Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
DUVARLARINI
AŞAN HİKÂYE (3)
“Fakat
son günlerde vaki olacak ki dağların başında Rab evinin dağı pekiştirilecek ve
tepelerden yukarı yükselecek ve kavmlar ona akacaklar. Ve çok milletler gidecekler
ve diyecekler: gelin ve Rabbin dağına ve Yakubun Allahın evine çıkalım; kendi
yollarını bize öğretecek ve onun yollarında yürüyeceğiz. Çünkü şeriat Sion’dan,
ve Rabbin sözü Yeruşalim’den çıkacak; ve çok kavmlar arasında hükmedecek, ve uzakta olan kuvvetli milletler
hakkında karar verecek; ve kılıçlarını saban demirleri, ve mızraklarını bağcı
bıçakları yapacaklar; millet millete karşı kılıç kaldırmayacak, ve artık cengi
öğrenmeyecekler. Fakat herkes kendi asması altında ve kendi incir ağacı altında
oturacak ve onları korkutan olmayacak; çünkü bunu ordular Rabbin ağzı söyledi.”1
Doğu Almanlar özgürlük mücadelesine Protestan Kilise
gruplarında başlamıştı. Bu gruplar pasifistti. Soğuk Savaş yerine barışı ve
özgürlüğü koymuşlardı. Her türlü baskıya karşıydılar. Bu grupların dinamizmi
Doğu Alman gençleriydi. Dört duvar arasına sıkışmış bir yaşama hayır
diyorlardı. Örgütlenebilecekleri tek yer Protestan Kiliseleriydi. Kendilerine
dini ayetler arasından barış ve özgürlük temalı bölümleri seçmişlerdi. Gruplar,
dini ayetler arasındaki gizli mesajlarla her gün neler yapabileceklerini
kodluyordu. Bugün, bu gruplarda özgürlük için savaşan, Bölünmüş Kıbrıs’ın Güney
yarısında yaşayan Birgit tanrıya inanmıyordu. Birçok insanın onları “Barış
Duacıları” olarak görmesi aslında tam anlamıyla doğru değildi. Zira Protestocu
Doğu Alman Gençleri, DDR’da baskı ve yasakların delindiği tek yer Protestan
Kiliseleri olduğu için burada toplanıyordu. DDR’daki Devlet Güvenlik
Birimi (Stasi:Staatssicherheit ŞP) şüpheli
ve sisteme karşı olduğunu düşündüğü herkesi takip ediyor, dinliyor ve onlar
için günlükler tutuyordu. Bu, kişi hak ve özgürlüklerine direkt tecavüzdü.
Yıllar sonra duvarlar yıkılınca birçok insan bunun ne boyutlarda yapıldığını
görecekti. DDR’da bir “kamu hizmeti”
olarak herkes için binlerce sayfalık günlükler tutulmuştu. Tabii ki günlüğü
tutulanların haberi olmadan…
Doğu Alman halkının vermiş olduğu mücadele gün
geçtikçe kitleselleşmiş, DDR yönetimi buna karşı koyamaz hale gelmişti. Tek
çare sistemin biraz yumuşatılması olabilirdi. Polit Büro Genel Sekreteri Erich
Honecker ve daha sonra yerine getirilen Egon Krenz’in yumuşama numaraları Doğu
Alman Gençlerini tatmin etmemişti. Son olarak Sınırların kontrollü geçişlere
açılmasını sağlayan yasayı DDR TV’den gece haberlerinde duyuran Polit Büro artık
16 Milyon insana karşı o kadar cesur değildi. Şimdi 9 Kasım 1989 gecesi DDR
yönetiminin açıklaması sonrası olanları Andreas ve Birgit Ziartidou’dan
dinleyelim;
HASTALARIN
İLACI ÖZGÜRLÜK
Kasım 1989’da DDR’da tıp eğitiminin son senesinde
Berlin Humboldt Üniversitesi Jenie Marx Fakültesi’ne bağlı Araştırma Hastanesi
Charité’de hem pratisyen hekimliği hem de öğrenimini devam ettiren Andreas
Ziartidou, Berlin Utanç Duvarı’nın çatladığı günü şöyle anlatıyor: “Berlin Mitte bölgesindeki Charité
Hastanesi’ne gitmek üzere her zamanki gibi Emmanuel Strasse’de bulunan
evimizden metroya binmek üzere yola çıktım. Metroyla hastaneye giderken o gün
için olağandışı bir şey yoktu. O nedenle bir şey fark etmemiştim. Hastane
sınırın yanında olmasına rağmen metrodan inip hastaneye varıncaya kadar her şey
sıradandı. Charité Hastanesi’nin bahçe duvarları, Doğu-Batı sınırına sadece
8-10 metre uzaklıktaydı. Zaman zaman aldığım görev icabı psikiyatri kliniğine
gitmem gerekiyordu. Psikiyatri kliniği sınırın tam dibindeki eski hastane
binalarındaydı. Oraya gittiğimde bahçede spor yapan zihinsel engelli hastalar
olurdu. Psikiyatri kliniğinin orada yani tam duvarın dibinde olması tesadüf
değildi. Bunun nedeni; onların Batı’ya kaçmasında bir sakınca görülmemesiydi.
Zira sistemin onlara ihtiyacı yoktu.
Hastanede
her sabah saat yedi olmadan, profesör, başhekim ve diğer pratisyenlerle
birlikte küçük bir değerlendirme toplantısı yapılırdı. O gün bir kişi hariç
herkes ordaydı. Herkes düşündü ki; “bu eksik kişinin her zamanki gibi çocukları
hastalandı ve birazdan bizi arayıp gelemeyeceğini söyler”. Biraz bekledikten
sonra gruplara ayrılıp her günkü rutin vizitemize çıktık. 08.50’de eksik olan
kadın, başhekimi aradı. Fakat kadın mazeret söylemek için aramamıştı. Bizim
öğrenip öğrenmediğimizi sordu. Başhekim; “neyi?” deyince, dün akşam sınırların
kalktığını ve o saatten beri ailesiyle Ku’damm’da (Kürfürstendamm; Berlin’in en
işlek, merkezi ve turistik bölgesi ŞP) şampanya içtiğini söyledi. Bu konuşmadan
birkaç dakika sonra hastanede profesör, başhekim ve benden başka hiç kimse
kalmamıştı. Başhekim bundan sonra kontrol edilecek hastalar için endişelenmeye
başlamıştı. Fakat endişelenecek bir şey yoktu. Çünkü hastalar da çoktan
gitmişti. Başhekim bana, sen de gidebilirsin der demez eşimi aradım. Henüz
hiçbir şeyden haberim olmadığı için Batı’ya geçmek üzere bir vizeye ihtiyaç
olacağını düşündüm ve hemen polise gidip bir vize almasını söyledikten sonra
olanları anlattım. O ise mutluluktan ağlamaya başladı. Eve gitmek için yola
çıktığımda artık yollar kalabalıktı ve gözleri ışıldayan binlerce insan
görüyordum. 10 Kasım olmasına rağmen güneş bile parlıyordu.”2
DELİCESİNE
AĞLADIM
O günü, şimdi bir de telefonun diğer ucundan
Birgit’den dinleyelim: “telefonun
çalmasıyla uyandım. Andreas’ın
anlattıklarını duyunca çıldırmış gibi ağlamaya başladım. İlk düşündüğüm; yıllar
boyu bize yalan söylendiği, bu domuzların yıllarca bize ne yaptığı oldu. Kendi
kendime biz yanlış taraftaydık dedim. Tabii
ki hemen sınırı geçip Batı’ya gitmek istiyordum, ancak öğlen 12’de işe
gitmeliydim. Artık bir yabancı uyruklu ile evli olduğumdan, öğretmenlik
görevimden alınmasam bile normal okul saatlerinde verilen eğitim için güvenilir
görülmüyor, okul sonrası etüt öğretmenliği yapıyordum. Komünizm için bir
yabancıyla evlenmek, bu konuma düşmeye yeterli bir nedendi. Daha erken
olduğundan Batı’ya geçmek için ne gerekli olduğunu öğrenmek üzere polise
gittiğimde, polisin önünde kilometrelerce uzanan insan kuyruklarını gördüm.
Gerçi DDR’da muz almak için bile kuyruğa girmeye alıştırılmıştık. Polisten
doldurulması gereken evrakları aldım ve eve geldim. Fakat polis dâhil kimse ne
yapılması gerektiğini bilmiyordu. Daha sonra radyodan, hiçbir şey yapmadan
geçebileceğimizi öğrenince tüm evrakları çöpe attım. Daha işe gitmeden Andreas
ile yapacağımız akşamki kutlama için şarabı masaya koyup hazırladım. Okuldan
döndükten sonra Andreas ile Batı’ya giden S-Bahn’a bindik. Yollarda alışılmamış
bir kalabalık vardı. Sanki bir futbol karşılaşmasına gider gibi coşkuluydu
sokaklar. İnsanlar, bir gün önce Batı kelimesinin geçtiği bir cümle kuramazken,
bugün herkesin birbirine Batı’ya nasıl gideceğiz diye sorması normalleşmişti. “İnanılmaz”
(Wahnsinn ŞP) kelimesi yıllarca ağzımızdan düşmedi. Berlin Friedrichstrasse’de
bulunan 3 numaralı sınır kapısı Check Point Charlie’ye geldiğimizde ki bu sınır
kapısı Fransız, Rus, Amerika ve Almanlar için kullanılırdı, daracık
koridorlarda bulunan iki kuyruktan birine Andreas diğerine ben girdim. Benim sıram daha çabuk ilerledi, Batı ile
Doğu arasındaki beyaz çizgiye geldiğimde adımımı attım ve ilk kez artık
Batı’daydım. İki üç dakika kadar Andreas’ı bekledim fakat bir türlü gelmiyordu.
Nihayet Batı’ya geçmiştim fakat sadece beş dakika sürmüştü. Hem nereye
gideceğimi bilmediğimden hem de bu inanılmaz anı Andreas ile paylaşmak
istediğimden geri döndüm ve Andreas’tan O’nu bırakmadıklarını öğrendim. O güne
kadar Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportuna aldığı vizesiyle birçok kez Batı’ya geçen
eşim o gün geçemeyen tek insandı. Daha önce vize alamayacak durumda olanlar
dahi geçmişti. Bu tam bir delilik, nedensiz, haksız tipik komünizm
uygulamalarındandı. Komünist Jens bile Gabi’ye kavuşmak için arabasıyla hemen
Hamburg’a gitmişti.
9
Kasım 1989 19.30’da DDR televizyonu akşam haberlerinde Polit Büro tarafından
yapılan basın açıklamasında; Doğu Almanların yeni bir yasa ile sınırlardan
geçebileceği söylenmişti. Bunu duyan birkaç insan sınırlara koştu. Bornholmer
Strasse sınır kapısına giden insanlar polise dinledikleri haber üzerine
geçebileceklerini söylediler. Polis ise; böyle bir emir almadığını ve
geçemeyeceklerini söyler. Bu sınır kapısında saatler ilerledikçe önce üç beş
kişi olan insan sayısı binlere ulaşmıştı. Polis, artık insan seline engel
olamayacağını anlayınca üst kurumları aradı fakat yetkili birilerini
bulamayınca korkup sınır kapılarını açtı. Bu sınırda görevli olan komünizme
sıkı sıkıya bağlı iki polis, daha sonra görevlerini yerine getiremedikleri ve
sistemi koruyamadıkları düşüncesiyle depresyona girip intihar ettiler. DDR
Yönetimi önce bir yumuşama politikası olarak sınırlardan sadece seyahat
vizesiyle kontrollü geçiş maksadı gütse de 16 milyon insanı artık kimse
tutamazdı. DDR Yönetimi kontrolü tamamen kaybetmişti, artık kontrol halktaydı.
4 Kasım 1989’da Alexanderplatz’da DDR Yönetimi’ne karşı organize edilen bir
milyon insanın bulunduğu protesto eylemine katıldığımızda bunu hissetmiştik.
HALK
İKTİDARI
Sınırların
kalkmasından sonra, sıra hür seçimlerimizle yeni bir yönetime gelmişti. Daha
önce Protestan Kiliselerinde örgütlenmiş kilise grupları, Protestan
başrahipleri tarafından oluşturulan “Yuvarlak Masa Görüşmeleri” adı altında
toplandılar. Ekonomi, düşünce özgürlüğü, ordu ve devlet güvenliği gibi konuları
tartıştılar. Bu tartışmalar DDR televizyonunda her gün canlı olarak yayınlandı.
Bunlar olurken her gün Utanç Duvarı’ndaki delik git gide büyüyor ve tamamen
yıkılıyordu. Sonunda halk iktidardaydı.
BİR
DOĞU ALMAN FIKRASI
DDR’ın
baskısı altındaki dönemde birçok Doğu Alman tarafından bilinen bir fıkra
vardır. Bu fıkra DDR Genel Sekreteri Erich Honecker ile ilgiliydi. Şöyle ki;
Erich bir gün yurt dışı seyahatinden Berlin Schönefeld Havalimanına gelir.
Fakat karşılamaya kimse gelmemiştir. Doğu’daki tüm lambalar yanıyor ve sokaklar
bomboştur. Panik içinde sağa sola koşmaya başlar. Duvara geldiğinde, koca bir
delik ve yanında yapışmış bir kâğıt bulur. Kâğıtta şu yazıyordu:”Erich, sen
sonuncusun, ışıkları kapat!”
DEJAVU
Bu fıkra bile Doğu Alman halkının zihinlerindeki zincirleri
kırdığının göstergesiydi. Güney Lefkoşa’da yine sınırları olan bir ülkede
yaşayan Ziartidou Ailesi, 23 Nisan 2003 tarihini baba Werner Olszewski, anne
Sibylle Olszewski ile ikinci kez fıkra gibi yaşamıştı. Bu olayı Birgit şöyle
anlatıyor: “Aileminde burada olduğu 23
Nisan 2003 sabahı Ledra Palace yakınında oturan arkadaşım Petra Ioannu’yu
ziyaretimiz dönüşü, Ledra Palace’daki trafiğin ve yoğun kalabalığın ne olduğunu
merak ettiğimde, babam; “belki burada da sınırlar açıldı” dedi ve gülüştük. Hâlbuki
söylediği doğruydu, bu bir dejavuydu…”3
DDR, Sosyalizmi despotizme çevirmiş, insan hak ve
özgürlüklerine tecavüz etmiş, anti demokratik uygulamaları sonucunda da Doğu
Alman Halkı tarafından yıkılmıştır. Berlin Duvarına “Anti Faşist Koruma Duvarı”
(Antifasischtischer Schutzwall ŞP) diyerek 1961 yılından itibaren insanlarına
kümes hayatı yaşamayı layık gören DDR, bunu kapitalizme karşı halkını korumak
adına “Sözde Sosyalizmle” yapmıştır. Bu durum, Kıbrıs’ta da pek farklı
değildir. Tek fark; DDR’da Komünizm ideolojisi Kıbrıs’ta ise Faşizm
ideolojisinin egemen olmasıdır. Bugün, Kıbrıs ikiye bölünmüştür. Bunu nedeni tamamen
milliyetçilik denilen hastalıklı düşüncedir. Rahmetliler; Denktaş ve
Papadapoulos halklarını iki farklı etnik milliyetçiliğin saldırısından korumak
için onlara; iki ayrı bölgede yaşamayı uygun görmüşlerdir. Doğu Alman
gençlerinin zincirlerini kırarak bir devrimle duvarlarını yıkmaları tarihe
geçmiştir. Kıbrıslıların ise 2000’li yılların başında başlayan süreçte
zihinlerindeki duvarları kırmakta başarısız olduklarını söylemeliyiz. Kıbrıslı
Türkler bu süreçte nerdeyse başarıyordu denebilir. Fakat Kıbrıslı Rumların
büyük bölümü, maalesef bu zincirleri, rahmetli Papadopoulos ve Sovyet Tipi
örgütlenmesiyle AKEL MYK yüzünden kıramamıştır. 2000’li yıllarda Kıbrıslı
Türklerin Denktaş diktasına karşı başlattıkları Barış mücadelesi sel gibi büyümüş,
Denktaş yönetimi ise Protestoları bastırmak için bir gece aniden aldıkları
kararla sınırları karşılıklı geçişlere açacağını açıklamıştır. DDR yönetimi de
ayni şeyleri yapmamış mıydı? İnsanlar bir sabah kalktı ve sınırların açıldığını
öğrendi. Herkes sınırlara koştu. 23 Nisan 2003 tarihini hatırlayanlar o günkü
Ledra Palace’taki mahşeri kalabalığı da anımsayacaktır. Şimdi Birgit ve Andreas
gibi iki değerli dostu tanıma fırsatı bulmamız, 2000’li yıllarda sokaklarda
binlerce insanın hep bir ağızdan haykırdığı “Barış” kelimesi sayesinde
olmuştur. Kuzey’deki Faşist düzene karşı Barış diye haykıran kalabalıkların içinde
yer alma şansı yakaladığım için orada bulunan herkes gibi onur duyuyorum.
DDR’daki yaşamlarından kurtulup Kıbrıs’a yerleşen Birgit ve Andreas bugün
Kıbrıslı Türklerin ekonomik, siyasi ve kültürel sıkıntılarını çok iyi
bilmektedirler. 23 Nisan 2003’tarihinden sonra Ada’nın tüm sınırlarında
delikler açılmıştır. Bu deliklerden geçerek dostlarımıza koşuyor ve onlarla
hayatı paylaşıyoruz. Birgit’in sohbetlerimiz esnasında söylediği şu sözler beni
gelecek için umutlandırıyor: “Sınırları
kaldırmak için ben yardıma hazırım”.
1Kitabı
Mukaddes Eski ve Yeni Ahit, Mika Bab
4-1, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1958, S877-878.
2
Andreas Ziartidou ile yapılan söyleşi, 17 Eylül 2012, Kuzey Lefkoşa.
3
Birgit Ziartidou ile yapılan söyleşi, 17 Eylül 2012, Kuzey Lefkoşa.
*Almanca
kelimelerin çevrisi; Şebnem Pınar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder