11 Kasım 2012 Pazar

BEN KATİLİM, YA SİZ?



Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

BEN KATİLİM, YA SİZ?

Ülkemizin Kuzeyindeki yapıda siyaset ve gerçek arasındaki bağlantı kopmuş durumdadır. Ülkemizin kuzey yarısına hâkim olan düzende, yaşanan onca soruna karşılık düzenin yöneticileri olduğunu iddia edenler; siyasi istikrar, ekonomik istikrar ve refahın arttığı yönünde beyanlar vermektedirler. Toplum ise muhalefet (Siyasi Partiler, Sendikalar, Sivil Toplum Örgütleri NP) tarafından uyuyan güzel olarak tanımlanmaktadır. Siyasetçi ile toplum arasındaki bu iletişim sorununun bu noktaya nasıl geldiğine, siyasetin nasıl işlevsiz kaldığına, siyaseti kimin katlettiğine yönelik tekrardan düşünmeden önce bazı temel kavramları siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlükte, siyaset; “Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış” olarak tanımlamıştır.1 En iyi siyasal örgütlenme biçimi nedir? Devletin varlığı bir zorunluluk mudur? Siyasal Otoriteye itaat nasıl meşrulaştırılabilir? Adalet nedir, nasıl gerçekleştirilebilir? Sosyal adalet diye bir şey var mıdır? Özgürlük nedir? Bireysel özgürlüklerin sınırları nelerdir? Bu ve benzeri sorular, toplum halinde yaşamın başladığı günden itibaren insanoğlunun kafasını kurcalayan sorular olmuştur. Bu sorulara sistematik cevap bulma uğraşısı, siyaset felsefesinin özünü oluşturmaktadır. Aristo, siyaseti; insan mutluluğunu geliştirme sanatı, Platon ise; insanları rızaları ile yönetme sanatı olarak tanımlamaktadır.
İstikrar (stability) kavramının kelime anlamı aynı kararda, biçimde sürme, kararlılık demektir.2 Buna bağlı olarak da istikrarsızlık; istikrarsız olma durumu, dengesizlik, kararsızlık anlamına gelmektedir.  Ekonomik istikrar, genel ekonomik faaliyetlerde daralma ve aşırı genişleme gibi bir dalgalanmanın görülmemesini ifade eder. Ekonomik istikrarsızlık ise, bir ekonomide toplam arzla talep, yatırımla tasarruf, ihracatla ithalat, vergi ile kamu harcamaları gibi makro ekonomik büyüklerin dengede olmadığı bir durumu yansıtmaktadır. Kısaca Ekonomik İstikrarı; “Ekonomideki gelişmelerin, beklenen ve istenen seviyede devam etmesidir”  şeklinde tanımlayabiliriz. 3
Siyasi istikrarsızlık kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için önce birkaç önemli konunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bunlardan birincisi, ülkedeki yönetimin demokratik ya da anti-demokratik olup olmadığıdır. Çünkü demokratik ve anti-demokratik rejimlerin istikrar anlayışı birbirinden farklıdır. “Anti-demokratik rejimlerde istikrar genellikle hükümranlık makamının aynı kişi tarafından işgal edilmesine dayanır. Yani istikrar kişiye bağlıdır. Kişinin çekilmesi, ölmesi, devrilmesi istikrarsızlığa neden olur. Oysa, demokraside istikrar kişilere değil belirli vasıflara sahip kuralların varlığına ve bu kuralların düzenli biçimde uygulanmasına dayanır. İşte sık sık sözü edilen “demokrasinin kurallara dayalı bir Rejim” olması, gerçekte budur. Dolayısıyla, demokratik sistemde istikrarın korunması bir kişinin bir makamda bir devre daha tutulmasıyla sağlanamaz. Eğer bu istikrarsa, o zaman aynı kişiyi ölene kadar orada oturtmak sisteme daha büyük bir istikrar sağlayacaktır!  İstikrar, kurallara uyulması, kuralların işletilmesidir.4 Bir ülkede siyasi istikrarsızlığın göstergeleri şunlardır: Hükümet karşıtı gösteriler, Suikastlar, Kabine değişiklikleri, Soykırım katliamları, Anayasal değişiklikler, Darbeler, Devrimler (başarılı veya başarısız), Ayaklanmalar, Sınır savaşları, Sivil savaşlar, Temizlikler (Muhalefeti yok etme). Yukarıda sayılan istikrarsızlık kaynakları ülkeden ülkeye farklılık göstermekle ve daha çok demokrasinin tartışma konusu olduğu toplumlarda görülmektedir. 5 Demokrasinin olduğu ülkelerde ise siyasi istikrarsızlık şu başlıklar altında toplanır: “Parlamentonun kutuplaşması,  Koalisyon hükümetleri, Seçmenlerin kararsızlığı ve partizan seçmenin düşkünlüğü (Seçmenin dönekliği), Seçimlerin idaresi zamanlaması (seçim sonuçlarının belirsizliği)”.6
Yukarıda verilen temel kavramlar ışığında ülkemizin kuzeyinde, Ekonomik İstikrar, Siyasi İstikrar olup olmadığını siz değerli okuyucuların takdirine bırakıyorum. Burada esas üzerinde durmamız gereken siyasetin sorunlara çare üretemez konuma nasıl geldiğidir. Ülkemizin kuzeyinde siyaset ölmüştür. Peki ama bu noktaya nasıl gelinmiştir? Bu cinayetin suçluları kimlerdir? Hiç kuşku yok ki birçok insanımız hemen siyasetçileri suçlayacaktır. Bu tespit kısmen doğrudur da. Ya azmettiriciler ne olacak, onlar suçsuz mu? En az onlar kadar suçludurlar/suçluyuz. Demokrasilerde siyaseti katledenleri, seçmenler sandıkta yargılar ve mahkûm eder. Fakat bizde yargılamayı bir kenara bırakın tekrar tekrar siyaseti katlettiğini söylediğimiz katillerin eline yönetme silahını veriyoruz. Onlar da aslında talebe karşılık isteneni yapıyor. Siyasetin öldürülmesinde azmettirici bir görev üstlenen toplumumuzun nasıl bir sisteme alışık olduğuna bakalım: ABD’ de 19. yüzyılda uygulanan “Spoils system” ülkemizin kuzeyinde oluşan sisteme güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bu sistemde, her seçim sonucu, memurlar yerlerini, seçimi kazanan siyasal partinin memurlarına bırakmaktadır. “Ganimet Sistemi” olarak adlandırılabilecek bu sistemde, memuriyet siyasal iktidarın siyasal yandaşlarına dağıttığı bir ganimet olarak düşünülmekteydi. 1831 yılında ABD’ de New York Senatörü William C.Marcy’nin senatoda söylediği “Siyasi savaşta yenilenler görevlerinden çekilmelidir; ganimet, savaşı kazananın hakkıdır.” Sözü ganimet sisteminin esasını ortaya koymaktadır: Ganimet sistemi, kısaca memurlukların liyakat ve eşitlik ilkelerine dayalı olmaksızın siyasal iktidara destek olan ve yardım sağlayan kimselere bir ödül olarak dağıtılması sistemidir. 1881 yılında seçimi kazanan parti için çok çalışmış olduğundan, ganimet sistemi gereği ödüllenmeye hakkı olduğuna inanan ve bu yüzden iyi bir idari görev bekleyen, fakat bunu elde edemeyen biri, kızgınlıkla ABD Başkanını öldürmüştür. Bu sistemde siyasetin işlevi temel kavramından çok uzak görünmektedir. Buradaki siyaset anlayışı sorunlara çözüm bulmak bir yana her icraatıyla yeni sorunlar doğurmaktadır.
 Bu sistemi içselleştirmiş halkımızın nasıl bir özyapıya (karakter NP) sahip olduğu noktasına gelince, Erich From’un “Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum” adlı eserinde ortaya koyduğu Ağızcıl-Alıcı özyapı (karakter NP) tanımına bakalım; “ tüm iyiliklerin kaynağının dış dünya olduğunu hisseder ve istediği şeyi –bu ister özdeksel bir şey, isterse duygulanım, sevgi, haz olsun- elde etmenin biricik yolunu onu bu dış kaynaktan alma olduğuna inanır. Bu özyapıda biri için sevgi sorunu, sevme sorunu olmayıp, hemen hemen yalnızca ‘sevilme’ sorunudur. Bu tip insanlar, sevgi objelerini seçme konusunda fark gözetmemeye, yapmamaya eğilimlidirler. Çünkü herhangi biri tarafından seviliyor olmak onlar için karşı konulmaz bir deneydir ve bu yüzden, kendilerine sevgi gösteren kim olursa olsun ya da sevgiye benzer ne olursa olsun hemen ‘kapılırlar’. Sevdikleri kimsenin sevgisinden vazgeçmesi ya da kendilerine karşı baştan savıcı bir tavır takınması onların büyük ölçüde etkiler. Düşünme alanındaki yönelimleri de duygu alanındakinin aynıdır. Zeki oldukları zaman en iyi dinleyicilerdir. Çünkü yönelimleri düşünce üretici değil, alıcıdır. Bu yüzden de kendi başlarına kaldıklarında kendilerini felce uğramış hissederler. Bu gibilerin baş düşüncesi en küçük bir çaba göstermektense kendilerine gerekli olan bilgiyi verebilecek birini bulmaktadır. Bu tavır, tam onlara özgü bir tavırdır. Dindar oldukları zaman de bu gibilerin her şeyi kendisinden bekledikleri bir Tanrı kavramları vardır. Kendi etkinliklerinden hiçbir şey beklemezler. Dindar değilseler kişiler ve kurumlarla olan ilişkileri de dindar olanların Tanrı ile olan ilişkilerine çok benzer. Her zaman, ‘sihirli bir yardımcı’ arayışı içindedirler. Özel türden bir bağlılık gösterirler. Bunun temelinde geçimlerini sağlayan kişiye duydukları gönül borcu ve onu yitirme korkusu yatar. Kendilerini güvencede hissetmek için pek çok yardımcıya gereksinme duyduklarından sayısız insana bağlanmak zorundadırlar”.7
Toplumun büyük kesiminin bu özyapıyla hareket ettiğini itiraf etmemiz gerekiyor. Zira her seçim, memur olmak için siyasetçilere baskı yapıldığı bir yapıda siyasetçinin bu taleplere yenik düşmesine şaşmamalıyız. Öte yandan toplumun her seçim dönemi görüş ve üretilen siyasete değil de “bize büyük iyiliği geçti” sözüyle özetlenebilecek bir tavırla siyasilerin eline yönetme silahını vermesi sadece seçilenleri suçlu kılmaz. Bu silahı onlara veren bizleri de azmettiriciler yapar. Azmettirmek de en az cinayet kadar suçtur. Bizler bu suçu defalarca işledik. Bazılarımız bunun özeleştirisini yapmak bir kenara, her siyasetle uğraşanın aynı olduğu teziyle ortaya çıkmakta ve toplumsal dönüşümde umudun kaynağı olan “Siyaset” kavramını yok etmektedir. Bunun sonucu olarak siyaset kurumu katledilmektedir. Ülkemizin kuzeyinde düşünsel bir devrime ihtiyaç vardır. Rahmetli Doğan Harman’ın 2006 yılında kaleme aldığı “Statüko” adlı eserinin önsöz yerine yazan Ferdi Sabit Soyer, 2002 Annan Planı sonrası toplumun yaşadığı süreci şöyle değerlendirmişti; “2002 Kasım ayı ile önce 20 binle, sonra Aralıkta 40 binle, 2003 Ocak ayından sonra artık 80 binlere ulaşan büyük kitle hareketleri yanı sıra, önce Doğancıda başlayan ve her köyümüz ile yerleşim yerinde büyük bir toplumsal dayanışma hareketi ile gelişen Ateş Yakma eylemleri ile yürüyüşlerle gelişen bu süreç ile Kıbrıs Türk Halkı aynı zamanda büyük bir düşünsel devrim de yaşadı”.8  Bu düşünsel bir devrim ise şimdi toplum neden geriye eski alışkanlıklarına geri dönmüştür. İtiraf etmeliyim ki, O günlerde tablo böyle görünüyordu. Fakat toplumların gerçek bir düşünsel devrim için yeni bir başlangıç tutturması ve geçmişten gelen dizgenin dışına çıkılması gerekmektedir. O gün için yeni bir başlangıç noktası Annan Planı ile ortaya çıkan “Birleşik Kıbrıs ve AB” üyeliğiydi. Toplum bunu görmüş ve istemişti. Fakat bu sonuçlanmayınca geri dönüş kaçınılmaz olmuş, toplumsal belleğimizde var olan toplumumuzun karakter işlevi eskiden gelen anımsamalarla yeniden geriye dönmüştür.
 “ Her toplum bazı nesnel koşulların zorunlu kıldığı belli biçimlerde yapısallaşır ve iş görür. Bu nesnel koşullar üretim biçimlerini içerirler. Buna karşılık üretim biçimleri ise hammaddelere, endüstri tekniklerine, iklime, nüfus büyüklüğüne, siyasal ve coğrafi etkenlere, kültürel geleneklere ve toplumun karşılaştığı etkilere dayanır. Genel anlamda bir ‘toplum’ yoktur. Yalnızca, değişik, ama anlaşılabilir biçimlerde iş gören özgül toplumsal yapılar vardır. Her ne kadar bu toplumsal yapılar tarihsel gelişimin akışı içinde mutlaka değişirlerse de belli bir tarihsel dönem içinde göreli olarak sabittirler. Böylece, her toplum ancak kendi özel yapısının çerçevesi içinde iş görerek var olabilir. Bir toplumun üyeleri ve bu toplum içindeki çeşitli sınıflar ya da gruplar toplumsal dizgenin gerektirdiği anlamda iş görebilecek şekilde davranmak zorundadırlar.” Erich Fromm, “Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum” adlı eserinde toplumların karakter işlevi üzerine şöyle der: “Toplumsal özyapının işlevi, toplumdaki üyelerin güçlerini davranışlarını toplumsal örneği izleyip izlememek konusunda bilinçli bir karar sonucu olan kişiler olarak değil de, eylemde bulunmaları gerektiği şekilde eylemde bulunmayı isteyen ve aynı zamanda kültürün gereklerine uygun eylemde bulunmaktan haz duyan kişiler olarak biçimlendirmektedir. Başka bir değişle, toplumsal özyapının işlevi, belli bir toplum içindeki insansal gücü, bu toplumun sürekli işlemesi amacı için biçimlendirip yönlendirmektir”.9 Toplum kendi bildiği yöntemlerle siyaset kurumuna baskı yapmaya yeniden başlamış, bu taleple yeniden buluşan siyaset kurumu ise siyaseti katletmeye devam etmiştir. Yeniden azmettirici görevine soyunan toplum, siyasetin yok olmasına çanak tutmuştur. Bugün çeşitli protestolar eşliğinde, cenaze marşları çalınan siyaset kurumu, toplumsal yaşamda yeniden umut olmak ve siyaset kavramını gerçek anlamda hayata döndürmek istiyorsa toplumda yeni bir başlangıca ihtiyaç vardır. Toplumu azmettirici konumdan çıkartmanın tek çaresi toplumsal özeleştiri yapmaktır. En az Siyasiler kadar suçlu olduğumuzun bilinciyle Siyaset Kavramının doğru tanımını hayata geçirmenin yolları aranmalıdır. Kısaca toplumun yeni bir başlangıca ihtiyacı vardır. Fakat unutulmaması gereken,

“Her türlü başlangıcın içinde bir anımsama öğesi yatar. Toplumsal bir grubun tümüyle yeni bir yol tutturmak üzere eşgüdümlü bir çaba gösterdiği durumlarda, bu özellikle geçerlidir. Böyle herhangi bir başlangıç girişiminin doğasında keyfilik vardır. Başlangıç noktalarında, geçmişten alıp sürdürülecek hiçbir şey yoktur; başlangıç, hiç yoktan belirivermiş gibidir. Başlangıç anını yaratanlar, olaylar zincirini koparmış ve olayların dizilişindeki düzenin dışına düşmüş gibidirler. Zaten başlangıcın aktörleri, bu olguya ilişkin duygularını genellikle yeni bir takvim başlatarak açığa vururlar. Ne var ki mutlak anlamda yeni bir şeyin aklın kabul etmesi olanaksızdır. Bunun nedeni, yalnızca tümüyle yeni bir başlangıç yapmanın son derece güç olması değildir; pek çok eski bağlılık ile alışkanlığın, eski ve yerleşik bir şeyin yerine yenisini koyma çabamızı engellemesi de değildir yalnızca. Bunlardan daha temel bir neden vardır: Ne türden olursa olsun belli bir deneyimin akla yakın olduğundan emin olabilmek için onu, daha önceki deneyimlerimizin oluşturduğu bağlama dayandırmak zorunda oluşumuzdur; yani herhangi bir tekil deneyimden önce zihnimizin, daha önce yaşanmış şeylerin tipik biçimlerinden oluşmuş bir genel çerçeveye göre önceden bir eğilim edinmiş olması gerekir. Zihnimizi etkileyen bir şeyi ya da eylemi kavramak, onu, olabileceklere ilişkin bir beklentiler sistemi içinde bir yerlere yerleştirmektir. Sınırları zaman içindeki deneyimlerimize göre çizilen kavrama dünyası, anımsamaya dayanan örgütlü bir beklentiler kümesinden oluşur.”10 Yeni bir başlangıç için toplumsal belleğimiz, Annan Planı dönemindeki yarım kalan düşünsel devrimi hatırlamalı/hatırlatmalı, “Birleşik Kıbrıs ve AB” gibi bir tek vatan da ortak yaşam, yeni bir düzen talep etmelidir. Bu da geçmiş dizgenin dışından gelen genç beyinlerle, yeni temiz bir gelecek planıyla mümkündür.


1 Türk Dik Kurumu Yayınları, Türkçe Sözlük,10. Baskı, Ankara, 2009, S:1780.
2 Türk Dik Kurumu Yayınları, Türkçe Sözlük,10. Baskı, Ankara, 2009, S:990
3Karabıçak, Mevüt, Türkiye’de Ekonomik İstikrarsızlığın Tarihsel Gelişim Süreci” , SDÜ İİBF Dergisi,2000, Cilt 5, Sayı 2, S:50
4Yayla, Atilla, “İstikrarsızlığa İhtiyacımız Var” www.liberal-dt.org.tr/yayla/ay-istikrarsızlık.htm
5 A. Ali, “Political İnstabilitiy, Political Uncertaintiy and Economic Growth; An Empirical İnvestigation”, Atlantic Economic Journal, 29 (1), 2001, S:103’den aktaran, E. EREN ve M. BİLDİRİCİ, “Türkiye’de 1990 Sonrası İktisadi Krizlerin Siyasal ve İktisadi Nedenleri”, Yeni Türkiye Dergisi, Eylül-Ekim 2001, sayı 41, S:167
6M. Bussiere ve C. Mulder, Political İnsability  and Economic Vulnerebility, IMF Working Paper, No:46, 1999’dan aktaran, E. EREN ve M. BİLDİRİCİ, “Türkiye’de 1990 Sonrası İktisadi Krizlerin Siyasal ve İktisadi Nedenleri”, Yeni Türkiye Dergisi, Eylül-Ekim 2001, sayı 41, S:167
7Fromm, Erich,Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, Say Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2001, S:84-85.
8Harman, Doğan, Statüko, birinci baskı,İstanbul, Mart 2006, S:13
9Fromm, Erich,Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, Say Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2001, S:88-89.
10 Connerton, Paul, Toplumlar Nasıl Anımsar, Ayrıntı Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul, 1999, S:14-15












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder