Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
AÇ KARNINA DEMOKRASİ ALIR MISINIZ?
21 Ocak 2014 günü worlddometers’nin verilerine göre
günümüzde Dünya nüfusu 7 milyar 207 milyon 877 bin 591 kişi olarak tespit
ediliyordu. Bu rakam Ölüm ve doğumlara göre saniye başı değişmekteydi. Aynı gün
Dünya’daki aç insan sayısı 894 milyon 316 bin 298 olarak gösteriliyordu. 21 Ocak
günü için saat: 21:12 itibarıyla açlıktan ölen insan sayısı 23 bin 624 olarak
worldometers’de yayınlanmaktaydı.1
Bu veriler devamlı aktüel tutulmaya çalışılıyor fakat o kadar hızlı
değişiyorlardı ki, ekrana her baktığımda rakamlar hızla bir canlının daha, aç
olarak yaşama gözlerini yumduğunu haykırıyordu. Açlıktan ölümlerin yoğun olarak
yaşandığı ülkelere baktığımızda bunların sahranın altındaki Afrika ülkeleri ve
Asya ülkeleri olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dünya’da açlığın en yoğun
yaşandığı Eritre’nin % 73’ü yetersiz beslenmektedir.
Afganistan, Çin, Hindistan, Bangladeş ve Pakistan gibi Asya ülkelerinin
ortalama olarak % 16’sı yetersiz beslenmektedir. Her yıl ortalama 11 milyon
çocuk beş yaşına gelemeden açlığın neden olduğu sorunlardan ölmektedir.
Tarihsel olarak sömürgecilik yarışındaki ülkelerin “medeniyet” götürdüğü Afrika
ve Asya kıtası ülkeleri bugün halen iç savaşlar, kötü yönetimler ve çeşitli
yapısal sorunlarla boğuşmaktadır.
***
Bu ülkelerde yaşanan açlık ve siyasi sorunlar
istemeden insanın aklına “aç karnına demokrasi alırlar mı ?” sorusunu
getiriyor. Dünya’nın çeşitli
coğrafyalarında yaşanan aç gözlülük ve adaletsizlik sürüp giderken vahşi
kapitalizmin yarattığı zengin zümreler bencillik üzerine kurdukları
sistemlerinde refah içerisinde yaşarken siyasettin seyrini de belirler oldular.
Kapitalizmin karşı tezi olarak ekonomik bir karşı duruş sergileyen komünizm ise
çağımıza gelene kadar yaşadığı/yaşattığı deneyimler açısından insanlığın
yaşadığı zulme dur demek bir yana acılara acı katmıştır. Çağımızda global
ölçekte etkili olan ekonomik kriz bizlere bir kez daha tokun açın halinden
anlamadığı gerçeğini göstermektedir. İnsan evladının fikir dünyasında daha iyi
koşullara ulaşmak ve “uygarlaşmak” namına ortaya koyduğu ideoloji ve kavramlar
bugün aç karnına pek anlamlı gelmiyor. Montaigne’in “Yamyamlar Üstüne” adlı
denemesinde aktarmış olduğu hikâyesi bizlere insanın hayatta kalmak üzerine
yaşamakta iken nasıl “uygarlaştığı/uygarlaştırıldığı”nı çarpıcı şekilde
vermektedir. Kral Charles çağında Fransa’nın Rouen kentine gelen üç yamyam o
günlerin çağdaş idarecilerinin önüne çıkarılır: “Kral uzun uzun konuştu
onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel şehir örneğimiz gösterildi. Sonra
bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en çok neyi beğendiklerini sordu. Yamyamlar
üç şey söylediler; üçüncüsünü ne yazık ki unutmuşum. En başta şaştıkları şey
sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala
bekçilik, uşaklık ettikleri, niçin bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş.
İkincisi, kendi dillerinde bir tek bedenin, eli, kolu, parçaları, birbirinin
yarısı olarak anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde
keyif sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda açlık ve perişanlık
içinde yaşadıkları olmuş.”2
O günlerin uygar Hıristiyan kralları ve bugünün “uygar” kapitalistleri
arasındaki tek fark birinin bunu tanrının seçimi olarak lanse ederek insanları
köleleştirmeleri ve kurdukları sınıfsal düzeni idare etmeleri, diğerininse
“demokrasi” ve “liberalizm” kavramlarını kullanarak yeni dönem krallıklarını
belli bir zümre ile paylaşarak idare etmeleridir. Montaigne’in anlattığı
hikâyesindeki barbar yamyamların aklına bakın; Fransa’da adaletli iktisadi
yapının olmadığı tespitinde bulunuyorlar, koskoca Fransa kralına…
***
Bugün azgelişmiş olarak gösterilen aç dünya
nüfusunun yoğun olduğu ülkeler, sözüm ona “gelişmiş” ülkeler seviyesine çıkmayı
bekliyorlar mı bilinmez ama adaleti bekledikleri veya en azından hak ettikleri
kesindir. Klasik anlamda azgelişmişliğin ölçütleri olarak sıralanabilecek bir
ülkedeki okur-yazar oranının düşüklüğü, kadının erkekten aşağı görülmesi, milli
ve iktisadi bütünlüğün zayıflığı, işsizlik, ortalama milli gelirin düşüklüğü,
sınırlı sanayileşme, tarımla uğraşan kesimlerin çokluğu, şişkin hizmet kesimi (kamu
NP), iktisaden başka ülkelere bağımlılık ki bu genelde kapitalist ülkeler
oluyor. 3 Bugün, aç ülkelerdeki insanlara demokrasi ve iktisadi
adalet mi yoksa gıda mı dense sanırım önce gıda diyeceklerdir. Hiçbir aklı
başında fert, açlıkla boğuşan insanlardan felsefe ve ideolojik çatışmalara ilgi
duymasını beklememelidir. Bizim adamızın kuzeyinde çarpık bir sistem içerisinde
yaşamaya çalışan insanlarımız azgelişmiş ülkelerdeki bazı kriterlere sahipken,
bazı kriterlere oldukça uzak görünmektedir. Fakat global ekonomik krizin
gittikçe etkisini göstermesi, yapısal sorunlarımız ve siyasi beceriksizliklerle
dolu iktidar tecrübeleri bizleri açlık sınırının altında kalan asgari ücretle
yaşamaya mahkum etmektedir. Geçen hafta içerisinde TAK’a düşen haber beni
üzdüğü kadar sanırım tüm dar gelirli vatandaşı da derinden üzmüştür. Sosyal
devlet anlayışına sahip olduğu düşünülen bir iktidardan en azından büyük ortağı
CTP-BG’den ümitli olanlarımız resmen tokat yemiş döndük. TAK’a düşen haber
aynen şöyleydi: “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Aziz Gürpınar TAK Ajansı'na
yaptığı açıklamada, Asgari Ücret Komisyonu'nun yaklaşık 4 saatlik müzakeresi
sonucunda bin 415 TL olan asgari ücreti bin 560'TL'ye yükseltilmesini
kararlaştırdığını söyledi. Asgari Ücret
Komisyonu'nun devlet ve işveren temsilcilerinin olumlu, işçi temsilcilerinin de
olumsuz oyuyla yeni asgari ücreti bin 560TL olarak belirlendiğini dile getiren
Bakan Gürpınar, işçi temsilcilerinin önerisinin bin 830TL, işveren
temsilcilerinin önerisinin de bin 530TL olduğunu, fakat oylamalar sonucunda bu
tekliflerin kabul edilmeyip, devlet temsilcilerinin teklifi olan bin 560TL'nin
kabul edildiğini belirtti. Asgari ücretin resmi gazetede yayınlandıktan
sonra 10 günlük itiraz süresi bulunduğunu kaydeden Gürpınar, itiraz edilmemesi
halinde asgari ücretin 1 Ocak tarihinden itibaren geçerli olacağını, tarafların
10 gün içinde itiraz etmesi halinde ise komisyonun tekrar toplanarak karar
üretme durumunda olacaklarını kaydetti. Komisyon, asgari ücreti aylık bin 560
TL, haftalık 360 TL, günlük 72 TL, saatlik de 9 TL olarak belirledi.”
***
Gittikçe kötüleşen yaşam standardımız kısa vadede
düzlüğe çıkamayacağa benziyor. Ekonomistlerin çok kızdığı bir işi yaparak
üç-dört veri vererek başka ülkelerde böyle, bizde böyle yapma lütfüne sahip
olmadığımdan Avrupa ülkelerindeki asgari ücretleri yazmıyorum. Fakat meraklısı
bakmak isterse Eurostat’ın verilerine bakabilir. Burada üzerinde durulması
gereken esas konu artık azgelişmiş ülkeler olarak belirlenen ülkelerdeki yapısal
sorunları tam anlamıyla yaşamaya başladığımızdır. Zira ülkede birçok aile açlık
sınırının altında özel sektörde çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Sosyal
projelerle yaşam standartlarımızı yükseltmesi beklenen sol partilerin iktidar
deneyimleri bizleri daha da umutsuzluğa itmektedir. Geçen hafta sosyal medyayı
meşgul eden bir tartışma da “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” için mecliste atılan
demokratik adımdı. Yeni yasayla İngiliz döneminden kalan çağdışı yasa yer
değiştirmekteydi. Dostların, toplumsal cinsiyet eşitliği için her katkıyı
koyacağımı bildiğinden emin olarak, sosyal medyada genç birçok “sosyalist”
dostum tarafından eleştirilen Dr. Nazım Beratlı’nın 15 Ocak 2014, Çarşamba günü
Kıbrıs Postası’nda “Çok ayıp bir yazı… +18” başlıklı makalesini okudum. Makale
şöyle başlıyordu: “Bu “Tabiata aykırı cinsel birleşme” meselesi, toplumu gerdi…
Peşinen olumlu bir gelişme olarak baktığımı belirteyim de homoseksüeller bizi
de “gizli homoseksüel” ilân etmesinler. Sıra bunda mıydı? Demek ki hükümetin
gücü, şimdilik buna yetiyor! Üretim araçlarını toplumsallaştırmayı da
istiyorlar elbet… Her şey, sırayla…”4
devamında ise birçok değerli tarihçinin yapıtlarından derlenmiş önemli ve resmi
tarih dışı bilgiler paylaşılıyordu. Birçok dostun tepkisini çeken bu makale
aslında –tabi ki benim bakış açımla- bir entelektüel’in cesurca toplumsal
sıkıntıları analizi sonucu kaleme alınmış görünüyordu. Dr. Nazım Beratlı’nın
entelektüel kişiliği tartışma konusu bile olamaz. Bu ülkenin koşullarına rağmen
yetişmiş bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar az sayıdaki aydınlarından
biridir Doktor Beratlı. Tarih eminim ki bugün yaşanan soldaki yozlaşmayı 10
değilse bile 20 yıl sonra yazacaktır. İktidara
gelen sol partilerin nasıl halktan koparak elit bir aristokratlar sınıfı
oluşturduğunu da…
***
Bugün zamanımıydı, diyor makalesinde Beratlı,
aslında hiç de zamanı değildi. Bugün insanlarımızın boğuştuğu pahalılıkla
mücadele edilmeliydi. Bugün CTP-BG’nin büyük ortak olduğu hükümet kanadının Asgari
Ücret Komisyonu’nda en azından emek kesiminin taleplerine yakın durması
beklenirdi. Ülkenin en doğusundaki emekçi, köylü ve özel sektör çalışanları ile
ülkenin en batısındakiler bu yeni yasaya acaba karınları açken nasıl sahip
çıkacaklardır. Çağdaş sol’un görevi toplumsal yaşamı iyileştirmek ve demokrasiye
sahip çıkmak olmalıdır. Fakat Asya ve Afrika’daki aç insanların demokrasiye
bakışları neyse maalesef bizim ezilen kesimlerimizin artık demokrasiye,
ideolojilere bakışı da aynı duruma gelmektedir. Sosyalist demokrasi denilen ve
halk kitlelerinin yığınsal desteğine tabi olan anlayış bizim ülkeye ne zaman
gelir bilemiyorum fakat iktidara “hâkim” olan Sol’un en azından ülkedeki
emekçilerin önce alın terlerinin karşılığıyla karınlarının doymasını sağlamak
daha sonra da sosyalist demokrasiyi hâkim kılmak zorunluluğu vardır. Söz
demokrasi ve sosyalizm olunca Lenin’in baskıcı tepeden inme politikalarını
eleştiren cesur devrimci Rosa Lüxemburg’tan bahsetmemek olmazdı. Kayzer
taraftarlarının katlettiği bu cesur devrimci, sosyalist demokrasi için bakın ne
diyor: “…Sosyalist demokrasi, sınıf
tahakkümünün yıkılması ve sosyalizmin inşasıyla aynı zamanda başlar. Yani sosyalist
partinin iktidarı aldığı anda başlar. Sosyalist demokrasi, proletarya
diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Evet, evet: Diktatörlük! Ama bu diktatörlük,
demokrasinin uygulanış biçiminden ibarettir. Demokrasinin ortadan kaldırılması
asla değildir. Sosyalizmi kurmak için, burjuva toplumu ekonomik koşullarının
temelden değiştirilmesi, yani burjuvazinin kazanılmış hak saydıkları kimi
konularda enerjik müdahaleler yapılması zorunludur. Ama bu müdahaleler işçi
sınıfının eseri olacaktır, işçi sınıfı adına hareket ettiklerini iddia eden
küçük bir yönetici azınlığın değil. Yani sosyalist değişimler, yığınların aktif
katılımı ile gerçekleşecek, onların etkisinde yol alacak, tüm halkın denetimine
bağlı ve yığınların artan politik eğiliminin ürünü olacaktır.”5
Bizim iktidardaki solun sosyalist demokrasiden anladığı ise sanırım işveren
kesiminin gerek çalışma koşulları gerekse ücretlerle gün be gün ezdiği
emekçileri ileri demokrasiye karnı aç ve burjuvaziye teslim olarak ulaştırmak
olsa gerek. Gel gelelim halkın büyük çoğunluğunun fikriyatında bir bilmişler zümreciği,
bir seçkinler kliği olarak yer etmeye başlayan Sol, maalesef aç karna demokrasi
almamızı ve çıkan yasaları hemen sahiplenmemizi bekliyor olmalı. Teori pratiğe
dönüşmedikçe kâğıt üzerinde kalan yasalar asla uygulamada
toplumsallaşamayacaktır. İnsanların aç karna demokrasi adına atılan anlamlı
adımlara yüz çevirmesi yadırganamaz ve yadırganmamalıdır. Sosyalizm’in toplumsal
görevi sosyal devleti enerjik müdahalelerle canlandırırken halk kitlelerini
harekete geçirecek projeler üreterek aç karınları doyuracak ve sağlıklı
düşünmelerine zemin hazırlayacak koşulları sağlamak olmalıdır.
DİPNOTLAR
1
http://www.worldometers.info/tr/
2 Tanilli, Server,
Uygarlık Tarihi, Alkım Yayınevi, 22. Baskı, İstanbul, Mart 2006, S:29.
3 AGE, S:283
4 http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/1/col/57/art/20556/PageName/KIBRIS_POSTASI
5 Lüxemburg, Rosa,
La Revolution en Russie, Maspero, 1964,S64-70’den naklen Aybar, Mehmet Ali,
Neden Sosyalizm, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2011, S:136
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder