31 Mayıs 2015 Pazar

SİTTİN SENE EVVEL



Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
SİTTİN SENE EVVEL…
İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle Kıbrıslı Rumlar üzerinde mutlak hâkim olan Ortodoks Kilisesi adanın Yunanistan’a ilhakı için mücadeleye başlar. Yunanistan’da yaşanan iç savaşta komünistlere karşı Anglo-Amerikan desteğini yanına alan milliyetçilerin pozisyonunu iyi değerlendiren Başpiskopos Enosis taleplerinin dozunu artırarak çeşitli eylem planlarını ortaya koyar. 1949 Yılının son ayında Kıbrıs Ortodoks Kilisesi önderliğinde adanın Yunanistan’a ilhakı yani Enosis için 15 Ocak 1950’de bir Plebisit düzenleneceğini açıklar. Başpiskopos, Enosis için tüm Kıbrıslı Rumları oy vermeye çağırır. Kıbrıslı Türk ileri gelenleri ise, Rumların Enosis talepleri karşısında protesto mitingleri düzenler. 1949-1950 yılları içinde Kıbrıslılar hem milliyetçiliğin kıskacında hizipleşmeye ve karanlık günlere doğru yönelmiş/yöneltilmiş hem de doğanın gazabına uğramıştır.
“Sittin Sene Evvel” yaşanmış çeşitli olumsuz hadiseler içerisinde bile kendi içimizdeki siyasi kavgaların hiç bitmediğini görüyoruz. Dr. Fazıl Küçük’ün kurduğu Kıbrıs Milli Türk Birliği Partisi ve Necati Özkan’ın kurduğu İstiklal Partisi arasındaki çekişmeler devam etmektedir. Siyasi Liderlik bağlamında yapılan tartışmalar, Kıbrıslı Türklerin geleceğinin söz konusu olduğu zamanlarda dahi birlikte hareket edilmesinin önünde ciddi bir set oluşturmaktadır. Kıbrıslı Türkler ise tüm olumsuzluklara rağmen hayatlarına devam etmektedir. Dönemin gazeteleri siyasallaşmalarına rağmen sosyal hayattın nabzını tutabilmektedir. Sanat, cinsellik ve ekonomi konularında çeşitli haberler dikkat çekmektedir. Bu dönemlerde en büyük eğlencelerden biri olan sinemalarda gösterilen filmler ve çeşitli fantezi kitapları gazetelerin reklam haberlerinde sık rastlanan ilanlar arasındadır. Örneğin, 11 Aralık 1949 tarihinde yayınlanan, Lefkoşa’daki Ergenekon Kitabevi’in İstiklal Gazetesine verdiği ilanında: “Seksoloji-Cinsi Terbiyede Salahiyetli Bir Rehber- 7 ve 8’inci sayıları gelmiştir.” Denmekteydi. Ayrıca birçok sinemanın gösterimleri sosyal aktivite olarak okurlara ulaştırılmaktaydı. “Sittin Sene Evvel”e geri dönüp baktığımızda siyasal kavga
ve gelecek mücadelesi içerisinde “Kadın Figürü”nün de hoyratça kullanıldığı ve Kadın’ın adeta şeytanlaştırıldığını görmekteyiz. Bir yandan Rum Ortodoks Kilisesinin körüklediği Plebisit, bir yandan da aynı uğursuz zamanlara denk gelen büyük sel felaketi, Kıbrıslı Türkleri zor günlerin eşiğine doğru sürükleyecekti.
11 Aralık 1949 günü İstiklal Gazetesi, Kıbrıslı Türkleri “Plebisit”e karşı organize edilen mitinge şu cümlelerle çağırmaktaydı: “Bugün Lefkoşa’da Ayasofya’nın (Selimiye NP) geniş meydanında tertip edilecek büyük miting, Sen Sinod meclisi başkanı Başdespotun gelecek ayın 15’inde yaptıracağı plebisite bir karşılık teşkil edecektir. Halkımızın da gördüğü vechile, gazetemiz durmadan plebisit aleyhinde neşriyat yapmakta ve varlığımıza karşı büyük bir tecavüzlük teşkil edecek olan plebisiti baltalayarak şikâyetlerimizi hükümete sunmakta devam ediyoruz. Şikâyetlerimize ilaveten halkımız namına en yüksek makamlara en uygun bir zaman da olmak üzere müteaddit telgraflar gönderilmiş ve haklarımız müdafaa edilmiştir. Yazı sahasında plebisit aleyhine yapılan şiddetli şikâyetlere ilaveten bugün yapılacak miting halkın iştirak ve isteğiyle meydana gelmiş olacaktır. Çok yerinde olan böyle bir toplantıya teşebbüs, buradaki Türk varlığını sezdirebilecek en doğru siyasi bir harekettir. Böyle siyasi bir mitinge müsaade etmekle hükümet Türk haklarına ve kelam hürriyetine önem verdiğini göstermiş olmaktadır. Buna karşılık olarak hükümete karşı içten gelen saygı duyguları beslediğimizi bu vesile ile izhar eylemekle gazetecilik vazifemizi yapmış olduğumuza inanıyoruz. Biz. Hükümete bu sütunlarda samimi sempatilerimizi izhar eylerken bugünkü mitingin Türk ilhak aleyhtarlığının en canlı bir şekilde olmak en olgun ve dolgun bir tezahürü olduğunu belirtmek isteriz. Biz, Türkler, sulhsever insanlar olduğumuz için taşkınlıktan daima sakınıyoruz. Meşru yollardan yürüyerek haklarımızı aramanın yollarını seçebilecek kabiliyetteyiz. İcap ettiğinde bu olgunluğumuzu da göstermekten geri kalmayacağız. Hadiseler lehimizedir. Bu adanın tarihi sahibi bizleriz. Bu noktayı belirtecek olan hatipleri bugün mitinge giderek dinlemek hepimizin de borcumuzdur.” 1 1949 yılının son günlerinde cereyan eden olayları ve Plebisite karşı Kıbrıslı Türklerin duruşunu yansıtan dönemin bir diğer gazetesi ise bu büyük protesto mitingini manşetten resimlerle vermekteydi. 13 Aralık 1949 tarihli Hür Söz Gazetesinde, Kıbrıslı Türklerin bir tehlike anında yek pare hareket edeceğini tüm cihana duyurduğunu yazılmaktaydı. Ayrıca bu mitingde alınan kararları da “Karar Sureti” başlığı altında gazete ön sayfadan veriyordu: “ 11 Aralık 1949 tarihinde Lefkoşa’da miting tertip etmiş olan 15.000 Kıbrıs Türkü 85.000 Kıbrıs Türküne tercüman olarak aşağıdaki kararı vermiştir: 1-Adamızın Yunanistan’a ilhak edilmesi hakkındaki arzuları her zaman olduğu gibi gene şiddetle protesto ederiz. 2- Böyle bir ilhakın, tahakkuk ettiği takdirde, Kıbrıs’a iktisadi buhran, ırki ve içtimai iğtişaş ve dâhili harp getireceğine ve bu suretle adanın ve belki de sair Orta Şark memleketlerinin sulh ve sükûnunu ihlal eyleyeceğine kaviyyen kaniiz. 3- Adanın selameti, ekalliyetlerin himayesi ve Akdeniz’in muvazene ve müdafaasının Kıbrıs’ta istatükonun devamını istilzam eylediğine ve binaenaleyh Kıbrıs’ta Plebisit yapılmasına bir lüzum ve fayda melhuz bulunmadığına kaniiz. 4- Şayet İngiltere Hükümeti kendiliğinden bu adadan çekilecek olursa; o zaman adanın eski sahibi ve en yakın komşusu olan ve adayı en iyi bir şekilde muhafaza ve müdafaa edecek yegâne Yakın Şark Devleti olan Türkiye’ye iade edilmesini talep eyleriz. 5-  İşte bu kararı Milletler Meclisine, İngiltere Hariciye Nezaretine, İngiltere Müstemlekât Nezaretine, İngiltere Amale ve Muhafazakâr Partilerine, Kıbrıs Valisine, Türkiye Dışişleri bakanlığına, Türkiye Halk ve Demokrat partilerine, Ankara’daki Kıbrıs Türk Kültür Derneğine, İstanbul Üniversitesi Talebe Birliğine ve Royter ve Anadolu Ajanslarına, Londra Halkevine, Amerika’daki Türk yardım cemiyetine ve yine Amerika’da Birleşmiş Milletlerdeki daimi Türk Delegesine bildirmek üzere Kıbrıs Milli Türk Birliği sekreteri Dr. Fazıl Küçük’e salahiyet ita eyleriz. Bundan maada icabında Türkiye ve İngiltere’ye veyahut her ikisine de davamızı takip için bir heyet gönderilmesi icap ettiği takdirde mevcut Kıbrıs Türk Federasyonu’na bu heyeti seçmek salahiyetini vermiş bulunuyoruz.”2 Yazının altında imza yerinde “ Lefkoşa’da Ayasofya Meydanında toplanmış bulunan 15 binden fazla Türk halkı” yazmaktaydı. Esasında Plebisite karşı toplumsal bir konsensüs oluşmuştu. Fakat siyasi liderlik kavgaları içerisinde toplumsal birliktelik bir türlü sağlanamamaktadır. Plebisit hadisesine karşı protestolar ve kendi içimizdeki kavgalar devam ederken bir de doğanın gazabıyla karşı karşıya kalınacaktı. 17 Aralık 1949’da Ada genelinde başlayan şiddetli yağmur yağışı bir hafta aralıksız yağmış ve adeta Kıbrıs’ta bir yıkım yaratmıştı. Yaşanan sel felaketinden zarar gören yerleri ve can kayıplarını dönemin gazetelerinden takip ettiğimizde çok ciddi bir doğa olayı ile karşı karşıya gelindiğini görmekteyiz. Hür Söz gazetesinde “Şiddetli Yağmurlar Hala Devam Etmektedir” manşeti altında bu büyük felaket hakkında şu bilgiler verilmekteydi: “Su baskınları ve yolların harap olması önemli can kaybına sebebiyet vermiştir. Altı günden beri yağmakta olan sürekli yağmurlardan yollar harap olmuş, köprüler yıkılmış ve birçok köyler su baskınına maruz kalmıştır. Altı günden beri fasılsız devam etmekte olan şiddetli yağmurlardan birçok yollar ve köprüler harap bir vaziyete gelmiştir. Devamlı bir surette yağan yağmurlarla yollar yumuşamış ve bu sebepten birçok nakil vasıtaları bilmiyerek sulara ve çamurlara gömülmüşlerdir. Evvelki akşam Lefkoşa’dan Paşaköyü’ne gitmekte olan büyük bir yolcu otomobili Afanya yakınında bir yerde 20 kişilik yolcularıyla birlikte azgın yağmur suları tarafından aşırılmıştır. Otomobil yolcularından yalnız bir kişi kurtulmuştur. Son alınan bir haberde yolculardan 6 kişi kurtarıldığı belirtilmektedir. Bundan başka, aynı gece, aynı yol üzerinde Mağusa’dan gelmekte olan bir R.A.F otomobili de taşan dere sularına batmıştır. Otomobilde bulunan üç kişinin boğulduğu tahmin edilmektedir. Dünkü araştırmalarda bu üç kişinin cesedi de bulunamamıştır. Bu otomobil hakkında bilinen tek şey, otomobilin kazaya uğradığı sırada yolcuların imdat ! imdat! Diye çağırmalarıdır. O civarda kazaya uğrayan birçok otomobiller su ve çamurdan traktörler vasıtasıyla çekilmek suretiyle kurtarılmışlardır. Ada’nın her tarafından buna benzer kazalara dair haberler gelmektedir. Evvelki gün sabahleyin 7.30’da Mağusa Limanından Lefkoşa istikametinde iki şiddetli kasırga çıkmıştır. Kasırgaların biri gayet şiddetli olup, Kıbrıs’ta 30 seneden beri böyle kasırga olmamıştır. Mağusa- Lefkoşa yolu üzerinde 3’üncü milde köylerine gitmekte olan iki büyük yolcu otomobili kuvvetli sellerden kurtulmaya muvaffak olamayarak devrilmişlerdir. L. Savon Co. Ltd.’in Kıbrıs’taki müdürü Mr. Charles Clemenson’un sürdüğü 4491 nolu taksi Mağusa-Lefkoşa yolu üzerinde 5’inci milde kuvvetli seller tarafından devrilmiştir. Şimdiye kadar ne taksi ve ne de Mr. Clemenson hakkında bir malumat alınamamıştır. Clemensonla birlikte seyahat eden başka birisi, Clemenson’un kazaya uğraması üzerine yardıma koşmuşsa da kazazedeyi kurtarmaya muvaffak olamamış ve tekrar otomobiliyle Mağusa’ya dönmek mecburiyetinde kalmıştır.(…) Enkomi, Palliryotissa, K. Kaymaklı, Chriysoupolis, Ay. Yanni, Ay. Luka, İncirli kısmen su altında bulunmaktadır. Polis evleri temizlemek hususunda halka yardımda bulunmaktadır. Lefkoşa ve diğer kasabalardaki yüzlerce eski ev ağır surette çökmüştür. Gönyeli ve Orta Köy’de ve dolaylarında birçok yerlerde yağmur suları yarım yardan yüksek bulunmaktadır. Evvelki gün Girne’den Lefkoşa’ya gelmekte olan sekiz otomobil yağmur sularının iki ayak yükseldiği, bu kesimde durmak mecburiyetinde kalmıştır. Sellere batan otomobillere yardım maksadıyla trafik müfettişi Ali Raci Efendi bu bölgeye gitmiştir… 3 Gazete haberin devamında Ada’nın her bölgesinden can kayıpları ve sel felaketinin neden olduğu su baskınları hakkında geniş bilgi vermektedir. Bilanço oldukça ağırdır. Plebisit tartışmalarının genel gündemi oluşturduğu bu dönemde yaşanan sel felaketi bile bizleri birleştirememiştir. Kısa süre sonra siyasi kavgalar kaldığı yerden devam etmiştir. Siyasi liderlik kavgasının zirve yaptığı bu dönemde gazeteler aracılığıyla atışmalar devam etmiştir. İşte bu atışmalarda karikatürlere yansıyan siyasi münakaşadan kadın da nasibini alacaktır. Gazetelerde karikatürler üzerinden yayınlanan tartışmalara bakıldığında siyasetin “Sittin Sene Evvel” kadını aşağılayan bir yaklaşım da olduğunu görmekteyiz. Onca olumsuzluk içerisinde toplumsal birliktelik sağlanamazken siyasette kadın figürü şeytanlaştırılmakta ve cinsel tema ile siyasete kurban edilmektedir.
Son haftalarda sosyal medya üzerinde yaşanan “Karı” söylemine konuyu sıkıştırmak yerine sanırım tarihsel olarak geçmişten günümüze siyasette ve sosyal yaşamda ataerkil yapıları yıkacak mantalitenin nasıl hayat bulacağı tartışılmalıdır. Kadının erkeksi mücadelesi kadının ancak ve ancak ataerkil mantalite içerisinde savrulmasını getirecektir. Sonuç alınacak mücadele zemini; toplumsal birliktelikteki paylaşımdan doğan kadının, erkeğin ve tüm eşcinsellerin cinsiyet üstü bir duyarlılıkla üredikleri değerlerle şekillenmelidir. Yoksa siyasette ve sosyal hayatta kısır bir döngü yaşanmaya devam edecek gibi görünmektedir. Bugünü değerlendirirken, Kıbrıs Sorununda ciddi bir ivme yaşandığı, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği konusunda tartışmaların arttığı, iç siyasette değişimin kaçınılmaz olduğu açıkça ortada durmaktadır. Fakat bizim hallerimize baktığımızda halen ortada toplumsal bir birliktelik mevcut değildir. Bu bağlamda bakıldığında sanırım Kıbrıslı Türklerin “Sittin Sene Evvel”de halleri pek farklı değil gibi görünmektedir. David Hume’ün dediği gibi; “İnsan türü tüm zamanlarda ve mekânlarda öylesine aynıdır ki, bu özellik nedeniyle tarih bize yeni ya da yabancı hiçbir şey hakkında bilgi vermez. Onun başlıca yararı ise bize insan doğasını birçok koşul ve durumda göstererek ve böylece gözlemlerimizi oluşturacağımız materyali sağlayarak ve bizi insan davranışının düzenli işleyişine aşina hale getirerek insan doğasının daimi ve evrensel ilkelerini keşfetmemize imkân tanımasıdır.” Umut edelim de insan doğasının evrensel değerlerini keşfetme ve beklide yeniden belirlemede tarih bize ışık tutsun.


DİPNOTLAR
1 İstiklal Gazetesi, “Hadiseler- Büyük Miting”, 11 Aralık 1949, Sayfa: 3, Girne Milli Arşivi, Kıbrıs.
2 Hür Söz Sesi Gazetesi, “Karar Sureti”, 13 Aralık 1949, Sayfa:1, Girne Milli Arşivi, Kıbrıs.
3 Hür Söz Sesi Gazetesi, “Şiddetli Yağmurlar Hala Devam Etmektedir”, 23 Aralık 1949, Sayfa:1-4, Girne Milli Arşivi, Kıbrıs.













25 Mayıs 2015 Pazartesi

ANA KUZUSU IV

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
“ANA KUZUSU”
( IV )
1981 seçimleri sonucunda Sayın Alpay Durduran’ın başkanı olduğu TKP, o dönem iktidara gelememiş ve UBP “Ana”nın tercihi olmuştur. UBP, Mustafa Çağatay başkanlığında azınlık hükümeti kurarak “Ana”nın kınalı kuzusu olmaya devam etmiştir. İşte bu siyasi ve ekonomik müdahaleler içerisinde 1985 yılına gelindiğinde kuzey Kıbrıs’ta çok enteresan bir parti kayıtlara geçecekti. Resmi adı kayıtlara “Yavruvatan Partisi” olarak geçen ve 29 Temmuz 1985 tarihinde kurulduğu kesin olan bu partinin Türkiye’de iktidara gelen “Anavatan” partisinin kuzusu olarak prim toplamaya çalıştığı gözlemlenmektedir. Bu partinin ömrü kısa sürse de siyasal tarihimizde kurulan 70’e yakın partiden biri olduğu kesindir.1  Son 10 yılda yaşadığımız ÖRP örneği bizlere siyasi geçmişten gelen “Ana-Yavru” ilişkisini ve Türkiye Hükümetlerinin siyasi dizayn bağlamında ulaştığı noktayı net olarak ortaya koymaktadır. 
Türkiye Başbakanı Turgut Özal, 1986 Temmuz’unun başında kuzey Kıbrıs’a geldiğinde esas amaç Türkiye’nin yeni ekonomik çizgisine uygun bir ekonomik yapılanmayı “Ana Kuzusu”na dikte etmekti. Özal, kuzey Kıbrıs’ta meclis oturumunda konuşma yapmış ve Lefkoşa’da tertiplenen mitingde de halka hitap etmişti. Özal, “Yavruvatan”ı güçlendirmek için buradaydı.  O yıllarda Türkiye’de meşhur olan Amigo Birol’da bu mitingde coşku yaratmak üzere adadaydı. İşin magazin yönü eksiksizdi. Basında da, Özal’ın ortaya koyduğu “Ekonomik Paket” söylemine destek amaçlı yazılar her zamanki gibi medyanın kilit isimleri tarafından köşelerden işlenmekteydi. Siyaset ve siyasetçinin Türkiye ile olan ilişkiler konusunda birçok hatası olduğu yadsınamaz bir gerçektir. 1 Temmuz 1986 tarihli “Günaydın Kıbrıs” gazetesinde haftanın yazısı başlığı altında yayınlanan Reşat Akar’ın kaleminden çıkan yazıya dikkatlice bakalım: “Sayın Özal, Kıbrıs Türk halkının tek güvencesi olan Anavatan Türkiye’nin Başbakanı olarak sizleri, şehit kanıyla sulanmış kuzey Kıbrıs topraklarında karşılamaktan büyük mutluluk duymaktayız. ( …) Türkiye’de olduğu gibi kuzey Kıbrıs’ta da bazı yeni vergilendirmeler, batan KİT’lerin satılması, faizlerin artırılması ve KDV gibi hususların ilk günlerde büyük tepkiler yaratacağı aşikârdır. Ancak yaklaşık 12 yıldan beri verimli bir hale getirilemeyen ve sürekli olarak devletin sırtında bir yük olan batmış sanayi tesislerinin kapatılması veya satışa çıkarılması genelde herkesin beklediği bir gelişme olacaktır. Uzun yıllar vergisiz yaşamaya alışmış olanlardan vergi toplamayı teşvik edici önlemler de büyük alkış toplayacaktır. (…) Sayın Özal, Dünya’nın gözü önünde, Anavatan-Yavruvatan ilişkilerini bu denli geniş çapta ele alırken ve Türkiye’deki tüm ekonomik önlemlerin kuzey Kıbrıs’ta da uygulanması gibi oldukça ciddi bir karar alma cesaretini gösterirken, ufak gibi görünen, ancak Türk halkını yakından ilgilendiren sorunlara da artık çözüm getirme zamanının geldiğine inanmaktayız. Bugün Yunanistan Başbakanı “Ulusal Topraklarımız” dediği Kıbrıs’ın güney kısmına daha çok Yunanlı göndermek ve onlara kahramanlık öğütleri verebilmek amacıyla güneyi ziyaret edecek Yunanlılara neredeyse mükafat vermeye çalışıyor ama, kuzey Kıbrıs’ta evladını, torununu, akrabasını şehit bırakan Anavatan’daki kardeşlerimiz, şehitlikleri ziyaret edebilmek, Yavruvatan’ın düşman esaretinden nasıl kurtulduğunu öğrenebilmek için çıkış vergisi ödeme zorunluluğuyla karşılaşmaktadır. Bunlara bazı belediyelerin “Orman Kanunları” çerçevesinde almaya çalıştığı “Çıkış Vergileri” ilave edildiği zaman, şehitlerimizin kemiklerinin sızlatıldığı, milli mücadelemizin yara aldığı düşüncesine kapılmaktayız. Bu nedenle, Avrupa seyahatlerine bir kısım daha artış mı yaparsınız, yoksa başka bir gelir kaynağı mı bulursunuz, ne bulursanız bulun, fakat Allah aşkına, Kıbrıs için şu seyahat vergisini kaldırın ve tüm Türkleri, Ankara’dan –Adana’ya gider gibi, Yavruvatan’a serbestçe gelme hakkından mahrum bırakmayın. (…) Sayın Özal, Dileğimiz, bu ziyaretinizin yararlı olması ve Afrikalaşan Yavruvatan’ın, hak ettiği gibi küçük bir İsviçre’ye dönüşebilmesidir. Bunun için de Anavatan’ın yardımlarına büyük ihtiyaç duyulduğu kesindir. Ana, yavrusuna ne kadar iyi bakar, onun hastalıklarını ne kadar erken tedavi ederse, büyüyen ve sağlıklı gelişen yavru da bir gün anaya ve babaya bakar. Ayrıca ana ve baba için dünyanın gözü önünde bir gurur kaynağı olur!”2  TC-KKTC arasındaki ilişkinin bugünlere gelmesinde herkesimin günahları vardır. Siyasi ve ekonomik bağımlılık bağlamında herkesimin özeleştiri yapması gerekmektedir. Özal’ın “Ana Kuzusu”nu ziyareti sırasında ona eşlik eden TÜSİAD Başkanı Sakıp Sabancı’da gazetecilere demeçler vererek, sanayi yatırımı için kuzeyin uygun olmadığını fakat Turizm yatırımlarının gelecek için çok önemli olduğunu söylüyordu. :  “… Kıbrıs’ı Türkiye’ye ve dünyaya bağlamak için, ulaşım ağının güçlendirilmesine önem vermek zorundayız. Kıbrıslıların kendi uçak şirketlerini kurmalarına yardımcı olmalıyız. THY ve DDY’nın Kıbrıs bağlantılarını devlet desteğini göze alarak güçlendirmeliyiz. Unutmayalım ki ulaşamadığımız toprak bize ait değildir…3
“Ana-Yavru” ilişkisinde önemli kırılma noktalarından biri de Özal’ın “Ekonomik Paketi” dir. Kuzey Kıbrıs, 1974’de Ecevit Hükümeti’nin KİT’leri kurmasıyla başlayan ekonomik yapılanma sürecinin ardından 10 yıl gibi kısa bir süre geçtikten sonra bu kez de Özal Hükümetinin kapitalist bir modeli dayatması sonucunda kabuk değiştirmeye zorlanmaktaydı. 1986’da yaşanan TC-KKTC arasındaki yeni ilişki ağını farklı kılan sadece Özal hükümetinin o güne kadar yapılan TC yardımları bağlamında bu işi bir “Paket” halinde ortaya koyması ve bu ekonomik tedbirler paketinin katı bir şekilde uygulanmasında ısrar etmesidir. Daha önceki yıllarda da Türkiye’nin kuzey Kıbrıs’taki siyasi ve ekonomik yapı üzerinde tahakkümü yok muydu? Tabii ki vardı. Fakat bu kez TC’nin yapmış olduğu ve yapacağı destek için belli şartları ve sıkı denetime dayalı baskısı söz konusuydu.  Özal’dan sonra kuzey Kıbrıs’taki yapılanma için adadaki iktidarın hareket alanın da daraltıldığını görmekteyiz. Bugün, TC Yardım Heyeti’nin yapısına baktığımızda TC-KKTC ilişkisinin aslında neden “Ana-Yavru” bağlamında olduğunu daha net anlamaktayız. Bu bağlamda geçen hafta Perşembe günü DP-UG Genel Başkanı Sayın Serdar Denktaş’ın yapmış olduğu basın açıklaması oldukça önemlidir. Sayın Serdar Denktaş’ın basın açıklaması sırasında TC-KKTC ilişkisi başlığı altında yapmış olduğu tespitler dikkat çekiciydi. Sayın Denktaş’ın açıklamaları, TC’nin tahakkümü altında yıllar önce “Davul Bizde, Tokmağı Başkasında” diyen CTP eski başkanı rahmetli Özker Özgür’ün söyleminden pek farklı olmayan bir çerçevedeydi: “…Kıbrıs Türk Halkı kendi seçtiği vekillerinden, kendisi hesap sorar.  KKTC anavatan ilişkilerini yıllardır istenilen düzeyde oluşturamamamızın sıkıntılarının bedelini hep, KKTC siyasetçisi ödemiştir. Bugüne kadar, Türkiye ile ilişkilerin düzeltilmesi gerektiğini söylerken hiçbir şekilde Türkiye karşıtlığı yapmadım. Anadolu insanının Kıbrıs Hassasiyetinin önemine her zaman vurgu yaptım. Egemenliğe, birine karşı durmak için değil, kendi ihtiyacımız olduğu için, bizim olduğuna inandığım için sahip çıktım. Her seçilene bir seçilmiş olarak saygı gösterdim ve saygı bekledim. Atanmışlar ile ilişkilerimde halkımın bana verdiği görevin bilinci içinde görüştüm. Kimsenin önünde eğilip bükülmedim. Bu nedenle de her dönem bazı çevreler tarafından istenmeyen siyasetçi ilan edildim.1996 yılından beridir TC Yardım Heyeti işleyiş mekanizmasındaki yanlışlığa dikkat çekerek, ya bunun değiştirilmesi ya da artık ortadan kaldırılması gerektiğini her fırsatta gündeme taşıdım ve ilgililerle tartıştım. Kıbrıs Türk Halkının ihtiyaç ve beklentilerini belirleme hak ve sorumluluğu KKTC siyasetçisi ve özel olarak hükümetin boynuna asılmıştır. KKTC siyasetçisinin halka verdiği sözler vardır. Bu sözler doğrultusunda hedef ortaya konulması bu mekanizma tarafından engelleniyorsa, kişisel ilişkiler veya karşıt düşünceler çerçevesinde hedeflerinizin hayata geçirilmesi konusunda önünüze engeller rahatlıkla çıkartılabiliyorsa bu koşullar altında hükümette oturmanın da bir anlamı yoktur. Bu kurum artık işlevini ve görev tanımını aşmış, sistemin ana aktörü konumuna ulaşmıştır. Kurduğumuz sistem içerisinde hükümet gücüne paralel ve bazen daha da güçlü konumda görülen TC Yardım Heyeti olgusunun siyasal otoriteyi nasıl bozduğunu, dağınık bir hiyerarşik yapı oluşturduğunu ve bu durumun hem ülkemizin ulaşması gereken hedefe ulaşmasını engellediğini, hem de halkımızın Anavatan Türkiye ile ilişkilerini bozduğunu görmek ve tartışmak durumundayız. Burada bulunmasının nedeni ekonomik kalkınmamıza destek sağlaması gereken bir kurum içerisindeki bireyler, KKTC halkının demokratik iradesini hiçleştirmeye neden oluyorsa bunun artık kamuoyu önünde konuşulmasının zamanı gelmiş demektir…4 Esasında Sayın Serdar Denktaş’ın basın açıklaması olmadan çok önce “Ana Kuzusu” yazı dizisini dördüncü bölümünü TC Yardım Heyetinin kuzey Kıbrıs’taki etkinliğine ayırmıştım. Bu bölümde günümüzdeki TC-KKTC ilişkilerini ele alacak ve TC Yardım Heyetinin faaliyetlerinin “bağımsız” bir ülkede nasıl bir anomali yaratacağını işleyecektim. Fakat Sayın Serdar Denktaş’ın basın açıklamasından sonra TC Yardım Heyetinin Yönetim şemasını sizlerle paylaşarak bu konuyu sonlandırmaya karar verdim. Bu yapıda kolaylıkla gözlemlenebilecek bir “Bakanlar Kurulu” havası vardır. Daha fazla yorum yapmadan TC Yardım Heyetinin Yönetim şemasına bakalım: “ TC Yardım Heyeti Başkanı: TC Lefkoşa Büyük Elçisi Halil İbrahim Akça’dır. Onun altında işleri koordine edecek koordinatör Ertan Tosun vardır. Koordinatör bürokratın altında ise adeta çeşitli bakanlıklar kurulmuş ve alanlar paylaştırılmıştır. Savunma Güvenlik, Adalet, Yüksek Öğrenim Sektörü Engin Karabaş, Sanayi, Ticaret, Madencilik, Haberleşme Sektörü ve Diğer Kamu Sektörü Hasan Kirman, Eğitim, Kültür, Sosyal Hizmet Sektörü Durmuş Yavuz, Turizm Ulaştırma Sektörü Bekir Karaduman, Çevre Tarım Sektörü Nebi Çelik, Mali Sektör, Sağlık ve Sosyal Güvenlik Sektörü, Enerji Sektörü Nuri Ateş.
TC Yardım Heyetinin yönetim şeması aslında her şeyi ortaya koymaktadır. TC Yardım Heyeti, ‘uzun serüvenin kısa sonudur’. 1974 ile başlayan TC’nin kuzey Kıbrıs’taki siyasi ve ekonomik tahakkümü artık son noktaya ulaşmıştır. Esasında seçilmiş olmamalarına rağmen bizim gerçek bakanlar kurulumuz TC Yardım Heyeti Üyeleri gibi durmaktadır. Kuzey Kıbrıs’ı siyasi ve ekonomik bir yapboz tahtası haline getiren Türkiye Hükümetlerinin yapmış olduğu müdahalelere işimize geldiği zaman alkış tuttuk, işimize gelmediği zaman ise eleştiri getirdik. Kuşkusuz bu da bizim en büyük hatamız oldu.
2000’li yılların hemen başında Türkiye’de iktidara gelen AKP hükümeti kuzey Kıbrıs için Türkiye’nin uzun yıllardır sürdürdüğü politikada değişiklik yapmış ve KKTC’de iktidar olan hükümete ve Cumhurbaşkanı Denktaş’a karşı cephe almıştı. Yıllarca TC hükümetlerinin siyasi müdahalelerinden rahatsız olan “sol” partilerimiz, sivil toplum örgütlerinin büyük çoğunluğu ile birçok sendikamız bu müdahalelere adeta alkış tutmuştur. Yıllarca Türkiye ile ilişkilerimizde kişilikli siyaset arzulayan “demokratik” kesimler de siyaseten onay merci olarak “Ana”yı işaret etmiştir. Kuzey Kıbrıs “Sol” ve demokratik kesimlerin 2002’de Annan Planı ile yaşanan süreçte TC ile ilişkiler zemininde yanılsama içerisinde oldukları çok geçmeden ortaya çıkacaktı. “Koşuldan dolayı yanılsamalardan vazgeçme isteği, yanılsamalar gerektiren bir koşuldan vazgeçme isteğidir” der; Karl Marx. Bu bağlamda “Sol”, 2002 ve sonrasında Kıbrıs’ta koşullar değişsin diye büyük bir yanılsama içine girmiştir. Zira Kıbrıs’ta koşulları değiştirmek için iki etnik halkın birlikte hareket etmesi gerekmekteydi. Bu olmayınca da “Ana” ile ilişkiler yeniden aynı zemine oturtulmuştur. Tek bir farkla, 2002 sonrası oluşan bu yeni TC-KKTC ilişki düzeyi AKP hükümetlerinin yeni yaklaşımları nedeniyle siyaset kurumumuzun ve siyasetçilerimizin saygınlığını da ortadan kaldıracaktı.
Rahmetli Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş’ın ölümüne değin “Ana-Yavru” ilişkisi milli duygulardan beslenmekteydi ve Türkiye tarafından neredeyse kutsaldı. Fakat Sayın Denktaş’ın vefatıyla Başbakan Tayip Erdoğan’ın söylemlerinin de Kıbrıslı Türklere karşı oldukça seviyesizleştiği bir dönemin kapısı açılmış olacaktı. Kabul etmek lazım ki, rahmetli Cumhurbaşkanı Sayın Denktaş’ın Türkiye iç siyasetini etkileyecek kadar büyük bir karizması ve Anadolu halkı üzerinde de oldukça güçlü bir etkisi vardı. Sayın Denktaş’tan sonra  “Ana-Yavru” ilişkisinde AKP hükümetlerinin karşısına çıkan siyasetçilerimizin basiretsizliği de Türkiye ile olan ilişkilerin gittikçe seviyesini düşürmüştür. Türkiye Hükümetlerinin her daim kuzey Kıbrıs siyasetini dizayn ettiği ve etme arzusundan vazgeçmediği ortadadır.
Bugün hemen herkes Kuzey Kıbrıs’taki seçmenin değişim istencini ortaya koyduğunu söylemekte ve Türkiye ile ilişkilerin kişilikli bir düzlemde gelişmesini arzulamaktadır. Bu bağlamda ilk olarak Türk hükümetleriyle ilişki için bizim seçtiğimiz siyasetçilerin muhatap alınması ve  TC Yardım Heyeti’nin siyasetçiyi ve siyaset kurumunu by-pass eden yapısının bir an önce ortadan kaldırılması gerekmektedir. Türkiye’nin Siyasi dizayn arzusu ve ekonomik tahakkümü devam ederse çok ciddi sıkıntıların yaşanacağı gerçeği ortadadır. Bu bağlamda toplumun tüm kesimlerine görev düşmektedir. Mevlana’nın en sevdiğim sözlerinden biridir: “Dün geçti gitti, dün gibi, dünün sözü de geçti; bugün yepyeni bir söz söylemek gerek”. Sayın Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın dediği “Yavru Büyümek İster” sözü ile başlayan tartışmalardan umarım herkes olumlu dersler çıkarır. Yazı dizisinin oluşmasında bilgilerini, tecrübelerini cesurca bizlerle paylaşan ve yardımlarını esirgemeyen Sn. Turhan Korun ve Sn. Alpay Durduran’a şahsım ve Poli ailesi adına teşekkür ederim.

DİPNOTLAR
1Aydoğdu, Ahmet, Kıbrıs Türk Seçimleri ve Yönetimleri, BRC Basım ve Matbaacılık LTD, Birinci Baskı, Ankara, Ocak, 2005, Sayfa: 129-140
2 Girne Milli Arşivi, Günaydın Kıbrıs, “Haftanın Yazısı”, 1 Temmuz 1986, S,1-11.
3 Girne Milli Arşivi, Günaydın Kıbrıs, “KKTC Ekonomisi Nasıl Düzlüğe Çıkabilir”, 8 Temmuz 1986, S,5.
4 DP-UG Genel Başkanı Serdar Denktaş’ın Basın Açıklaması, “Anavatan Türkiye İle İlişkiler Boyutuna Gelince” 14 Mayıs 2015, Lefkoşa
GAZETELER
Günaydın Kıbrıs, Evet Mi Hayır Mı, 8-15 Temmuz 1986, Girne Milli Arşivi, Kıbrıs
Günaydın Kıbrıs, “Amigo Birol, Milli Maç Yönetir Gibi Özal’ın Mitingini Yönetti”, 8-15 Temmuz 1986, Girne Milli Arşivi, Kıbrıs
Günaydın Kıbrıs, “Kıbrıs’a Ancak Hilton Oteli Yapabilirim”, 8 Temmuz 1986, Girne Milli Arşivi, Kıbrıs










17 Mayıs 2015 Pazar

ANA KUZUSU III

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
“ANA KUZUSU”
( III )
1985 yılında artık Ana Kuzusu yeni anayasasını onaylamış ve yeni ismi ile ( KKTC) ilk genel seçimlere hazır hale gelmişti. 6 Nisan 1985 tarihinde ilk kez bu seçimlerde % 8 genel barajı uygulamaya konmuştur. Bu yasayla yıllar içerisinde UBP’de yaşanan güç kavgaları sonucu UBP bünyesindeki istifalarla oluşan yeni siyasi partileriyle siyaset sahnesine çıkan birçok politikacının önü kesilmiş oluyordu. 1985 yılı içerisinde Kıbrıslı Türkler 5 Mayıs’ta Anayasayı oylamış, 9 Haziran’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yenilenmesini yaşamış ve en nihayetinde de 23 Haziran’da genel milletvekilliği seçimlerini gerçekleştirmiştir. Bir yıl içerisinde tam üç kez sandık başına giden, seçim yorgunu seçmenin ekonomik durumu ise gittikçe kötüleşmekteydi. İşte bu ortamda seçimden birinci parti olarak çıkan UBP, 24 milletvekili çıkarmış ve 12 milletvekili çıkartan TKP ile koalisyon hükümeti kurmuştur. Siyasi tarihimize I. Eroğlu Hükümeti olarak geçen UBP-TKP koalisyon hükümeti bir yıl içerisinde 11 Ağustos 1986 tarihinde TKP’nin hükümetten çekilmesiyle son bulacaktır.
1980’lerin başından itibaren dünyada yaşanan ekonomik kriz ve “Ana”daki askeri darbe neticesinde oluşan sıkıntılar “Ana Kuzusunu” olumsuz etkileyecekti. Askeri darbenin ardından önce DPT müsteşarı olarak görev yapan Turgut Özal, gerek ekonomik konuları ele alış şekli gerekse de ABD’nin desteğiyle darbe sonrası “demokrasiye” geçişte Başbakan olarak siyaset sahnesinde bir yıldız gibi parlamaya başlayacaktı. Siyasi astronomlar tarafından keşfedilen bu yeni yıldızın kuzey Kıbrıs’ı da aydınlatmaması kaçınılmazdı.
Başbakan Özal, kısa süre zarfında Türkiye’de kapitalist ekonomik bir yapı kurma yolunda hızlı adımlar atacaktı. Bu bağlamda Türkiye’nin ekonomik temelini yeniden kurmaya koyulan Özal, hem bürokrasiyi azaltma ve hem de birçok uzvu işlemez hale gelmiş, verimsiz hantal yapıyı küçültme, sürekli zarar eden devasa boyuttaki kanserleşmiş organizmalar durumuna düşen Kamu İktisadi Teşebbüslerini (KİT) Özelleştirme ve devletin ekonomiden elini çekme gibi hedeflerinin kısa ve çarpıcı bir ifadesi olarak ‘devleti daha işler, daha verimli, daha etkin ve daha güçlü hale getirmek’ manasında söylemiş olduğu siyaset literatürüne geçen o ünlü “devleti küçültme” tabirini kullanacaktır.”1 Özal, Türkiye’nin karanlıktan aydınlığa ancak rekabete dayalı liberal bir ekonomiyle çıkabileceğine inanmıştı. Özal, daha DTP’ye müsteşar olduğu zamanda Özal’ın en büyük destekçilerinden iş insanı Sakıp Sabancı, o dönemde bu durumu ifade için: “Turgut Özal, Plânlamaya gelince sanki bir rüya gördük, bir rüya gerçekleşti. (…) Çok sevdik, çok sevdik, çünkü inim inim inliyorduk. Turgut Özal’ın rüzgârıyla akıllı düşünceler, fikirler geldiği zaman beni etkiliyordu” demekteydi.2 Özal, tüm bu liberal planlamaların gerçekleşmesi için bir ekonomik pakete ihtiyaç olduğunu savunarak iktidara gelmişti. 6 Kasım 1983 Genel Seçimlerinde 211 milletvekiliyle tek başına iktidara gelen Anavatan Partisi (ANAP) Genel Başkanı Turgut Özal, 13 Aralık 1983’de Hükümeti kurduğu andan itibaren Türkiye’yi liberal fikirleriyle şekillendirmeye başlayacaktı. Kuşkusuz “Ana Kuzusu” da bundan nasibini alacak, Özal’ın kuzey Kıbrıs’a bakışı da bu bağlamda olacaktı.
1985 yılında kuzey Kıbrıs’ta iktidarda olan UBP-TKP koalisyon hükümeti Türkiye’deki bu gelişmeler karşısında “Ana Kuzusu”nun daha güçlü bir yapıya kavuşturulması için tabii ki boş durmayacaktı. Tek sorun kuzey Kıbrıs’ta yapılan veya yapılacak her hamlenin “Ana”dan genetik aktarım gibi kopya edilmesinin ciddi sıkıntılar doğuracağı gerçeğiydi. Özal, daha önce Ecevit hükümetinin 1974 sonrası kuzeyde kurdurduğu KİT’lere çağ dışı yapılar olarak bakmakta ve kuzey Kıbrıs için “Prenslerine” bir ekonomik paket hazırlatmaktaydı. Özal’ın ekonomik programına uygun çalışmalar yürütecek ve  “Daha Güçlü Bir Yavruvatan” sloganıyla kuzey Kıbrıs’ı yeniden dizayn edecek olan bir heyet kuzey Kıbrıs’taki UBP-TKP koalisyon hükümetini ziyaret ederek “istişarede” bulunacaktı. İşte bu dönem de TKP Milletvekili olarak parlamentoda yer alan Sayın Alpay Durduran ile yapmış olduğum söyleşide yaşanan ekonomik sıkıntılar ve “Ana”nın yaklaşımları hakkında ortaya koyduğu açıklamalar siyasi tarihimiz açısından ders niteliğindedir: “Bu paket konusu ve paket adı 1980’lerin başlarında kullanılmaya başlandı. Türkiye’de Özal’ın müsteşar olması ve sonrasında başbakan olması nedeniyle bu paket sözünü de o kullanırdı: “Bir ekonomik paket”  derdi. Paket deyimi bizde de kullanılmaya başlandı. Daha önceden de Kıbrıs için genel kararları, uygulamaları, müdahaleleri yok muydu, vardı: Bütün bu KİT’leri kuran, ekonomik rejimin çatısını oluşturan kararlar, hep Türkiye de alındı. Fakat bunun başarısız olduğu ortaya çıktı. Nedeni de; böyle bir ekonomik çatıya karşı olan bir iktidarın bulunmasıydı kuzeyde. Çünkü bu iktidar KİT’lere inanmayan, karma ekonomiye karşı olan, kapitalist bir anlayışa sahipti. Bu yüzden, başarısızlık kaçınılmazdı ve o şekilde oldu. 1981’den sonra bir önemli değişiklik yapılması gerektiğinde, paketin tanımı olarak, paketin bir bütün olması, hepsinin, her unsurunun uygulanması, başarının şartıdır değerlendirmesi yaptık. Bu da genel kabul gördü. Özal’da bu iddiadaydı. Ve dünyada da ekonomik büyük bir kriz vardı. O krizden çıkma çabalarına hep bir paket sözü ile cevap verilirdi. Paket olacak, paket, tüm unsurlarıyla uygulanacak, 6 ay içerisinde krizden çıkarır bir ülkeyi, inancı vardı. Tabii böyle bir paketin tam olması ve tam uygulanması çok önemli bir yönetim disiplini gerektir. Organizasyon gerektirir. Bizde ise böyle bir şey yoktu. TKP-UBP koalisyonu kurulunca, daha önceden Türkiye’nin burada uygulatmaya çalıştığı politikaların derli toplu, bir paket halinde hazırlanmaya başlandığı şeklinde duyumlar aldık. Ama aynı zamanda TKP’de ekonomik tedbirleri içeren bir paket, hazırlanması isteğini ortaya koydu. Ve bu paketi hazırlama görevini alanlardan biri de bendim. Bu paketi hazırladık. Hala daha kopyası bende bulunmaktadır. Bu paketi, bugün de savunurum. Bu paketi hazırladım, partiye verdim. Çünkü benim hükümetle bir ilgim yoktu. Hükümete karşı da soğuktum. Yani hem böyle bir koalisyonun kurulmasına karşıydım. Hem de başarısız olacağına inanıyordum. TKP böyle bir paketi onayladı. Koalisyon ortağına ve hükümete sunulmak üzere hazırladı. Ben, bir bakan değildim. Bakan olmamama rağmen bakanlar kuruluna sunmak üzere beni yolladılar, takdim edeyim ve savunayım diye. Hükümete bu paketi ben sunduğumda, bizim bu konuda bir hazırlığımız yok, onun için bize müsaade edeceksiniz, bizde alternatif görüşümüzü hazırlayalım ve müzakere edelim dediler. Bunun üzerine de UBP, Maliye Bakanlığında bir başka paket hazırlattı. Ve bunu görüşmeye başladık. Bizim hazırladığımız pakette çok radikal tedbirler vardı. Mesela, Türkiye bile faizleri, serbest bırakma baskısı yapıyordu. Biz ise buna karşıydık. Türk lirası milli para olarak kullanılmaktaydı ve biz bu faizlerin serbest bırakılmasına karşı çıktık. Biz bu görüşmeleri ortağımızla yaparken, Türkiye’den bir heyet geldi: Özal’ın gelmesinden önce, Türkiye’deki ekonomi politikasını burada uygulamak için basında “Özal’ın Prensleri” diye bahsedilen, prensleri geldi ve onlarla bu konuları konuştuk. Bu görüşmeleri yapmak için yine partim beni görevlendirdi. Ben, orada bizim paketi savundum. Bana dediler ki, sizin paranız yok, siz para basmaya kalksanız felaket olur. Arjantin’den beter olursunuz dendi. Bu bizim disiplinimize bağlıdır, dedim. Eğer mali politikaları disiplinli bir şekilde sürdürür ve açıklar vermezsek neden olmasın dedim. Böyle bir çöküş olmaz parada dedim. Size kimse para vermedi dedikleri zaman, örneğin bir konuşmamız şöyle oldu: Biz, Avrupa Konseyi Parlamenterler meclisi toplantısına girerken orada şikâyet ettik. Bize kimse bir kuruş para vermiyor tanınmamış olduğumuz için, onun için sıkıntılarımız vardı dedik. Bir daha ki toplantıya bize 200 milyon dolar elektrik santrali maksatlı bir konsültasyon kurarak kredi vermeyi teklif ettiler ve bu Avrupa’nın standartlarında uzun vadeli çok düşük faizli bir krediydi. Hatta bu prensler esprili bir şekilde, biz size elektrik santrali yapalım, siz bize 200 milyon dolar verin dediler. Bize işte böyle teklif de var dedik. Ama arkadaşlarımız reddetti. Neden? Geriye iade edemeyeceyik derlerdi. Ne demek geriye iade edilemeyecek. Elektrik santrali yapılacak, elektriği satacaksın ve topladığın parayla borcunu ödeyemeyeceksen, ne duruyorsun orada hükümet olarak. Bize verilmez diye bir şey yoktur. Biz Türk lirasını milli para olmaktan çıkartalım, serbestçe diğer dövizler gibi Türk Lirası’da sizin dediğiniz gibi istediği gibi dalgalansın. Faizleri serbest bırakın deyinceler, biz buna karşıyız dedik. Bir tavanı korumak istiyoruz dedik. Biz bunları görüştük. Ve hatta bize; siz bizim önerilerimizi kabul edin, size bir liman yapalım ve alternatif bir hava alanı yapalım dediler. Yani bir tür rüşvet teklif ettiler. Dedik ki hayır, biz bu önerileri savunuyoruz. Daha birçok madde vardı böyle. Sonunda bu müzakereler tamamlanmadan Sayın Özal geldi, elinde paket; ya bunu kabul edersiniz ya da alternatifiniz bulunur dedi.”3  
Sayın Alpay Durduran ile yapmış olduğum söyleşide karşımda gerçek bir yurtsever, bilgili ve donanımlı bir politikacı gördüm. Son yıllarda TC Hükümet yetkililerince, Kıbrıslı Türklerin zaman zaman besleme, zaman zaman da beceriksizlikle itham edildiğini gördük. Sayın Durduran ile yaptığım sohbet sırasında bana “Koçi Bey Risalesi”nden bahsetmesi beni oldukça etkiledi. Bunu yazmadan geçemezdim. Lisans eğitimimin Tarih üzerine olmasından ötürü Koçi Bey Risalesini okumuştum. Fakat birçok aktif siyasetçinin bilgi eksikliği düşünüldüğünde bu kadar değerli bir insanın ülke gençlerine vereceği çok değerli siyasi bilgi ve katkılar olduğunu söylemeden edemezdim. Sayın Alpay Durduran’ın bu ülkenin olumsuz şartlarına ve çıkmazlarına karşın bu topraklarda yetişmiş çok değerli insanlarımızdan biri olduğu bir gerçektir. 28 Haziran 1981’de TKP’nin genel başkanı olan Alpay Durduran milletvekilliği seçimleri sonucunda muhalefetin iktidara gelebileceği bir aritmetikte kendisine Cumhurbaşkanı Denktaş’ın hükümeti kurma görevini vermediği dönemi ve TC’nin buradaki tahakkümü hakkında bakın ne demektedir: “1981 seçimleri sonucunda 40 sandalyeli meclisteki tablo; UBP 18, TKP 13, CTP 6, DHP (Demokratik Halk Partisi) 2 ve TBP’de (Türk Birlik Partisi) 1 olmak üzere şekillenmişti. Nihayetinde, muhalefet iktidara gelebilirdi. Türkiye’den Başbakan Bülend Ulusu’nun müsteşarı gelmişti. TC Elçiliğinde toplandık. Orada Kolordu Komutanlığı yapmış Faik Güneri Paşa’da vardı. Bize dediler ki; Biz yanlış yaptık. Böyle bir şeye karışmamamız lazımdı. Seçimde hangi parti çıkarsa milletvekili de olur, hükümete de gelebilir. Artık buna itirazımız yoktur. Değiştirdik politikayı dediler. Dedik ki UBP ile hükümet kurmak istemeyik ve falan filan diye konuşuruk, nedeni şudur budur diye anlattık. Bize dediler ki, ama niçin korkarsınız bu işten? Ne yapmak istiyorsunuz da UBP bizimle beraber karşınıza çıkacak ve başarısız olacaksınız dersiniz. Anlat bize dediler. Biz de yapmak istediğimizi anlattık kendilerine. Anlatınca, baktılar bizim işimiz ciddi. Biz bu memleketi yönetmek istiyoruz, hükümetin yetkileri ne ise o yetkileri kullanmak istiyoruz biz. Bunu görünceler ne hale geldiler; hem dedi parayı vereceyiz hem de düdük çalmayacak mıyız yani. Ben de lütfen dedim, ben sizden para istemedim. Biz sizden para istemiyoruz. Lütfen bize yardım yapmayın. Çünkü Kıbrıs’taki kilometre kareye düşen yatırım sermayesi Türkiye’nin ortalamasından yüksektir. Biz sizden daha iyi durumdayık. Ve siz bize yardım yapacaksınız! Bizim tek bir sorunumuz vardır, biz borçlanamayız. Uluslararası tanınmışlığımız olmadığı için uluslararası bir yerden bir kredi alamayık. Elektrik santrali Rum tarafında, oda bize diyor ki; benim imkânım kalmadı, size daha fazla elektrik veremeyeceğiz. Onun için bir santrale ihtiyacımız var, dedik. Bir santral için destek istiyoruz. Ya siz bize kefil olun borç alalım ya da siz bize borç verin veyahut da bağış yapın, bu elektrik santrali kurulsun, dedim. Ve lütfen bize yardım yapmayın dedim. Böylelikle, UBP ile koalisyon teklifleri de ortadan kalktı ve UBP tüm tekliflerimizi de ret ederek entrikalara başladı. Yani senin yardım almamanı istemez ya Türkiye, yardım almanı ister. Bağımlı olmanı ister…”4
Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye’nin siyasi ve ekonomik müdahaleleri günümüze değin devam etmiş ve bunun sonucunda da bugünlere gelinmiştir. Haftaya TC Yardım Heyeti’nin yapısı bağlamında “Ana-Yavru” ilişkisini ele alacağız…

DİPNOTLAR
1. Mehmet Ali BİRAND ve Soner YALÇIN, The Özal, Bir Davanın Öyküsü, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2001, Sayfa 331-340 ve 386’dan naklen http://eprints.sdu.edu.tr/585/1/TS00669.pdf
2 Mehmet Ali BİRAND ve Soner YALÇIN, The Özal, Bir Davanın Öyküsü, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2001, Sayfa. 35-37.’den naklen http://eprints.sdu.edu.tr/585/1/TS00669.pdf
3-4Alpay Durduran ile yapılan söyleşi, 5 Mayıs 2015, Lefkoşa,
Gazeteler
Günaydın Kıbrıs, Özal Korkusu, 1-8 Temmuz 1986, Girne Milli Arşivi, Kıbrıs
Günaydın Kıbrıs, “Hoş Geldiniz, Daha Güçlü Yavruvatan İçin”, 1-8 Temmuz 1986, Gi





10 Mayıs 2015 Pazar

ANA KUZUSU II

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
“ANA KUZUSU”
( II )
Kıbrıs’ın kuzeyinde 1974 öncesi siyasi yapıda belirleyici olanlar,  bayraktarlık – elçilik ve Denktaş üçlüsüdür. Bu üçlü yapı, Kıbrıslı Türklerin yönetim kadrolarını belirler ve onay için Türkiye’ye yollardı. Türkiye’den onay gelince yönetici listesi açıklanırdı. Bu üçlü yapıda, 1974 öncesi Bayraktarlığının her zaman teşkilattan birinin de yönetimde olması gerektiği konusunda ısrarcı olduğu bilinmektedir. Örneğin, Geçici Türk Yönetimi (1967-1970) oluşturulduğu zaman Bayraktarlığın talebiyle serdarlık görevi yapan Erol Kazım, Bayındırlık ve Ulaştırma İşleri üyesi olarak atanmıştı. Erol Kazım, teşkilattan (TMT) biriydi ve yönetimde olmalıydı. Dr. Turhan Korun o günleri şöyle anlatıyor:  “Bu işler o kadar ayağa düştüydü ki yönetimde değişiklik olacağında dedikodu mealinde şu kişiyi elçilik-bayraktarlık istemez derlerdi ve hakikaten o kişi olamazdı.”1
1974’den sonraki dönemde Türkiye ile ilişkiler konusu şekil değiştirmiş fakat Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs üzerindeki kontrolü daha da artmıştır. Zira bu kez de kuzeyin yeniden yapılandırılması ve ekonomik olarak planlanması gündeme gelmiştir. Henüz Ercan Hava Alanı yokken Türkiye’den siyasi veya askeri biri geleceğinde askeri helikopterle ulaşım sağlanmaktaydı. Bu helikopterlerden birinden inen Ziya Müezzinoğlu kuzey Kıbrıs’taki ilk ekonomik yapılanmanın mimarı olacaktı.
1974 tarihinde Türkiye’de iktidarda olan Bülent Ecevit, seçim vaatlerinde; İskandinav modeli, Finlandiya modeli diyerek örnek gösterdiği toprak reformunu ve devletçi bir modeli Türk seçmenlere sunuyordu. “Su kullananın, toprak işleyenin”  sloganını ile seçimleri kazanan Karaoğlan, Türkiye’de hedeflediği ekonomik programı kuzey Kıbrıs’ta da uygulamak istemiştir.
Ecevit’in kuzey Kıbrıs’ta uygulamak istediği devletçi modelin hayat bulması için adaya yolladığı kişi, 1972’de maliye bakanlığı da yapmış olan Ziya Müezzinoğlu’dur. Ziya Müezzinoğlu, o dönem Ecevit’in ekonomik akıllarından biri olarak kabul edilen deneyimli bir bürokrattı. Türkiye 1974’e değin Kıbrıs ile ilgili işleri Ankara’da kurulan KİPİK adı verilen TC –Dış işlerine bağlı bir komite tarafından idare ederdi. Türkiye’deki 1974’e kadar olan Kıbrıs ile ilgili bu yapılanma hakkında deneyimli yazar Dr. Turhan Korun şöyle demektedir: “Bu komitede başlangıçta genelkurmay ve dış işleri vardı. Daha sonra her bakanlıktan bir bürokratın da dâhil olduğu söylenirdi. Daha ziyade bunların dediği olurdu. Fakat çoğu zaman Türkiye bürokratları ve askerlerden oluşurdu ve Kıbrıs ile ilgili günlük işleri bu komite takip ederdi. Başbakana ve Genelkurmaya bilgi verirlerdi. Kuzeydeki idareciler ise burada aylığı çeker ve günlük işleri götürürlerdi. Türkiye’deki bu komite de Kıbrıs’ın kuzeyi için Master Planı yapardı. Bu yapı, 1974 harekâtı sonrası yerini doğrudan doğruya TC Başbakanlığına bağlı, Ziya Müezzinoğlu başkanlığındaki bir komiteye bıraktı.
Bu nedenle, Ziya Müezzinoğlu zaman zaman Kıbrıs’a ziyaretler gerçekleştirip toplantılar düzenlerdi. Bu amaçla 1975’de kurulan K.T.F.D’nin ilk bakanlar kuruluna Türkiye’nin büyük desteğiyle Alper Orhon, Planlama ve Koordinasyon Bakanı olarak atanmıştır. Ziya Müezzinoğlu ile Alper Orhon özellikle teşriki mesai yapardı. Hatta o günlerde Kıbrıs’ta askerlik görevini yapan Yalçın Küçük’te bir müddet bu toplantılara katıldı. O sıralarda planlama dairesi başkanı Hilmi Refik’de bu planlamalara katılırdı. Yapılan çalışmalarda Rum’dan kalan fabrikalar ve mallar toplandı. Daha doğrusu, ganimetten kurtulanlar deylim. Ve örneğin Sanayi Holding, Cypfurvex, Zeyko, Turizm işletmeleri, Tütün İşletmeleri,  TAŞEL, Denizcilik İşletmeleri yani bildiğimiz KİT’ler kuruldu. Bu planlamalar yapılırken Alper Orhon Türkiye’den ciddi forsu olan bir kişiydi. O dönem Denktaş perde gerisine itildiydi. Hatta Alper Orhon Denktaş’ın sarayında makam odası almıştı.”
Birkaç yıl önce Mete Tümerkan’ın eski Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı görevi de yapmış olan Hasan Özbaflı ile yaptığı röportajda, Dr. Turhan Korun’un anlattıklarına paralel olarak Özbaflı şöyle diyordu: “… harekâttan sonra biz ve Ziya Müezzinoğlu burada yönetimi ele aldık. Bunu kimse bilmez ve bunlar tarihi gerçeklerdir. 1974’ten sonra burada tam bir yönetim boşluğu vardı. Rauf Bey ile Türkiye’den buraya yönetici olarak gelen arkadaşlar bazı konularda çelişkiler içerisine düşmüştü. Daha sonra Alper Orhon’u getirdiler. Ve onu çok etkili ve yetkili bir şekilde hükümete aldılar. Planlama ve Koordinasyon Bakanlığı diye bir bakanlık kuruldu. Bir bakıma eski yönetim gölgede kalmıştı. Bakın Erdal Andız sağ… Erdal Andız Saray Otel Müdürü’ydü. Saray Otel’in bodrumunu biz karargâh yapmıştık. Sabahlara kadar 3’lere, 4’lere kadar Ziya Müezzinoğlu ile biz Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik yaşamının stratejisini çiziyorduk. Mesela Sanayi Holding’i orada kurduk.  Bir kere hükümet yok. Bir tek Türkiye’den gelen Ziya Müezzinoğlu koordinasyon kurulu başkanı olarak burada. Ziya Müezzinoğlu toplum içerisinde sivrilmiş gençleri ve örgüt yöneticilerini özellikle, bir bakıma toplumu temsil nosyonu olan gençleri etrafına topladı. “Sanayi Holding’i biz kurduk” Ben vardım, Kamil Nuri vardı, Erdal Andız vardı, Zübeyir Ağaoğlu vardı… Daha bir sürü arkadaş vardı ama şu anda hatırlamıyorum. Erdal Andız daha iyi hatırlar. Bütün kararlar Saray Otel’in bodrumunda alındı. Ne olacak o fabrikalar dedik… Ben sanayiden geldiğim için dedik ki her gruptan işte plastik var, gıda var, elektrik var vs. bu üretimleri ayrı gruplarda toplayalım ve bunları da birleştiren bir holding yapalım adı Sanayi Holding olsun. Bu şekilde bölümler halinde yönetilsin. Ziya Müezzinoğlu uygun buldu ve Sanayi Holding bu şekilde kuruldu.2 Anlaşıldığı üzere Ziya Müezzinoğlu Saray Otel’de yaptığı çeşitli toplantılarla KİT’lerin kurulmasını ve kuzeydeki ekonomik yapının oluşturulmasını sağlamıştır. Daha sonraki yıllarda daha sosyalist bir kişi olarak bilinen eski işçi partili Niyazi Arenaslı’da Kıbrıs’a gelmiş ve o da bu ekonomik yapılanma için komünizmin alt yapısı gibi tanımlar dahi kullanılmıştır.  

Dr. Turhan Korun’un anlattıkları ise işin iç yüzünü daha net ortaya koymaktaydı:  “Bu yapılanma işleri devam ederken bazı problemler ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, Denktaş yurtdışına gittiğinde, Alper Orhon gider Denktaş’ın makamına otururdu. Benim idareci, benim sorumlu derdi.  Öte yandan ise Meclis Başkanı Necdet Üner de gelir kavga çıkarırdı. Ben Meclis Başkan’ıyım diye.
Bu sıralarda, Alper Orhon çok ciddi Türkiye desteğine sahip olduğu için Planlama Ve Koordinasyon Bakanı olduğundan ötürü, örneğin Yenişehir’deki evleri numaraladı ve buraya kimse oturmayacak dediydi. Tabii bundan daha sonra geri adım atıldı. Alper’in zayıf bir yanı vardı. Bütün gün uyur, gece gelir çalışırdı. Ama benim bildiğim kadarıyla Kooparatif Merkez Bankasının durumunu ele aldıydı. Nedir durumumuz, falan diye. Orhon zamanında Kıbrıs lirası 36 Türk Lirasına sabitlendi. Türk parasına geçildi. Kıbrıs lirası tedahülden kalktı. Esasında bir Kıbrıs Lirası 32 liraydı. Fakat çok hır gür çıkmasın diye bir Kıbrıs Lirasını 36 Türk Lirası olarak sabitlediler. Örneğin bankada Kıbrıs Lirası birikimi olanlar bir anda zarara uğradı. Hatta İngiliz üstlerinde çalışan ve maaşlarını Kıbrıs Lirası olarak alan Kıbrıslı Türkler de bu işten zarar görmüştür.
TC ile koordinasyonu sağlayan ve Denktaş’ın perde gerisine itilmesine sebep olan Alper Orhon bir müddet sonra askerle de takışmaya başladı. Dr. Turhan Korun o günlerde yaşanan olayları şöyle anlatmaktadır: “ Alper esasında bir oyuna getirildi: Saray Otel de bir arkadaş grubu ile sohbet edip içerken; ‘Bayraktarlığı da kapatacağım, Bayraktara da böyle yapacağım’ gibi tabirler kullandığı söylendi ve o gece orada masada olan Hürriyet Gazetesi’nden bir gazeteci bunu yazınca bu söylentiler yayıldı ve Alper’i görevden aldılar. Böylelikle Alper Orhon devri son buldu. Bu bir komploydu. Kıbrıslılar ve Hürriyet muhabiri bu işi tertipledi.” 3
Alper Orhon döneminde; TC Büyük Elçiliği ve Genel Kurmay birlikte kuzeydeki kontrolü sağlardı. Elçilik, Resmi Ordu ve Bayraktarlık kuzey Kıbrıs’ı yönetirdi. Bu yapılanmaya karşı Kıbrıslı Türklerden kimse ciddi boyutta tepki ortaya koyamamış/ koymamıştır.  Bu konu da ilk kez Federe Mecliste konuşma yapan Burhan Nalbantoğlu’dur. TMT’nin lav edilmesi gerekir diyen, TMT görevini yapmıştır diyen Burhan Nalbantoğlu’dur. 1976’da güvenlik kuvvetleri kurulana kadar bu yönetsel yapı devam etmiştir.
Görüldüğü üzere, Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik zemini oluşturulurken Türkiye’nin ekonomik programı uygulanmıştır. Bu bağlamda 1974’den sonra TC ‘den gelen göçmenlere, Ecevit’in “Toprak Reformu” olarak değerlendirdiği politikalar neticesinde Rum malları ve toprakları dağıtılmıştır. Burada ana politik etmen olarak Kıbrıslı Türkler yerine Ecevit hükümetinin uygulamaları ön plana çıkmaktadır. 1980 askeri darbesinden sonra iktidara gelen Turgut Özal Türkiye’de liberal politikalar izlemeye başlar. Özal, Kıbrıs’a baktığında, içine kapanık kendi liberal uygulamalarına ters düşen bir yapının kuzeyde hâkim olduğuna kanaat getirir. Özal, Türkiye’de tavsiye ettiği yapının “yavrusu” gibi gördü kuzey Kıbrıs’ı da kendi politikaları doğrultusunda şekillendirmeye çalışacaktır.
Alper Orhon’dan sonraki dönemde,  Ziya Müezzinoğlu başkanlığında organize edilen ekonomik yapıda ortaya çıkan KİT’ler, yavaş yavaş elden çıkartıldı. Özal dönemi ve sonrası buralar daha verimli olacağından dolayı özelleştirilmeye tabi tutulmadı. Adeta yağmalandı ve kuzeydeki egemen olan liderliğin eliyle yandaşlara peşkeş çekildi. Örneğin Rum’dan kalan fabrikalar içerisinde çalışır durumdaki makinelerle birlikte yandaşlara dağıtıldı. Fakat buralar değişik amaçlar için kullanıldı ve heba edildi. Zaman içerisinde kapatılan KİT’lerin Özal’ın öngördüğü liberal anlamıyla zarar ediyor olduğundan değil yağmalama düzenine ve tanıdık eş dosta peşkeş çekilmesi sonucu kapatıldığı ortaya çıkmaktadır.  Esasında Kıbrıslı Türkler KİT’ler kurulduktan sonra buralara sahip çıkmış ve bir ekonomik hareket başlamıştır. Fakat o günlerin egemenleri KİT’lere inanmayan ve Rum’dan kalan mallara, fabrikalara gözünü dikmiş yağmacı bir zihniyetle buraları kapatılıp, ona buna peşkeş çekilmeye devam etmişlerdir.   
Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulduktan sonra yeni anayasa çerçevesinde kabine oluşturuldu. Yine Türkiye ile ilişkiler Ana ve Kuzusu bağlamında devam etmiştir. Bu ilişkiyi “istişare” kelimesiyle geçiştirmek mümkün değildir. Zira kuzey Kıbrıs’taki kabinenin liste halinde “Anavatan”a sunulması ve siyasi onay merci olarak görülmesi durumu devam ettirilmiştir.
Federe Devleti kurulduktan sonra ilk başbakan Nejat Konuk olmuştur. Rauf Denktaş ile ilk zamanlar arası iyi olan Başbakan Konuk’un daha sonra arası açılmıştır. Bu olayın sebebi olarak halk arasında konuşulan, UBP milletvekili Raif Denktaş’ın mecliste başbakanı eleştirmesiyle başlayan tartışmalar yönündeydi. Nejat Konuk, bu olaydan kısa süre sonra sağlık sorunlarını öne sürerek hem Başbakanlık görevinden hem de UBP başkanlığından affını isteyecekti. Dr. Turhan Korun o günlerde bu konu ile ilgili siyasi kulislerde olup biteni şöyle anlatmaktadır: “Nejat Konuk’u ansızın siyasi kulislerde hasta ilan ettiler. Konuk’un evhamlı bir yapısı vardı.  Kalp rahatsızlığı var dendi. O sıralarda ne hikmetse Türkiye’den bir grup profesör doktor geldi. Cerrahpaşa’dan gelen doktorlar, Dr. Kaya Bekiroğlu’nun arkadaşlarıydı. Bu profesörlere Nejat konuk’u kontrol ettirdiler. Ve dediler ki sen bu işi yapma sana zararlıdır. Ve böylelikle Nejat Konuk istifa etmiştir.”4 UBP içerisindeki güç kavgaları sonucunda Nejat Konuk bu yöntemle siyasi arenadan uzaklaştırılmıştır. Daha sonra Osman Örek hükümeti kurulmuş, fakat çok geçmeden UBP içerisindeki siyasi rekabet onun da istifa etmesine yol açmıştır. Türkiye’nin etkin şekilde ekonomik ve siyasi etmen olarak kuzeyde hakimiyetini sürdürdüğü sırada iktidarsız iktidarın kendi arasında fikir değil güç paylaşımı konusundaki kavgaları Kıbrıslı Türklere ileriki yıllarda çok pahalıya patlayacaktır. Türkiye’nin onayı alınmadan kabinenin bile değiştirilemediği bu dönemde “Ana-Yavru” ilişkisi kuzeyde makam sahibi olmak için olmazsa olmaz bir hal almıştır. Osman Örek’i istifaya götüren olayın iç yüzünü o zaman Kıbrıs Türk Kültür Derneği üyesi olan Dr. Turhan Korun şöyle aktarmaktadır: “ Osman Örek’in başına büyük bir talihsizlik gelmişti. İstanbul Kıbrıs Türk Derneği’nin bir gecesi olurdu her yıl, Osman Örek, İstanbul’da bu geceye davetli olarak katılmıştı. İşte o geceye Kıbrıs’tan Osman Örek Hellim götürdü dendi ve gazetelere “Hellim Partisi” diye haberler çıkmıştı. Bunun üzerine Örek, istifa etmişti.”5 Osman Örek ise istifa gerekçesini UBP içerisindeki parti içi disiplinsizlik, uyumsuzluk ve çelişkiler olarak göstermiştir. 6 Osman Örek’in istifasından sonra yeni kabine gündeme gelmiş ve o dönem Turizm ve Tanıtma Bakanı olan Vedat Çelik’in ismi öne çıkmıştı. Halk arasındaki söylenti Vedat Çelik’in Denktaş’a yakınlığı nedeniyle Başbakan olacağı yönündeydi. 12 Aralık 1978’de yeni kabine açıklandığında ise halkın tahmininin tersine Vedat Çelik kabine’de yoktu.
Dr. Turhan Korun’un bizzat şahit olduğu bu olay ile ilgili anısı TC ile ilişkilerin hangi düzlemde götürüldüğü konusunda oldukça önemlidir. Dr. Turhan Korun, o günlerdeki bu gelişmeleri şöyle anlatmaktadır: “O günlerde Saray Otel’de akşamüzeri ticaret odasının bir resepsiyonu vardı. Biz de Kültür Ocağının üyeleri olarak resepsiyona ortalarına doğru katıldık. Baktık orada herkes Vedat Çelik’i Başbakan olarak tebrik ediyordu. Ertesi gün gazetelere baktığımızda Mustafa Çağatay başbakan, Vedat Çelik ise kabine de yoktu. Lefkoşa kulislerinde o günlerde bu olay için konuşulan, Vedat Çelik’in ismini Türkiye’nin çizdiği yönündeydi. Yani Kuzey Kıbrıs’tan yeni kabinenin listesi Türkiye’ye gönderilmişti ve son tahlilde Türkiye Vedat Çelik’in isminin üzerini çizmişti. Başbakan olarak Mustafa Çağatay’da karar kılınmıştı. Türkiye’den onay alınarak açıklanan kabine’de isminin üzeri çizilen Vedat Çelik ile ilgili aradan yıllar geçtikten sonra; Denktaş, Boğaz’daki bir restoranda bir kısım arkadaşını yemeğe davet etmişti. Bu yemekte ben de vardım. Ve o akşam ki yemekte Nejat Konuk da davetliydi. Benim bildiğim, yıllar sonra Denktaş ve Konuk ilk kez burada bir araya gelmişti. Ben yemeğin ortasına doğru bir vesile yaratarak, bu Vedat Çelik başbakan olarak yazılmış Türkiye’ye dedim, ama Türkiye’de isminin üstünü çizilmişler ve Çağatay öyle olmuş Başbakan, dedim. Ben bu cümleyi sarf etiğimde Nejat Konuk ‘sen nerden bilin?’ dedi. Ben istediğim cevabı almış oldum. Fakat Denktaş da konuya katılarak doktorun söylediği doğrudur dedi. Yani benim bilgiyi onayladı. Aslında Vedat Çelik’in Türkiye’den onay almamasının sebeplerinden biri de o sıralar Hürriyet gazetesinde Vedat Çelik hakkında oldukça övgü dolu yazılar, haberler çıkmaya başladıydı. Böyle dışişleri, savunma bakanı görülmedi, böyle Turizm ve Tanıtma bakanı görülmedi, aslan, kaplan diye övgüler vardı.  Dikkatli okuyucu hemen bunun Vedat Çelik tarafından yazdırıldığını anlardı. Yani başbakan olmak için zemin hazırlardı. Fakat son tahlilde Türkiye bu işi engellemişti.”7
Halk arasında bu olaydan sonra Vedat Çelik’in bakanlık döneminde, Araplara koyun, kuzu pazarladığı ve kendi ticari çıkarlarını ön plana çıkardığı yönünde dedikodu yayılmaktaydı. Tüm bu dedikodular bir yana konumuz açısından bakıldığında kuzey Kıbrıs’ın siyasi şekillenişi ve ekonomik yapılanmasında Türkiye’nin her zaman müdahil olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Mustafa Çağatay’da başbakan olduktan sonra da Denktaş ile arasında tartışma yaşandı. Zira Başbakan Mustafa Çağatay, KKTC kurulurken Federe Devlet anayasasının devamından yanaydı. Fakat Denktaş bunu istemiyordu. Çünkü o günkü anayasaya göre Denktaş ikinci kez Başkan olduğu için üçüncü kez Başkan olması mümkün değildi. Bu nedenle de Çağatay da istifa edecekti. İşte Türkiye’de Turgut Özal’ın Başbakan olduğu döneme girilirken kuzey Kıbrıs’ın siyasi ve ekonomik dizaynı böyleydi. Özal Başbakan olduğu sırada KKTC ilan edilmişti. Türkiye’nin inisiyatifi dışında gelişen bu olaydan ötürü Turgut Özal, Rauf Denktaş’a oldukça kızgındı.
Gelecek hafta kuzey Kıbrıs’ın Türkiye ile ilişkileri bağlamında ekonomik yapımızın Türkiye tarafından nasıl şekillendirildiğini ve nasıl yap boz tahtası haline getirildiğimizi, Özal dönemiyle birlikte ele alacağız. Kıbrıs’ın yetiştirdiği gerçek bir yurtsever olan deneyimli politikacı Alpay Durduran ile Özal dönemini ve Türkiye – kuzey Kıbrıs ilişkilerini değerlendireceğiz. Belki de ilk kez Kıbrıslı Türklerin 1986’da “Özal Paketi” olarak bilinen ekonomik paketin gündeme gelmesinden önce bizzat Alpay Durduran’ın çalışmasıyla kendi ekonomik tedbirler paketimizin nasıl hayat bulmadığını ve ilk kez kendimizin ürettiği bir ekonomik yapılanma fırsatının nasıl yitirildiğini birlikte göreceğiz…


DİPNOTLAR
1-3-4-5-7 Dr. Turhan Korun ile yapılan söyleşi, 6 Mayıs 2015, Lefkoşa
6 Fevzioğlu, Bülent, “Kıraathane-i Osmaniden, Cumhuriyet Meclisine (1886-1996) Olaylar ve Seçimler/Seçilenler”, TBMM-KKTC Cumhuriyet Meclisi Ortak Yayını, S: 75
*Resimler, Girne Milli Arşivi, 2015.
** Girne Milli Arşivi, İşçi Postası, 15/04/1981, Yıl:1, Sayı:46, Sayfa:1