Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
BEN
KATİLİM, YA SİZ?
Ülkemizin Kuzeyindeki yapıda siyaset ve gerçek
arasındaki bağlantı kopmuş durumdadır. Ülkemizin kuzey yarısına hâkim olan
düzende, yaşanan onca soruna karşılık düzenin yöneticileri olduğunu iddia
edenler; siyasi istikrar, ekonomik istikrar ve refahın arttığı yönünde beyanlar
vermektedirler. Toplum ise muhalefet (Siyasi Partiler, Sendikalar, Sivil Toplum
Örgütleri NP) tarafından uyuyan güzel olarak tanımlanmaktadır. Siyasetçi ile
toplum arasındaki bu iletişim sorununun bu noktaya nasıl geldiğine, siyasetin
nasıl işlevsiz kaldığına, siyaseti kimin katlettiğine yönelik tekrardan
düşünmeden önce bazı temel kavramları siz değerli okuyucularımla paylaşmak
istiyorum. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlükte,
siyaset; “Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya
anlayış” olarak tanımlamıştır.1 En iyi siyasal örgütlenme biçimi
nedir? Devletin varlığı bir zorunluluk mudur? Siyasal Otoriteye itaat nasıl meşrulaştırılabilir?
Adalet nedir, nasıl gerçekleştirilebilir? Sosyal adalet diye bir şey var mıdır?
Özgürlük nedir? Bireysel özgürlüklerin sınırları nelerdir? Bu ve benzeri
sorular, toplum halinde yaşamın başladığı günden itibaren insanoğlunun kafasını
kurcalayan sorular olmuştur. Bu sorulara sistematik cevap bulma uğraşısı,
siyaset felsefesinin özünü oluşturmaktadır. Aristo, siyaseti; insan mutluluğunu
geliştirme sanatı, Platon ise; insanları rızaları ile yönetme sanatı olarak
tanımlamaktadır.
İstikrar
(stability) kavramının kelime anlamı aynı kararda, biçimde sürme, kararlılık
demektir.2 Buna bağlı olarak da istikrarsızlık; istikrarsız olma
durumu, dengesizlik, kararsızlık anlamına gelmektedir. Ekonomik istikrar, genel ekonomik
faaliyetlerde daralma ve aşırı genişleme gibi bir dalgalanmanın görülmemesini
ifade eder. Ekonomik istikrarsızlık ise, bir ekonomide toplam arzla talep,
yatırımla tasarruf, ihracatla ithalat, vergi ile kamu harcamaları gibi makro
ekonomik büyüklerin dengede olmadığı bir durumu yansıtmaktadır. Kısaca Ekonomik
İstikrarı; “Ekonomideki gelişmelerin, beklenen ve istenen seviyede devam
etmesidir” şeklinde tanımlayabiliriz.
3
Siyasi istikrarsızlık kavramının daha iyi
anlaşılabilmesi için önce birkaç önemli konunun açıklığa kavuşturulması
gerekmektedir. Bunlardan birincisi, ülkedeki yönetimin demokratik ya da anti-demokratik
olup olmadığıdır. Çünkü demokratik ve anti-demokratik rejimlerin istikrar anlayışı
birbirinden farklıdır. “Anti-demokratik
rejimlerde istikrar genellikle hükümranlık makamının aynı kişi tarafından işgal
edilmesine dayanır. Yani istikrar kişiye bağlıdır. Kişinin çekilmesi, ölmesi,
devrilmesi istikrarsızlığa neden olur. Oysa, demokraside istikrar kişilere değil
belirli vasıflara sahip kuralların varlığına ve bu kuralların düzenli biçimde
uygulanmasına dayanır. İşte sık sık sözü edilen “demokrasinin kurallara dayalı
bir Rejim” olması, gerçekte budur. Dolayısıyla, demokratik sistemde istikrarın
korunması bir kişinin bir makamda bir devre daha tutulmasıyla sağlanamaz. Eğer
bu istikrarsa, o zaman aynı kişiyi ölene kadar orada oturtmak sisteme daha büyük
bir istikrar sağlayacaktır! İstikrar,
kurallara uyulması, kuralların işletilmesidir.4 Bir ülkede
siyasi istikrarsızlığın göstergeleri şunlardır: Hükümet karşıtı gösteriler, Suikastlar, Kabine değişiklikleri, Soykırım katliamları, Anayasal
değişiklikler, Darbeler, Devrimler (başarılı veya başarısız), Ayaklanmalar,
Sınır savaşları, Sivil savaşlar, Temizlikler
(Muhalefeti yok etme). Yukarıda sayılan istikrarsızlık kaynakları ülkeden
ülkeye farklılık göstermekle ve daha çok demokrasinin tartışma konusu olduğu
toplumlarda görülmektedir. 5
Demokrasinin olduğu ülkelerde ise siyasi istikrarsızlık şu başlıklar altında
toplanır: “Parlamentonun kutuplaşması, Koalisyon hükümetleri, Seçmenlerin
kararsızlığı ve partizan seçmenin düşkünlüğü (Seçmenin dönekliği), Seçimlerin
idaresi zamanlaması (seçim sonuçlarının belirsizliği)”.6
Yukarıda verilen temel kavramlar ışığında ülkemizin
kuzeyinde, Ekonomik İstikrar, Siyasi İstikrar olup olmadığını siz değerli
okuyucuların takdirine bırakıyorum. Burada esas üzerinde durmamız gereken
siyasetin sorunlara çare üretemez konuma nasıl geldiğidir. Ülkemizin kuzeyinde
siyaset ölmüştür. Peki ama bu noktaya nasıl gelinmiştir? Bu cinayetin suçluları
kimlerdir? Hiç kuşku yok ki birçok insanımız hemen siyasetçileri suçlayacaktır.
Bu tespit kısmen doğrudur da. Ya azmettiriciler ne olacak, onlar suçsuz mu? En
az onlar kadar suçludurlar/suçluyuz. Demokrasilerde siyaseti katledenleri,
seçmenler sandıkta yargılar ve mahkûm eder. Fakat bizde yargılamayı bir kenara
bırakın tekrar tekrar siyaseti katlettiğini söylediğimiz katillerin eline
yönetme silahını veriyoruz. Onlar da aslında talebe karşılık isteneni yapıyor.
Siyasetin öldürülmesinde azmettirici bir görev üstlenen toplumumuzun nasıl bir
sisteme alışık olduğuna bakalım: ABD’ de
19. yüzyılda uygulanan “Spoils system” ülkemizin kuzeyinde oluşan sisteme güzel
bir örnek teşkil etmektedir. Bu sistemde, her seçim sonucu, memurlar yerlerini,
seçimi kazanan siyasal partinin memurlarına bırakmaktadır. “Ganimet Sistemi”
olarak adlandırılabilecek bu sistemde, memuriyet siyasal iktidarın siyasal
yandaşlarına dağıttığı bir ganimet olarak düşünülmekteydi. 1831 yılında ABD’ de
New York Senatörü William C.Marcy’nin senatoda söylediği “Siyasi savaşta
yenilenler görevlerinden çekilmelidir; ganimet, savaşı kazananın hakkıdır.”
Sözü ganimet sisteminin esasını ortaya koymaktadır: Ganimet sistemi, kısaca
memurlukların liyakat ve eşitlik ilkelerine dayalı olmaksızın siyasal iktidara
destek olan ve yardım sağlayan kimselere bir ödül olarak dağıtılması
sistemidir. 1881 yılında seçimi kazanan parti için çok çalışmış olduğundan,
ganimet sistemi gereği ödüllenmeye hakkı olduğuna inanan ve bu yüzden iyi bir
idari görev bekleyen, fakat bunu elde edemeyen biri, kızgınlıkla ABD Başkanını
öldürmüştür. Bu sistemde siyasetin işlevi temel kavramından çok uzak
görünmektedir. Buradaki siyaset anlayışı sorunlara çözüm bulmak bir yana her
icraatıyla yeni sorunlar doğurmaktadır.
Bu sistemi
içselleştirmiş halkımızın nasıl bir özyapıya (karakter NP) sahip olduğu
noktasına gelince, Erich From’un “Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum” adlı eserinde
ortaya koyduğu Ağızcıl-Alıcı özyapı (karakter NP) tanımına bakalım; “ tüm iyiliklerin kaynağının dış dünya
olduğunu hisseder ve istediği şeyi –bu ister özdeksel bir şey, isterse
duygulanım, sevgi, haz olsun- elde etmenin biricik yolunu onu bu dış kaynaktan
alma olduğuna inanır. Bu özyapıda biri için sevgi sorunu, sevme sorunu olmayıp,
hemen hemen yalnızca ‘sevilme’ sorunudur. Bu tip insanlar, sevgi objelerini
seçme konusunda fark gözetmemeye, yapmamaya eğilimlidirler. Çünkü herhangi biri
tarafından seviliyor olmak onlar için karşı konulmaz bir deneydir ve bu yüzden,
kendilerine sevgi gösteren kim olursa olsun ya da sevgiye benzer ne olursa
olsun hemen ‘kapılırlar’. Sevdikleri kimsenin sevgisinden vazgeçmesi ya da
kendilerine karşı baştan savıcı bir tavır takınması onların büyük ölçüde
etkiler. Düşünme alanındaki yönelimleri de duygu alanındakinin aynıdır. Zeki
oldukları zaman en iyi dinleyicilerdir. Çünkü yönelimleri düşünce üretici
değil, alıcıdır. Bu yüzden de kendi başlarına kaldıklarında kendilerini felce
uğramış hissederler. Bu gibilerin baş düşüncesi en küçük bir çaba
göstermektense kendilerine gerekli olan bilgiyi verebilecek birini bulmaktadır.
Bu tavır, tam onlara özgü bir tavırdır. Dindar oldukları zaman de bu gibilerin
her şeyi kendisinden bekledikleri bir Tanrı kavramları vardır. Kendi
etkinliklerinden hiçbir şey beklemezler. Dindar değilseler kişiler ve
kurumlarla olan ilişkileri de dindar olanların Tanrı ile olan ilişkilerine çok
benzer. Her zaman, ‘sihirli bir yardımcı’ arayışı içindedirler. Özel türden bir
bağlılık gösterirler. Bunun temelinde geçimlerini sağlayan kişiye duydukları
gönül borcu ve onu yitirme korkusu yatar. Kendilerini güvencede hissetmek için
pek çok yardımcıya gereksinme duyduklarından sayısız insana bağlanmak
zorundadırlar”.7
Toplumun büyük kesiminin bu özyapıyla hareket
ettiğini itiraf etmemiz gerekiyor. Zira her seçim, memur olmak için
siyasetçilere baskı yapıldığı bir yapıda siyasetçinin bu taleplere yenik
düşmesine şaşmamalıyız. Öte yandan toplumun her seçim dönemi görüş ve üretilen
siyasete değil de “bize büyük iyiliği geçti” sözüyle özetlenebilecek bir
tavırla siyasilerin eline yönetme silahını vermesi sadece seçilenleri suçlu
kılmaz. Bu silahı onlara veren bizleri de azmettiriciler yapar. Azmettirmek de
en az cinayet kadar suçtur. Bizler bu suçu defalarca işledik. Bazılarımız bunun
özeleştirisini yapmak bir kenara, her siyasetle uğraşanın aynı olduğu teziyle
ortaya çıkmakta ve toplumsal dönüşümde umudun kaynağı olan “Siyaset” kavramını
yok etmektedir. Bunun sonucu olarak siyaset kurumu katledilmektedir. Ülkemizin kuzeyinde
düşünsel bir devrime ihtiyaç vardır. Rahmetli Doğan Harman’ın 2006 yılında
kaleme aldığı “Statüko” adlı eserinin önsöz yerine yazan Ferdi Sabit Soyer,
2002 Annan Planı sonrası toplumun yaşadığı süreci şöyle değerlendirmişti; “2002 Kasım ayı ile önce 20 binle, sonra
Aralıkta 40 binle, 2003 Ocak ayından sonra artık 80 binlere ulaşan büyük kitle
hareketleri yanı sıra, önce Doğancıda başlayan ve her köyümüz ile yerleşim
yerinde büyük bir toplumsal dayanışma hareketi ile gelişen Ateş Yakma eylemleri
ile yürüyüşlerle gelişen bu süreç ile Kıbrıs Türk Halkı aynı zamanda büyük bir
düşünsel devrim de yaşadı”.8 Bu düşünsel bir devrim ise şimdi toplum
neden geriye eski alışkanlıklarına geri dönmüştür. İtiraf etmeliyim ki, O
günlerde tablo böyle görünüyordu. Fakat toplumların gerçek bir düşünsel devrim
için yeni bir başlangıç tutturması ve geçmişten gelen dizgenin dışına çıkılması
gerekmektedir. O gün için yeni bir başlangıç noktası Annan Planı ile ortaya
çıkan “Birleşik Kıbrıs ve AB” üyeliğiydi. Toplum bunu görmüş ve istemişti.
Fakat bu sonuçlanmayınca geri dönüş kaçınılmaz olmuş, toplumsal belleğimizde
var olan toplumumuzun karakter işlevi eskiden gelen anımsamalarla yeniden
geriye dönmüştür.
“ Her toplum bazı nesnel koşulların zorunlu
kıldığı belli biçimlerde yapısallaşır ve iş görür. Bu nesnel koşullar üretim
biçimlerini içerirler. Buna karşılık üretim biçimleri ise hammaddelere,
endüstri tekniklerine, iklime, nüfus büyüklüğüne, siyasal ve coğrafi etkenlere,
kültürel geleneklere ve toplumun karşılaştığı etkilere dayanır. Genel anlamda
bir ‘toplum’ yoktur. Yalnızca, değişik, ama anlaşılabilir biçimlerde iş gören özgül
toplumsal yapılar vardır. Her ne kadar bu toplumsal yapılar tarihsel gelişimin
akışı içinde mutlaka değişirlerse de belli bir tarihsel dönem içinde göreli
olarak sabittirler. Böylece, her toplum ancak kendi özel yapısının çerçevesi
içinde iş görerek var olabilir. Bir toplumun üyeleri ve bu toplum içindeki
çeşitli sınıflar ya da gruplar toplumsal dizgenin gerektirdiği anlamda iş
görebilecek şekilde davranmak zorundadırlar.” Erich Fromm, “Yeni Bir İnsan
Yeni Bir Toplum” adlı eserinde toplumların karakter işlevi üzerine şöyle der: “Toplumsal özyapının işlevi, toplumdaki
üyelerin güçlerini davranışlarını toplumsal örneği izleyip izlememek konusunda
bilinçli bir karar sonucu olan kişiler olarak değil de, eylemde bulunmaları
gerektiği şekilde eylemde bulunmayı isteyen ve aynı zamanda kültürün
gereklerine uygun eylemde bulunmaktan haz duyan kişiler olarak
biçimlendirmektedir. Başka bir değişle, toplumsal özyapının işlevi, belli bir
toplum içindeki insansal gücü, bu toplumun sürekli işlemesi amacı için biçimlendirip
yönlendirmektir”.9 Toplum kendi bildiği yöntemlerle siyaset
kurumuna baskı yapmaya yeniden başlamış, bu taleple yeniden buluşan siyaset
kurumu ise siyaseti katletmeye devam etmiştir. Yeniden azmettirici görevine
soyunan toplum, siyasetin yok olmasına çanak tutmuştur. Bugün çeşitli
protestolar eşliğinde, cenaze marşları çalınan siyaset kurumu, toplumsal yaşamda
yeniden umut olmak ve siyaset kavramını gerçek anlamda hayata döndürmek
istiyorsa toplumda yeni bir başlangıca ihtiyaç vardır. Toplumu azmettirici
konumdan çıkartmanın tek çaresi toplumsal özeleştiri yapmaktır. En az Siyasiler
kadar suçlu olduğumuzun bilinciyle Siyaset Kavramının doğru tanımını hayata
geçirmenin yolları aranmalıdır. Kısaca toplumun yeni bir başlangıca ihtiyacı
vardır. Fakat unutulmaması gereken,
“Her
türlü başlangıcın içinde bir anımsama öğesi yatar. Toplumsal bir grubun tümüyle
yeni bir yol tutturmak üzere eşgüdümlü bir çaba gösterdiği durumlarda, bu
özellikle geçerlidir. Böyle herhangi bir başlangıç girişiminin doğasında
keyfilik vardır. Başlangıç noktalarında, geçmişten alıp sürdürülecek hiçbir şey
yoktur; başlangıç, hiç yoktan belirivermiş gibidir. Başlangıç anını yaratanlar,
olaylar zincirini koparmış ve olayların dizilişindeki düzenin dışına düşmüş
gibidirler. Zaten başlangıcın aktörleri, bu olguya ilişkin duygularını
genellikle yeni bir takvim başlatarak açığa vururlar. Ne var ki mutlak anlamda
yeni bir şeyin aklın kabul etmesi olanaksızdır. Bunun nedeni, yalnızca tümüyle
yeni bir başlangıç yapmanın son derece güç olması değildir; pek çok eski
bağlılık ile alışkanlığın, eski ve yerleşik bir şeyin yerine yenisini koyma
çabamızı engellemesi de değildir yalnızca. Bunlardan daha temel bir neden
vardır: Ne türden olursa olsun belli bir deneyimin akla yakın olduğundan emin
olabilmek için onu, daha önceki deneyimlerimizin oluşturduğu bağlama
dayandırmak zorunda oluşumuzdur; yani herhangi bir tekil deneyimden önce
zihnimizin, daha önce yaşanmış şeylerin tipik biçimlerinden oluşmuş bir genel
çerçeveye göre önceden bir eğilim edinmiş olması gerekir. Zihnimizi etkileyen
bir şeyi ya da eylemi kavramak, onu, olabileceklere ilişkin bir beklentiler
sistemi içinde bir yerlere yerleştirmektir. Sınırları zaman içindeki
deneyimlerimize göre çizilen kavrama dünyası, anımsamaya dayanan örgütlü bir
beklentiler kümesinden oluşur.”10 Yeni bir başlangıç için
toplumsal belleğimiz, Annan Planı dönemindeki yarım kalan düşünsel devrimi
hatırlamalı/hatırlatmalı, “Birleşik Kıbrıs ve AB” gibi bir tek vatan da ortak
yaşam, yeni bir düzen talep etmelidir. Bu da geçmiş dizgenin dışından gelen
genç beyinlerle, yeni temiz bir gelecek planıyla mümkündür.
1
Türk
Dik Kurumu Yayınları, Türkçe Sözlük,10.
Baskı, Ankara, 2009, S:1780.
2
Türk
Dik Kurumu Yayınları, Türkçe Sözlük,10.
Baskı, Ankara, 2009, S:990
3Karabıçak,
Mevüt, Türkiye’de Ekonomik İstikrarsızlığın Tarihsel Gelişim Süreci” , SDÜ İİBF
Dergisi,2000, Cilt 5, Sayı 2, S:50
5
A.
Ali, “Political İnstabilitiy, Political
Uncertaintiy and Economic Growth; An Empirical İnvestigation”, Atlantic
Economic Journal, 29 (1), 2001, S:103’den aktaran, E. EREN ve M. BİLDİRİCİ,
“Türkiye’de 1990 Sonrası İktisadi Krizlerin Siyasal ve İktisadi Nedenleri”,
Yeni Türkiye Dergisi, Eylül-Ekim 2001, sayı 41, S:167
6M.
Bussiere ve C. Mulder, Political İnsability and Economic Vulnerebility, IMF Working
Paper, No:46, 1999’dan aktaran, E. EREN ve M. BİLDİRİCİ, “Türkiye’de 1990
Sonrası İktisadi Krizlerin Siyasal ve İktisadi Nedenleri”, Yeni Türkiye
Dergisi, Eylül-Ekim 2001, sayı 41, S:167
7Fromm,
Erich,Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum,
Say Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2001, S:84-85.
8Harman,
Doğan, Statüko, birinci baskı,İstanbul, Mart 2006, S:13
9Fromm,
Erich,Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum,
Say Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2001, S:88-89.
10
Connerton,
Paul, Toplumlar Nasıl Anımsar,
Ayrıntı Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul, 1999, S:14-15
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder