler için de “kıta hizmeti” sayılacaktı. Korgeneral dört yıllık hizmetini MİT müsteşarlığında geçirebilecekti.” 9
MİT’teki bu yeni yapılanmayla sahnelerde boy gösterecek olan Mehmet Eymür, ismini “Babalar Operasyonuyla” duyuracaktı.  Eymür, Hiram Abas’ın öğrencisiydi. Hiram Abas’da Turgut Özal’ın zaman için de MİT’in başına getirmeyi düşündüğü kişiydi. Özal’ın Başbakan koltuğuna oturduğu andan itibaren kendi teşkilatını kurmak ve istihbarata hâkim olmak istediği açıktı…
Devam Edecek…





2 http://blog.milliyet.com.tr/merhum-cumhurbaskanimiz-turgut-ozal-in-otopsi-raporu-cikti/Blog/?BlogNo=385742
3 Polat, Yılmaz, Washington Entrikaları, Milliyet Yayınları, 1999, S:47-48’den Naklen Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:372
4 Bölügiray, Nevzat, Doruktaki İrtica, Tekin Yayınları, 1994, S:27-28’den naklen Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:373
5 Güldemir, Ufuk, Texas Malatya, Bilgi Yayınevi, 1992, S:85-86
6 Wall Street Journal, 26 Ağustos 1983’den Naklen Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:377
7 Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:377
8 Burhanettin Bigalı, Meclis Susurluk Komisyonu İfadesi, S:2138-2198’den naklen Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:376
9 Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisinin Sıradışı Yaşamı: Hiram Abas, Doğan Kitapçılık, 50. Baskı, İstanbul, 2006, S:374-375

25 Kasım 2012 Pazar

LİDRA’DA İSYAN VAR!


Naim PINAR

LİDRA’DA İSYAN VAR!

Mesarya’nın kalbinde, Pedias’ın (Kanlıdere NP) yüzünü doğuya döndüğü kıvrımın kucağına doğmuştun sen güzel Lidra1, Pedias’ın zaman zaman hırçınca getirdiği alüvyonlardan alıyordun toprağının verimini. Sadece yeryüzünü değil yer altını da beslemişti Pedias’ın sevgisi senin için…
Mısırlı Kral Ptolemy Soter seni alıp oğlu Levkon’a (Levkos NP) verdiğinde de yine aynı ihtişamla durdun, asmadın çehreni, yeni ismini işitince, adına Levkontheon (Levkonteon NP) dendiğinde de çekmedin yabancılık…
Hep yeniden doğdun sen, her defasında farklı isimle ama aynı ruhla, başka başlangıçlara başka hayatlara kucak açtın, değişik kimliklerle kaydın düşüldü tarih sayfalarına, ama ruhun hep aynı, kokun hep aynı kaldı. Üzerinde doğdu yeni hayatlar, üzerinde ağardı saçlar, topladın kucağına her milletten bedeni, kimisi kral, kimisi köle, ama hepsine yettin sen Levkontheon…
Bazı tarihçiler, Levkonteon isminden yola çıkarak zamanla “Levkosia”2 dendi diyor sana, kimileri ise “Levkosia”nın Yunancada ‘Kavak Koruluğu’ anlamına gelen Levkae (Levke NP) den esinlenilerek sana önce ”Levkusa” dediklerini, zamanla “Levkosia”ya dönüştüğünden bahsediyor. Sen, Bizans dönemini de hatırlarsın, onlar sana “Kermia” dememişler miydi? Ya sana “İ hora”3 (Şehir NP) dendiğini hatırlıyor musun? Hani bizlerin “şeherli” deyip asaletinden yararlandığımız o güzel ismin var ya… Avrupalıların Levkosia’dan devşirdikleri “Nicosie” veya “Nicosia” seni anlatmaya yeter mi sanıyorsun? Şimdilerde ruhuna leke çalmaya çalışanlar var buralarda, sana LEŞkoşa diyorlar, darılma bizlere, senin değerin gerçek isimlerinde, tarihinde,  yaşanmış anılarda saklı, bunu kirletmelerine izin vermeyeceğiz… Aldırma bunlara Lidra, ruhunu kapat bunlara Levkonteon, uyanacak kucağındaki yaşamlar Levkosia, dikilecekler senin için bir fidan gibi Güneş’e…
Bizans valileri seni seçti. Bizans’tan koparak ayrı devlet kurdum diyen Isaac Comnenus’un baş tacıydın. Templer Şövalyelerini de ağırlamıştın sıcak kucağında. “Kıbrıs Lordu” unvanıyla tanınan Lusignan Kralı “Guy de Lusignan” da vurulmuştu sana her misafirin gibi… Bu dönemde, Guy de Lusignan ülke gelirinin bir kısmını sana adamamış mıydı? Görkemli katedraller, gösterişli saraylar, kiliseler, şapeller, ziyaretgâhlar, manastırlar ve konaklar yükseldi üzerinde… Geniş meyve bahçelerinin ve havanın ünü, bu dönem yayıldı Batı ülkelerine…
Dinle İhtişamlı Levkonteon! Dinle güzel Nycossia! En eski ziyaretçilerinden Oldenburg Kontu Wilbrand4 senin için ne diyor; “Burası Kralın başşehridir ve bir düzlüğün hemen hemen ortasında kurulmuştur. Hisarı yoktur. Son günlerde içinde güçlü bir kale (Baf Kapısı civarında NP) inşa edilmiştir. Çok sayıda nüfusu bulunup hepsi de çok zengindir. Bunların evlerinin iç süslemeleri ve resimleri Antioch (Antakya -HMG) evlerini anımsatır. Bu şehirde Başpiskopos’un makamı bulunur. Aynı şekilde Kral’ın Sarayı ve bahçesi de bulunur. Bu kent Schernae (Kherni: Girne-HMG)’den 5 mil uzaktadır. Yolda gelirken birçok selvi ağacına (Cypress) rastladık. Bunlar şurda burada çok sayıda bulunurlar. Zannedersem ada adını bu ağaçtan almıştır”.5
Pedias’ın hayat verdiği “Nycossia” bir başka Alman ziyaretçin Ludolf von Suchen6 şöyle diyor: “Kıbrıs’ta Nycossia derler bir başka büyük kent vardır. Burası adanın başkentidir ve dağların altında güzel ve açıklık bir ovada kurulmuş olup iklimi fevkalâdedir. Güzel ve sağlıklı havasından dolayı Kıbrıs Kralı ve krallığın tüm piskopos ve yardımcıları, prensler ve soylular, baronlar, şövalyeler genellikle burada oturup vakitlerini mızrak atmak, sportif oyunlara katılmak ve de özellikle avlanmakla geçirirler. Kıbrıs’ta başka yerlerde bulunmayan yaban koyunu (Muflon-HMG) vardır. Ne var ki yalnızca leoparlarla yakalanabilirler. Ve Kıbrıs’taki prensler, soylular, baron ve şövalyeler dünyanın en zengin kişileridir. Üç bin florin geliri olanların gözünde bu sadece üç marklık gelirmiş gibidir. Ne var ki gelirlerini hep avcılıkta harcarlar… Bir Japhe (Yafa-HMG) kontu (Hugues d’İbelin) tanıdım ki 500 taneden fazla tazısı ve her iki tazı için onlara baksın, temizlesin, kokular sürsün diye bir hizmetçisi vardır. Nycossia’da bunlardan başka çok zengin tüccarlar da vardır. Buna hiç de şaşmamalı, çünkü Kıbrıs Hıristiyan ülkelerinin (Doğuya doğru) en uç ülkesidir… Bu nedenle nereden gelir, ne tür yük getirirse tüm gemiler önce Kıbrıs’a uğramaya mecburdurlar, atlayıp geçemezler. Aynı şekilde her ülkeden gelen kutsal toprak ziyaretçileri deniz yoluyla gidiyorlarsa Kıbrıs’a uğramak zorundadırlar. Ve burada güneşin doğuşundan batışına kadar bütün gün söylentiler ve haberler duyulur. Ve gök kubbesinin altındaki her ulusa ait diller duyulur, okunur ve konuşulur: Tüm bu diller özel okullarda öğretilir.”7
Ya İtalyan Nicolai Martoni8’yi hatırlıyor musun? O, hiç unutamamış olacak ki şöyle anlatmış seni; “10 Aralık Perşembe günü, gün boyu yürüdüm ve güneşin batışına doğru Lefkoşa kentine vardım. Lefkoşa zannedersem Aversa’dan daha büyüktür ve ortasında bir dere akar ve yağmur yağmadığında insan içindeki taşlara basa basa dereyi geçebilir. Yağmurlu havalarda dereden çok miktarda su akar ve bu yüzden dere üzerinde birkaç köprü bulunur ki bazısı taştan, bazısı da tahtadandır. Yağışlarda halk bunlardan geçer. Kentin bazı bölgeleri tenhadır ve buralarda güzel evler bulunmaz. Kıbrıs Kralı’nın oturduğu ev güzeldir. Napoli’deki yeni kalenin büyüklüğü kadar bir iç avlusu vardır. Avlunun çevresinde birçok güzel evler bulunur ki bunlar arasında bir de büyük salon vardır. Bu salonun ucunda, birçok zarif sütunu ve çeşitli cins süslemeleriyle çok güzel bir taht bulunur. Bana öyle gelir ki bu tahttan daha güzel pek az şey vardır. Salonun çevresinde, sütunlarla bir güzel süslenmiş bir nevi kemerli sündürme yer alır. Burada bana öyle bir cesaret gelmişti ki Kralın odasının girişine dek yürüdüm ve eğer kapısı açık olsaydı içeri girip onunla konuşacaktım. Bu binanın iç avlusunun ortasında, güzel suyu olan bir çeşme vardır ki birçok kentli buraya gelip su alırlar... Kıbrıs Kralı’nın özellikle av için kullandığı birçok çiftliği vardır. Kral’ın ayrıca 24 leoparı ve 300 tane de muhtelif cins şahini bulunur ki bunların bazılarını her gün ava götürür… Sözünü ettiğim Lefkoşa’da bir Başpiskopos vardır. Onun kilisesi Santa Sophia’ya adanmıştır. Bu zarif ve kubbeli büyük bir kilise olup koronun bulunduğu yerden yüksek mihraba ve oradan da kubbeye kadar, üzerinde altın rengi yıldızlar bulunan tatlı bir maviye boyanmıştır. Bu kilisenin geliri vaktiyle 25 bin Ducat idi. Ne var ki şimdilerde (1394 NP) Kıbrıs kralı burayı idaresine almış olup gelirinin de çoğuna el koymuştur. Bu Lefkoşa kentinde St. Francis, St. Dominic ve St. Augutine’e adanmış manastırlar ve ziyaret yerleri vardır ki her biri çok büyük ve güzel olup biri büyük, öteki de küçük ikişer iç bahçeleri bulunur ki buralarda portakal vesair meyveler yetişir. Kentin içinde meyve ağaçlığı olduğu gibi sebze, arpa, buğday ekili tarlalar da vardır. Gerçekten de St. Augustine Manastırı’nın (Ömerge Cami’nin yanındaydı NP) yanında ve kent surları içinde arpa, buğday ekili ve 30 modia’dan (6 dönümden fazla-HMG) büyük bir tarla gördüm. Aynı şekilde bir rahibeler kilisesi olan St. Theodor’un bahçelerinde lahana ve sair çeşitli meyveler gördüm. Bu bahçeler 20 modia büyüklüğündeydi. Bu kentte ekmek ve şarap boldur. Şaraplar genellikle tatlı cinstendir ve fıçı olmadığından büyük küplerde saklanır. Ekmek ve şarap bol olduğundan orada bir ay kadar kalmayı düşündüm…9
Uğursuz Venedik döneminde de baş şehirdin. Fakat Lusignan krallığı kadar mutlu etmedi Venedik İdaresi ne seni ne de üzerindeki bedenleri, Sık sık yaşadığın depremler daha az yıpratmıştı dokunu ve ruhunu… Osmanoğlunun korkusundan üçte ikini yıkmamışlar mıydı? Sözde seni korunmak için büyük surlar inşa edip kapattılar dört bir yanını.
Venedik’in gaddarlığı altında ezildi halkın, yıprandı dokun, ezildi ruhun. O kadar tahribata rağmen bak seni ziyarete gelen Fransız İpek tüccarı Jacques le Saige10 şöyle diyor: “…St. Sophia dedikleri büyük bir kiliseye gittim. Burası çok güzel bir kilisedir. İyi yontulmuş kum taşından çok güzel bir çan kulesi ve 5 kemerli bir giriş sündürmesi vardır. Kilise boydan boya kubbelidir. Dualar bizde olduğu gibi hep Latince okunur. Birçok haç yolcusu duvarlara adlarını ve işaretlerini yazmışlar. Orada uzun süre dinlendikten sonra yakındaki küçük bir Rum kilisesine gittim. Bu kilise Meryem Ana’ya adanmıştı. Oraya gitmekten memnun kaldım, çünkü 70 yaşlarında bir papaz öylesine gür bir sesle ilahiler okuyordu ki hayrete değerdi…” Daha sonra Aziz Jhon Montfort’un mezarının bulunduğu St. Augustine Kilise’sine ve bitişiğindeki manastıra giden Le Saige senin üzerindeki anılarına şöyle devam eder: “Manastırın yanında, bir kuyudan sulanan büyük bir bahçe vardır. Bir at büyük bir dolabı çevirir ve bu dolaba takılı birçok toprak kap şaşılacak miktarda su çeker kuyudan. Bahçe de birçok ince borular döşenmiş olup su bunlarla dağıtılır. Çoğu nar olmak üzere birçok miktarda meyve ağacı vardı ve onların altlarındaki arazi kabaklar, karpuz, hıyar ve diğer güzel şeylerle doluydu. Bu kuyular olmasa Kıbrıs’ta bu meyve ve sebze çıkmazdı. Ve bu kadar kuyu bulunması da hayret vericidir.11
Osmanoğlu gelip girdinde kucağına sen onları da kucakladın. Artık bir medeniyet daha vardı dokunun kokusunda. Onlar da anladı önemini, onlar da seni başşehir belledi. Sana Paşa Sancağı dediler. Lusignan döneminde krallara, Venedik döneminde Venedikli valilere, saray olan yerde şimdi Türklerin Valileri oturacaktı: Beylerbeyi, müsellimler, muhassıllar, vali ve mutasarrıflar kısaca “Vali Paşa”ların yeriydi artık burası. Kıbrıs’ın kalbi yine sendin yorulmaz Lefkoşa… Halk ağzında buralara her zaman saray dendi. Buranın önündeki alana bu nedenle “Sarayönü” dendiğini bilmeyen mi var?
Türk tarzı mimariye, giyime ve hasara ilk kez bu dönemde tanıklık ettin ey cefakâr Levkonteon! Her dönem değişik kavgalara, değişik kültürlerin çatışıp kaynaşmasına şahit oldun. Lusignan ve Venedik dönemlerinden kalan geniş, düz sokaklar, büyük meydanlar ve bunların etrafındaki binalar zamanla yıkılarak yerlerini yenilerine bırakmamış mıydı?  Basit görünümlü kerpiç evler, giderek daralan, eğri büğrü sokaklarla yine bu dönem tanışmamış mıydın?
İtalyan rahip Mariti’yi ağırladığın 1767 yılında notlarına yazmış Muzaffer Paşa’nın ilk yaptırdığı binayı; şimdilerde keyifle kahvelerimizi yudumladığımız “Büyük Hanı”. Burayı sana misafir gelecek yabancıların, özellikle de tüccarların barınması ve mallarının muhafazası için yapmışlar. Mariti, seni zevkle gezerken susuzluğunu Sarayönü’ndeki çeşmeden içtiği can suyunla gidermişti.
Papa VII. Clement’in 1596 yılında Lübnan’da yaşayan Maronitlere temsilci olarak gönderdiği İtalyan İlahiyat Profesörü Girolamo Dandini aynı yılın ağustos ayında Maronit evlatlarının durumunu incelemek için seni ziyarete geldiğinde yeni efendin Osmanoğlu’nun uygulamalarını ve yeni halini şöyle anlatıyordu: “Lefkoşa’ya olsun, diğer kentlere olsun, at sırtında yalnız Türklerin girmesine müsaade olunur. Hıristiyanlar ve diğerleri kapıda hayvandan inmelidirler. Kent içine girdikten sonra canları isterse tekrardan atlarına binip evlerine gidebilirler… Lefkoşa büyük bir kenttir ve Doğu tarzında inşa edilmiştir. Ne var ki son savaşlarda muhtelif yerleri tahrip olunmuştur. Türkler kenti Venediklilerden alalı 27 yıl olmuştur. Tanrı, ada Rumlarının günahlarını ve dini görüş ayrılıklarını bu şekilde cezalandırmayı yeğlemiş… Çan kuleleri ya tahrip edilmiş durumdadır ya da çanları yoktur. Türkler bu çanları eritip top yapmışlardır.  Lefkoşa’da dört tür kilise vardır ki her türünü bizzat inceledim. Bunlardan, sayıları ve binalarının güzelliği ve hacimleri dolayısıyla Türk camileri en önemlileridir. İçlerine girmemi bırakmadılar. Ama kapısının demir parmaklıklarından gördüğüm ve vaktiyle St. Sophia kilisesi (Selimiye Cami NP) olan bunların en güzeli ve görkemlisidir.”12
Toprakları birçok uygarlığa, kültüre yatak olmuş Lefkoşa! 1801 yılının haziran ayında seni ziyarete bir İngiliz rahip ve madencilik profesörü olan Edward Daniel Clarke gelmişti; anımsadın mı? Hani o gün senden uzaklaştırıldıkları için delice ağlayan kadınlar vardı ya işte o günden bahsediyor Clarke; “…Sonunda, Attien (Athienou: Kiracıköy HMG)’den ayrıldıktan 2,5 saat sonra Nicotia (Nicosia) şehrini gördük. (…) Kapıda vaktiyle bir inen çıkan demir parmaklık vardı. Girişi dilencilerle dolu bulduk. Kapı bekçisi geçen her Rum’dan bir ücret ister. Kasabaya girerken, havayı ağlayıp sızlamalarıyla dolduran kadınlardan oluşmuş bir kalabalıkla karşılaştık. Bunlar başkentin güzel giysisi olan beyaz elbiseler içindeydiler. Kimileri orta yaşlıydılar. Ama tümü de güzeldiler. Yürürken yüzlerini ve göğüslerini herkese açıp saçlarını başlarını yoluyorlar ve acınacak bir tarzda ağlayıp duruyorlardı. Bu kalabalığın ortasında, eşeğine binili gayet sakin bir tarzda çubuğunu tüttürerek giden ve onların haykırışına hiç aldırmayan bir Türk vardı. Bu kalabalığın nedenini soruşturunca, bu kadınların tümünün de fahişe olduğunu, Valinin onları şehirden sürdüğünü ve kendilerini bu nedenle kent kapısından dışarı sevk etmekte olduklarını öğrendik. Giysileri çok eski bir biçime göreydi ve hayli zarifti. Tümden ince beyaz ketendi, tüm vücudu örtecek tarzda dikilmişti ve kibar kıvrımlarla yere iniyordu.13
1872 yılında senle iki ay geçiren diğer bir ziyaretçin genç Avusturya dükü Louis Salvador’u da büyülemiştin seni gördüğü ilk an neler hissettiğini şöyle yazmış not defterine: “Bir dizi hoş görünümlü tepeyi geçtikten sonra, bomboş bir düzlükte kurulmuş Lefkoşa, ince uzun hurmaları ve minareleri, gerilerde Pitoresk Sıradağlarıyla karşımıza çıkıverdi. Sanki Binbir Gece Masalları’ndan bir rüya gerçekleşiyordu: Yeşilden yoksun bir ülkede portakal ve hurma ağaçlarından oluşan bir buket, insan eliyle yapılmış duvarların çevrelediği bir vaha…”14  
12 Temmuz 1878’de yeni kiracıların geldiğinde de baş tacıydın Lefkoşa. İngilizlerin ilk Yüksek Komiseri General Sir Garnet Wolseley’in İngiliz yazar W. Hepworth Dixon’a senin için “Şam’ın Küçük Kızkardeşi” dediğini biliyor musun? Hatırla tarihin yorulmaz başkenti! Hatırla kültür başkenti! Lusignan devrinde kraliyet sarayı, Venedik döneminde Valilerin ikametgâhı, Osmanlı dönemi Valikonağı olan binayı beğenmeyen İngilizler buranın bir kanadını hapishane yapmamışlar mıydı? Şımarık General Wolseley, senin bir mil güneybatındaki Cikko Meduşu’nda oturmayı yeğlemişti. Buradaki Manastır binalarıyla çadırlardan oluşan İngiliz karargâhı çok geçmeden Strovolo’da kente egemen bir tepeye taşınacaktı. Türkler buraya Vali Paşa Tepesi derlerdi. Şımarık General Wolseley, Sarayönü’ndeki Lusignan Sarayı’nın hapishane bile olamayacağını söyleyip buradaki mahkûmları yenisi yapılana kadar Büyük Han’a taşımamış mıydı?

Pedias’ın damarlarından akan sevgiyle okşandın Nicosia, birçok badireden geçtin, mağrur ve gururlu Levkosia! İngiliz devrinde yeni binalar yükseldi üzerinde sarı sarı taşlarla, etnik kavgalar eksik olmadı üzerinde, hep derdini dinledin Lefkoşalının sessizce, sevinçlerini işittin sessizce. Sana yapılan onca tahribata göğüs gerdin yüzyıllarca, onca kral gördün, birçok soylu efendi ağırladın, sayısız köle barındırdın, fahişelerin kovuldu, cüzamlıların atıldı, azizlerin çok oldu… Üzerindekilerin milliyetçilik hastalığı seni de yaraladı, rahatsızlandırdı, ikiye böldü. Ama bunca yüzyıldır hep baş tacı olmayı bildin. Şimdi belki tacın ortadan kırık ben buna üzüle durayım, sen de düşün şimdi Lefkoşa! Hatırla geride kalan yüzyılları, değerlendir bizleri! Hangi zaman bu kadar değişmişti dokun ve kokun…





1 Lidra; Kıbrıs’ta antik çağda bu verimli alan üzerine kurulan şehirlerin sonuncusu olarak bilinen Ledra veya Ledrae antik kenti, şimdiki suriçinden Lefkoşa’nın güney yarısıyla onun güneydoğusundaki alanda kurulmuş olduğu tahmin edilen şehir.
2 Levkosia; Bizans Döneminin sonlarında 10. Yüzyıldan itibaren eski Lidra, Levkonteon veya Kermiya adlarının yerini Levkosia almıştır.
3 İ hora; 10. Yüzyıl’dan itibaren Lefkoşa, İ hora olarak anılmaktadır. Şehir anlamına gelen İ hora, Eski Bizans kayıtlarında ve Lusignan dönemi Vakanüvisti Maheras’ın “Kıbrıs Vakayinamesi”nde İ hora kelimesi Lefkoşa adıyla eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
4 Wilbrand von Oldenburg; Oldenburg Kontu olan Wilbrand aynı zamanda bir rahipti.1211 yılında kutsal topraklar olan Filistin’i ziyaretinden sonra Kıbrıs’ı ziyaret etmişti.  
5“Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:13-15’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:8
6 Ludolf von Suchen, 1336-1341 yılları arasında Lefkoşa’yı ziyaret eden Alman rahip.
7 “Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:20-21’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:9
8 Nicolai Martoni;1394 Kasım ayında Lefkoşa’yı ziyaret eden İtalyan noter.
9 Excerpa Cypria, Sayfa:25-26’dan naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:10-11
10 Jacques le Saige; 1518’de Lefkoşa’yı ziyaret eden Fransız ipek tüccarı.
11 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:58-59’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:16
12 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:181-182’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:26
13 Excerpta Cypria”, Materials For A History of Cyprus, Iranslated and Translated by Claude Delaval Cobham, Cambrige, 1908, S:393-394’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:28
14 Archduke Louis Salvador, “Levkosia-The Capital of Cyprus”, Engilish translation, London, 1983, Sayfa;67-72’den naklen Gürkan, Haşmet Muzafer, Dünkü ve Bugünkü Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996, Lefkoşa, S:32-33