9 Kasım 2012 Cuma

DUVARLARINI AŞAN HİKÂYE (3)


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
DUVARLARINI AŞAN HİKÂYE (3)

“Fakat son günlerde vaki olacak ki dağların başında Rab evinin dağı pekiştirilecek ve tepelerden yukarı yükselecek ve kavmlar ona akacaklar. Ve çok milletler gidecekler ve diyecekler: gelin ve Rabbin dağına ve Yakubun Allahın evine çıkalım; kendi yollarını bize öğretecek ve onun yollarında yürüyeceğiz. Çünkü şeriat Sion’dan, ve Rabbin sözü Yeruşalim’den çıkacak; ve çok kavmlar arasında hükmedecek, ve uzakta olan kuvvetli milletler hakkında karar verecek; ve kılıçlarını saban demirleri, ve mızraklarını bağcı bıçakları yapacaklar; millet millete karşı kılıç kaldırmayacak, ve artık cengi öğrenmeyecekler. Fakat herkes kendi asması altında ve kendi incir ağacı altında oturacak ve onları korkutan olmayacak; çünkü bunu ordular Rabbin ağzı söyledi.”1
Doğu Almanlar özgürlük mücadelesine Protestan Kilise gruplarında başlamıştı. Bu gruplar pasifistti. Soğuk Savaş yerine barışı ve özgürlüğü koymuşlardı. Her türlü baskıya karşıydılar. Bu grupların dinamizmi Doğu Alman gençleriydi. Dört duvar arasına sıkışmış bir yaşama hayır diyorlardı. Örgütlenebilecekleri tek yer Protestan Kiliseleriydi. Kendilerine dini ayetler arasından barış ve özgürlük temalı bölümleri seçmişlerdi. Gruplar, dini ayetler arasındaki gizli mesajlarla her gün neler yapabileceklerini kodluyordu. Bugün, bu gruplarda özgürlük için savaşan, Bölünmüş Kıbrıs’ın Güney yarısında yaşayan Birgit tanrıya inanmıyordu. Birçok insanın onları “Barış Duacıları” olarak görmesi aslında tam anlamıyla doğru değildi. Zira Protestocu Doğu Alman Gençleri, DDR’da baskı ve yasakların delindiği tek yer Protestan Kiliseleri olduğu için burada toplanıyordu. DDR’daki Devlet Güvenlik Birimi  (Stasi:Staatssicherheit ŞP) şüpheli ve sisteme karşı olduğunu düşündüğü herkesi takip ediyor, dinliyor ve onlar için günlükler tutuyordu. Bu, kişi hak ve özgürlüklerine direkt tecavüzdü. Yıllar sonra duvarlar yıkılınca birçok insan bunun ne boyutlarda yapıldığını görecekti. DDR’da bir “kamu hizmeti” olarak herkes için binlerce sayfalık günlükler tutulmuştu. Tabii ki günlüğü tutulanların haberi olmadan…
Doğu Alman halkının vermiş olduğu mücadele gün geçtikçe kitleselleşmiş, DDR yönetimi buna karşı koyamaz hale gelmişti. Tek çare sistemin biraz yumuşatılması olabilirdi. Polit Büro Genel Sekreteri Erich Honecker ve daha sonra yerine getirilen Egon Krenz’in yumuşama numaraları Doğu Alman Gençlerini tatmin etmemişti. Son olarak Sınırların kontrollü geçişlere açılmasını sağlayan yasayı DDR TV’den gece haberlerinde duyuran Polit Büro artık 16 Milyon insana karşı o kadar cesur değildi. Şimdi 9 Kasım 1989 gecesi DDR yönetiminin açıklaması sonrası olanları Andreas ve Birgit Ziartidou’dan dinleyelim;



HASTALARIN İLACI ÖZGÜRLÜK
Kasım 1989’da DDR’da tıp eğitiminin son senesinde Berlin Humboldt Üniversitesi Jenie Marx Fakültesi’ne bağlı Araştırma Hastanesi Charité’de hem pratisyen hekimliği hem de öğrenimini devam ettiren Andreas Ziartidou, Berlin Utanç Duvarı’nın çatladığı günü şöyle anlatıyor: “Berlin Mitte bölgesindeki Charité Hastanesi’ne gitmek üzere her zamanki gibi Emmanuel Strasse’de bulunan evimizden metroya binmek üzere yola çıktım. Metroyla hastaneye giderken o gün için olağandışı bir şey yoktu. O nedenle bir şey fark etmemiştim. Hastane sınırın yanında olmasına rağmen metrodan inip hastaneye varıncaya kadar her şey sıradandı. Charité Hastanesi’nin bahçe duvarları, Doğu-Batı sınırına sadece 8-10 metre uzaklıktaydı. Zaman zaman aldığım görev icabı psikiyatri kliniğine gitmem gerekiyordu. Psikiyatri kliniği sınırın tam dibindeki eski hastane binalarındaydı. Oraya gittiğimde bahçede spor yapan zihinsel engelli hastalar olurdu. Psikiyatri kliniğinin orada yani tam duvarın dibinde olması tesadüf değildi. Bunun nedeni; onların Batı’ya kaçmasında bir sakınca görülmemesiydi. Zira sistemin onlara ihtiyacı yoktu. 
Hastanede her sabah saat yedi olmadan, profesör, başhekim ve diğer pratisyenlerle birlikte küçük bir değerlendirme toplantısı yapılırdı. O gün bir kişi hariç herkes ordaydı. Herkes düşündü ki; “bu eksik kişinin her zamanki gibi çocukları hastalandı ve birazdan bizi arayıp gelemeyeceğini söyler”. Biraz bekledikten sonra gruplara ayrılıp her günkü rutin vizitemize çıktık. 08.50’de eksik olan kadın, başhekimi aradı. Fakat kadın mazeret söylemek için aramamıştı. Bizim öğrenip öğrenmediğimizi sordu. Başhekim; “neyi?” deyince, dün akşam sınırların kalktığını ve o saatten beri ailesiyle Ku’damm’da (Kürfürstendamm; Berlin’in en işlek, merkezi ve turistik bölgesi ŞP) şampanya içtiğini söyledi. Bu konuşmadan birkaç dakika sonra hastanede profesör, başhekim ve benden başka hiç kimse kalmamıştı. Başhekim bundan sonra kontrol edilecek hastalar için endişelenmeye başlamıştı. Fakat endişelenecek bir şey yoktu. Çünkü hastalar da çoktan gitmişti. Başhekim bana, sen de gidebilirsin der demez eşimi aradım. Henüz hiçbir şeyden haberim olmadığı için Batı’ya geçmek üzere bir vizeye ihtiyaç olacağını düşündüm ve hemen polise gidip bir vize almasını söyledikten sonra olanları anlattım. O ise mutluluktan ağlamaya başladı. Eve gitmek için yola çıktığımda artık yollar kalabalıktı ve gözleri ışıldayan binlerce insan görüyordum. 10 Kasım olmasına rağmen güneş bile parlıyordu.”2
DELİCESİNE AĞLADIM
O günü, şimdi bir de telefonun diğer ucundan Birgit’den dinleyelim: “telefonun çalmasıyla uyandım.  Andreas’ın anlattıklarını duyunca çıldırmış gibi ağlamaya başladım. İlk düşündüğüm; yıllar boyu bize yalan söylendiği, bu domuzların yıllarca bize ne yaptığı oldu. Kendi kendime biz yanlış taraftaydık dedim.  Tabii ki hemen sınırı geçip Batı’ya gitmek istiyordum, ancak öğlen 12’de işe gitmeliydim. Artık bir yabancı uyruklu ile evli olduğumdan, öğretmenlik görevimden alınmasam bile normal okul saatlerinde verilen eğitim için güvenilir görülmüyor, okul sonrası etüt öğretmenliği yapıyordum. Komünizm için bir yabancıyla evlenmek, bu konuma düşmeye yeterli bir nedendi. Daha erken olduğundan Batı’ya geçmek için ne gerekli olduğunu öğrenmek üzere polise gittiğimde, polisin önünde kilometrelerce uzanan insan kuyruklarını gördüm. Gerçi DDR’da muz almak için bile kuyruğa girmeye alıştırılmıştık. Polisten doldurulması gereken evrakları aldım ve eve geldim. Fakat polis dâhil kimse ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Daha sonra radyodan, hiçbir şey yapmadan geçebileceğimizi öğrenince tüm evrakları çöpe attım. Daha işe gitmeden Andreas ile yapacağımız akşamki kutlama için şarabı masaya koyup hazırladım. Okuldan döndükten sonra Andreas ile Batı’ya giden S-Bahn’a bindik. Yollarda alışılmamış bir kalabalık vardı. Sanki bir futbol karşılaşmasına gider gibi coşkuluydu sokaklar. İnsanlar, bir gün önce Batı kelimesinin geçtiği bir cümle kuramazken, bugün herkesin birbirine Batı’ya nasıl gideceğiz diye sorması normalleşmişti. “İnanılmaz” (Wahnsinn ŞP) kelimesi yıllarca ağzımızdan düşmedi. Berlin Friedrichstrasse’de bulunan 3 numaralı sınır kapısı Check Point Charlie’ye geldiğimizde ki bu sınır kapısı Fransız, Rus, Amerika ve Almanlar için kullanılırdı, daracık koridorlarda bulunan iki kuyruktan birine Andreas diğerine ben girdim.  Benim sıram daha çabuk ilerledi, Batı ile Doğu arasındaki beyaz çizgiye geldiğimde adımımı attım ve ilk kez artık Batı’daydım. İki üç dakika kadar Andreas’ı bekledim fakat bir türlü gelmiyordu. Nihayet Batı’ya geçmiştim fakat sadece beş dakika sürmüştü. Hem nereye gideceğimi bilmediğimden hem de bu inanılmaz anı Andreas ile paylaşmak istediğimden geri döndüm ve Andreas’tan O’nu bırakmadıklarını öğrendim. O güne kadar Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportuna aldığı vizesiyle birçok kez Batı’ya geçen eşim o gün geçemeyen tek insandı. Daha önce vize alamayacak durumda olanlar dahi geçmişti. Bu tam bir delilik, nedensiz, haksız tipik komünizm uygulamalarındandı. Komünist Jens bile Gabi’ye kavuşmak için arabasıyla hemen Hamburg’a gitmişti.

9 Kasım 1989 19.30’da DDR televizyonu akşam haberlerinde Polit Büro tarafından yapılan basın açıklamasında; Doğu Almanların yeni bir yasa ile sınırlardan geçebileceği söylenmişti. Bunu duyan birkaç insan sınırlara koştu. Bornholmer Strasse sınır kapısına giden insanlar polise dinledikleri haber üzerine geçebileceklerini söylediler. Polis ise; böyle bir emir almadığını ve geçemeyeceklerini söyler. Bu sınır kapısında saatler ilerledikçe önce üç beş kişi olan insan sayısı binlere ulaşmıştı. Polis, artık insan seline engel olamayacağını anlayınca üst kurumları aradı fakat yetkili birilerini bulamayınca korkup sınır kapılarını açtı. Bu sınırda görevli olan komünizme sıkı sıkıya bağlı iki polis, daha sonra görevlerini yerine getiremedikleri ve sistemi koruyamadıkları düşüncesiyle depresyona girip intihar ettiler. DDR Yönetimi önce bir yumuşama politikası olarak sınırlardan sadece seyahat vizesiyle kontrollü geçiş maksadı gütse de 16 milyon insanı artık kimse tutamazdı. DDR Yönetimi kontrolü tamamen kaybetmişti, artık kontrol halktaydı. 4 Kasım 1989’da Alexanderplatz’da DDR Yönetimi’ne karşı organize edilen bir milyon insanın bulunduğu protesto eylemine katıldığımızda bunu hissetmiştik.
HALK İKTİDARI
Sınırların kalkmasından sonra, sıra hür seçimlerimizle yeni bir yönetime gelmişti. Daha önce Protestan Kiliselerinde örgütlenmiş kilise grupları, Protestan başrahipleri tarafından oluşturulan “Yuvarlak Masa Görüşmeleri” adı altında toplandılar. Ekonomi, düşünce özgürlüğü, ordu ve devlet güvenliği gibi konuları tartıştılar. Bu tartışmalar DDR televizyonunda her gün canlı olarak yayınlandı. Bunlar olurken her gün Utanç Duvarı’ndaki delik git gide büyüyor ve tamamen yıkılıyordu. Sonunda halk iktidardaydı.

BİR DOĞU ALMAN FIKRASI
DDR’ın baskısı altındaki dönemde birçok Doğu Alman tarafından bilinen bir fıkra vardır. Bu fıkra DDR Genel Sekreteri Erich Honecker ile ilgiliydi. Şöyle ki; Erich bir gün yurt dışı seyahatinden Berlin Schönefeld Havalimanına gelir. Fakat karşılamaya kimse gelmemiştir. Doğu’daki tüm lambalar yanıyor ve sokaklar bomboştur. Panik içinde sağa sola koşmaya başlar. Duvara geldiğinde, koca bir delik ve yanında yapışmış bir kâğıt bulur. Kâğıtta şu yazıyordu:”Erich, sen sonuncusun, ışıkları kapat!”
DEJAVU
Bu fıkra bile Doğu Alman halkının zihinlerindeki zincirleri kırdığının göstergesiydi. Güney Lefkoşa’da yine sınırları olan bir ülkede yaşayan Ziartidou Ailesi, 23 Nisan 2003 tarihini baba Werner Olszewski, anne Sibylle Olszewski ile ikinci kez fıkra gibi yaşamıştı. Bu olayı Birgit şöyle anlatıyor: “Aileminde burada olduğu 23 Nisan 2003 sabahı Ledra Palace yakınında oturan arkadaşım Petra Ioannu’yu ziyaretimiz dönüşü, Ledra Palace’daki trafiğin ve yoğun kalabalığın ne olduğunu merak ettiğimde, babam; “belki burada da sınırlar açıldı” dedi ve gülüştük. Hâlbuki söylediği doğruydu, bu bir dejavuydu…”3


DDR, Sosyalizmi despotizme çevirmiş, insan hak ve özgürlüklerine tecavüz etmiş, anti demokratik uygulamaları sonucunda da Doğu Alman Halkı tarafından yıkılmıştır. Berlin Duvarına “Anti Faşist Koruma Duvarı” (Antifasischtischer Schutzwall ŞP) diyerek 1961 yılından itibaren insanlarına kümes hayatı yaşamayı layık gören DDR, bunu kapitalizme karşı halkını korumak adına “Sözde Sosyalizmle” yapmıştır. Bu durum, Kıbrıs’ta da pek farklı değildir. Tek fark; DDR’da Komünizm ideolojisi Kıbrıs’ta ise Faşizm ideolojisinin egemen olmasıdır. Bugün, Kıbrıs ikiye bölünmüştür. Bunu nedeni tamamen milliyetçilik denilen hastalıklı düşüncedir. Rahmetliler; Denktaş ve Papadapoulos halklarını iki farklı etnik milliyetçiliğin saldırısından korumak için onlara; iki ayrı bölgede yaşamayı uygun görmüşlerdir. Doğu Alman gençlerinin zincirlerini kırarak bir devrimle duvarlarını yıkmaları tarihe geçmiştir. Kıbrıslıların ise 2000’li yılların başında başlayan süreçte zihinlerindeki duvarları kırmakta başarısız olduklarını söylemeliyiz. Kıbrıslı Türkler bu süreçte nerdeyse başarıyordu denebilir. Fakat Kıbrıslı Rumların büyük bölümü, maalesef bu zincirleri, rahmetli Papadopoulos ve Sovyet Tipi örgütlenmesiyle AKEL MYK yüzünden kıramamıştır. 2000’li yıllarda Kıbrıslı Türklerin Denktaş diktasına karşı başlattıkları Barış mücadelesi sel gibi büyümüş, Denktaş yönetimi ise Protestoları bastırmak için bir gece aniden aldıkları kararla sınırları karşılıklı geçişlere açacağını açıklamıştır. DDR yönetimi de ayni şeyleri yapmamış mıydı? İnsanlar bir sabah kalktı ve sınırların açıldığını öğrendi. Herkes sınırlara koştu. 23 Nisan 2003 tarihini hatırlayanlar o günkü Ledra Palace’taki mahşeri kalabalığı da anımsayacaktır. Şimdi Birgit ve Andreas gibi iki değerli dostu tanıma fırsatı bulmamız, 2000’li yıllarda sokaklarda binlerce insanın hep bir ağızdan haykırdığı “Barış” kelimesi sayesinde olmuştur. Kuzey’deki Faşist düzene karşı Barış diye haykıran kalabalıkların içinde yer alma şansı yakaladığım için orada bulunan herkes gibi onur duyuyorum. DDR’daki yaşamlarından kurtulup Kıbrıs’a yerleşen Birgit ve Andreas bugün Kıbrıslı Türklerin ekonomik, siyasi ve kültürel sıkıntılarını çok iyi bilmektedirler. 23 Nisan 2003’tarihinden sonra Ada’nın tüm sınırlarında delikler açılmıştır. Bu deliklerden geçerek dostlarımıza koşuyor ve onlarla hayatı paylaşıyoruz. Birgit’in sohbetlerimiz esnasında söylediği şu sözler beni gelecek için umutlandırıyor: “Sınırları kaldırmak için ben yardıma hazırım”.


1Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit, Mika Bab 4-1, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1958, S877-878.
2 Andreas Ziartidou ile yapılan söyleşi, 17 Eylül 2012, Kuzey Lefkoşa.
3 Birgit Ziartidou ile yapılan söyleşi, 17 Eylül 2012, Kuzey Lefkoşa.
*Almanca kelimelerin çevrisi; Şebnem Pınar.










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder