25 Mart 2013 Pazartesi

SÖZ MECLİSTEN İÇERİ


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

SÖZ MECLİSTEN İÇERİ
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nde 3 yılda olaylar patlak vermiş, her iki toplumun arasına yeniden kara kediler girmişti. Toplumun sırtından topuz eksik olmasın diye, 21 Aralık 1963’den sonra seçilmişlerimiz önce “Genel Komite (Koordinasyon Komitesi) adında bir örgütlenmeye gitmişler daha sonra ise yasama ve yürütme işlerinin tek elde toplanmasını içeren on dokuz maddelik “Kıbrıs Türk Yönetimi Temel Kuralları” ilan edilerek “Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi” kurulmuştur. Bu yeni düzenlemeyle, Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki Cumhurbaşkanı Muavini, Türk Yönetimi Başkanı, Cemaat Meclisi Başkanı da Başkan Yardımcısı olmuş, Kıbrıs Cumhuriyeti Temsilciler Meclisi’nde görev yapan 15 Türk üye ile Cemaat Meclisi’nin 30 üyesi birleşerek “Yönetim Meclisi” adı altında toplanmıştı.
***
Toplumun durumu ise; Eokacıların saldırıları sonucu köylerinden göç eden göçmenlerin sorunları başta olmak üzere tek kelimeyle “sefalet” olarak özetlenebilir. Fakat bu dönemde “Yönetici” Kahramanlarımız ve aileleri “Sefahat” içerisindedirler. Toplum çeşitli sıkıntılar içerisinde kıvrana dursun, “Liderlik” ve “reysiz” seçilmişler toplumsal hiçbir soruna el atmıyor, Rauf R.Denktaş ve Glafkos Klerides toplumlar arası görüşmelerde ayak sürüyor, Büyük Liderimiz Dr. Küçük ve “reysiz” vekiller de ancak kokteylli balolarda boy gösteriyorlardı.  Halk sefaletgahlarına ise uğrayan yoktu. 28 Ekim 1968 tarihinde halkın sesine kulak veren demokrat çizgideki aydınların kurduğu haftalık bağımsız gazete “Savaş” ilk sayısını yayınlar. Savaş Gazetesi’nin sahibi Özker Yaşın, gazetesinde dönemin yöneticilerine hiciv dolu şiirler yazmakta, halkın sıkıntılarını dile getirmektedir. “Demeden Edemediklerim” başlığı altında yazdığı yazılarda anne ve babasının mesleği olan terzilikten yola çıkarak “Terzioğlu” takma adını kullanır.
***
Bugün halen vekillerimiz, toplumsal sorunlara karşı savaş yıllarındaki kadar duyarsız ve saygısızdır. Üstelik KKTC Meclisi, laik ve demokrat olduklarını her fırsatta nutuk atarak haykıranlarla doludur. Yani hiç dolu görmedik belki ama söz gelimi işte! Özker Yaşın’ın o günlerin zor koşullarında “Liderliğe” karşı yapmış olduğu cesurca eleştirilere hayran kaldım. Bu hayranlığım beni, “Savaş Gazetesi”nin nerdeyse tüm sayılarını okumaya itti. Ve gördüm ki; günümüz vekilleri ile 1968 dönemi vekilleri arasında hiçbir mantalite farkı yok, aynı tas aynı hamam... Bugün meclise ara sıra uğrayan ve burayı kahvehaneden öte görmeyenler, geceleri kokteylli balolarda başrolde olanlar, iftar yemekleri sonrası bir-iki tek atanlar, gerekirken susanlar, gerekmezken gürleyenler…
***
 Vekilliğin halkın hizmeti için bir ehliyet olduğunu unuturlar. Ama seçimler yaklaştıkça da tedirginlik yaşarlar. Bazıları emekten yana nutuk çekerler, bazılarıysa vatan millet Sakarya havalarında takılırlar. Benim iddiam şu dur ki; bu seçimlerde tesbih çekip, propaganda için yeşil, turuncu, kırmızı ve mavi fes dağıtan ve üç Kulvu Allah Bir Elham ile konuşmasına başlayan adaylar göreceğiz. Eğer ki iddiam da yanılırsam anlayın ki Türkiye’de iktidar değişmiştir!
 18 Kasım 1968 tarihinde Özker Yaşın’in Savaş Gazetesi’nde yayınlanan “Rahat Bırakın Bizi” başlıklı şiiri bugünlerimize ışık tutmaktadır. Bugün siyasetin toplumsal sorunlara karşı duyarsızlığı ve halkına karşı saygısızlığı konuşulurken, siyasal deneyimlerimizin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. KKTC Meclisi’nin artık Kıbrıslı Türkleri temsil ettiğini söylemek zor. Reylerimizle seçtik ama transferleri hesaba katmadık. Adlarına mebus, vekil dedik. Fakat vekâlet ettikleri yurttaşın hakları değil, yandaşın çıkarları oldu. Halkın gailesi onların eğlencesi oldu. Cesaretine ve dizelerine hayran olduğum vizyon sahibi  Özker Yaşın’ın bu şiirinde yazdığı gibi;

Rahat Bırakın Bizi
Ulusal Hödükler memleketinde seçimler yapılacağına dair bir haber yayılınca sayıları 200’e yaklaşan mebuslar hep bir ağızdan aşağıdaki şiiri okudular. Bu mebuslar ile yaşadığımız memleketin mebusları arasında hiç bir ilişki olmadığını bir kere daha açıklarız.

Adımız mebus konmuş, önemli kişileriz,
Gerekirken konuşmaz, gerekmezken gürleriz,
Yılda bir toplanarak müddeti erteleriz…
Kaç yıldır dayandınız, az daha sıkın dişi,
Rahat bırakın bizi, kapalım yetmişbeşi…
***
Mecliste para için yaman bir güreş oldu,
Onaltıyken aylıklar şimdi yetmişbeş oldu,
Piyango çıkmış gibi yaşamak beleş oldu…
Bu tip bir mebusluğun dünyada yoktur eşi,
Rahat bırakın bizi, kapalım yetmişbeşi…,
***
Kapıldık gidiyoruz sekiz yıldır bir sele,
Davetliyiz her gece bir büyük kokteyle,
Şu SAVAŞ nereden çıktı, alıyor bizi tele,
Hatırlarsın topuzla yürütülen geçmişi,
Rahat bırakın bizi, kapalım yetmişbeşi…
***
Göçmenler dertlerini halletsinler, bize ne?!
İşte yollar açıldı dönsünler köylerine,
Tayinle mebus olduk, lüzum yok reylerine…
İnsan çok üzülürse fazla gelirmiş çişi,
Rahat bırakın bizi, kapalım yetmişbeşi…
***
Yarın yine baştayız sallayarak bir nutuk,
Bu cav cuv dalgasında hepinizi uyuttuk,
Yıllar var ki Meclisin yolu nerede unuttuk…
İnşallah uzaktadır şu tatsız seçim işi,
Rahat bırakın bizi, kapalım yetmişbeşi…1

Özker Yaşın, bu dizeleri uygun görmüş, o savaş ve yokluk yıllarında bundan çıkar elde ederek halkı ezenlere, toplumun sırtına basmaya pek hevesli olanlara…
Ben de söz meclisten içeri diyorum…

DİPNOT

1Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Demeden Edemediklerim”, 18 Kasım 1968, Sayı:4, Sayfa:3







21 Mart 2013 Perşembe

KABUĞUNU BIRAKAN KAPLUMBAĞALAR 4


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
KABUĞUNU BIRAKAN KAPLUMBAĞALAR
4
Göçmenlerin üslerden ayrılmalarına gelmeden önce gizli kalmış bazı gerçeklerin tarihe not edilmesi gerektiğini düşünüyorum. 20 Temmuz 1974 tarihinden itibaren Ağrotur’daki İngiliz Üslerine sığınan Kıbrıslı Türk göçmenlerin buraya kabul edilmelerinde önemli rol oynamış Faik Müftüzade’nin sırrı neydi? O, bir İngiliz Ajanı mıydı? Yoksa her zaman kendi toplumu için canını ortaya koymaktan kaçınmayan bir Kıbrıslı Türk müydü? Kıbrıs Türk Liderliğiyle bir bağlantısı var mıydı? Göçmenlerin nezdinde iyi bir insan ve İngiliz’in dinlediği tek adam olarak bilinmekteydi. Göçmenlerden gizli olarak, onlar için birçok kez İngilizlerle görüşüp kamp koşullarının düzeltilmesini talep etmiştir. Özellikle Kıbrıs Türk Liderliğiyle bağları tam bir sır perdesidir. Bu sır perdesini biraz aralamak istiyorum.
MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ
 Öncelikle 7 Eylül 1964’de Limasol Sancaktarının Faik Müftüzade’ye yolladığı teşekkür mektubu çok önemlidir. Zira buradan yola çıkarak Faik Müftüzade’nin Üslerdeki faaliyetlerinin sadece orada çalışan bir memur göreviyle sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır. “Pek Sayın Faik Müftüzade, Milli mücadeleye atıldığımız ilk günden itibaren her yönden yapmış olduğunuz hizmetleriniz şükranla karşılanmıştır. Her bakımdan ağır şartlar altında bulunduğumuz bu buhranlı devreler içinde Maddi ve Manevi bakımdan zatıâlinizden görmüş olduğumuz yardımlar ilelebet unutulmayacaktır. Cemaat olarak çok ızdırap ve çok acı çektik fakat her şeye rağmen hiçbir zaman şerefle yaşamak azim ve irademizle Mukaddes davamıza olan bağlılığımız sarsılmamış bilakis her geçen gün daha fazla kuvvet bulmuştur. Millete hizmetin ulviyeti Tanrının insanlara bahşettiği en mukaddes bir saadettir. Sizlere bu inançlı duygular içinde en derin minnet ve şükranlarımı sunarım”.  Bu belge ayni zamanda Faik Müftüzade’nin İngiliz Üslerinde üslenmiş olduğu gizli görevi anlamamıza yardımcı olacaktır. Birçok göçmen bu olaylardan haberdar değildir. Hatta bazen Faik Beye karşı kışkırtılarak haksız protestolar da yapmışlardır. Tüm tepkilere rağmen Faik Bey Kıbrıs Türk Liderliğine tam bir bağlılık içinde çalışmıştır. R. Denktaş ile devamlı kontak içerisinde olan Faik Müftüzade aldığı talimat üzerine, Üslendiği görev itibarıyla göçmenlerin kamplardan ayrıldığı günlerden sonra bile orada kalıp çalışmalarına devam etmiştir. 29 Ocak 1975 tarihinde Faik Müftüzade’nin R. Denktaş’a yollamış olduğu mektup şöyledir:  “Birkaç gün önceki telefon konuşmamızda anlaşmış olduğumuz üzere, O.K.T.Y. Yasama Meclisi Üyesi Sayın Ziya Rızkı’nın da görüşü alındıktan sonra, üslerden ayrılan Türk göçmenlerin geride bırakmış oldukları yüz binlerce lira değerinde nakil aracı, traktör vb gibi tarımsal araç, giyim ve ev eşyasına nezaret edip, salimen erken bir gelecekte Kurtarılmış Türk Bölgesine sevkiyatını sağlamayı ve sayısı bini aşkın üslerin Türk personelinin hizmetleri karşılığı ikramiyelerinin ve diğer ödemelerin yapılmasını amaçlayan çalışmalarda bulunmak üzere ben, muavinim Macit Halit ve Üsler Müsteşarlığı kıdemli memurlarından Hasan Halil arzunuza uyarak pek kısa bir müddet daha göreve devam edeceğimizi bilginize arz ederim… Benim ve iki mesai arkadaşımın kısa bir süre daha göreve devam edeceğimizi telefoniyen Büyükelçi Sayın Asaf İnhan Bey’e ve Sayın Bayraktara bildirdiğiniz için bu yazımın birer suretini de onlara iletmeyi uygun gördüm. Burada kalacağım kısa süre içersinde başka herhangi bir arzu ve emriniz olursa memnuniyetle derhal yerine getirmeğe hazır olduğumu ve bu süre hitamında O.K.T. Yönetimince benim hizmetime de ihtiyaç olduğu takdirde emrinize amade olduğumu bildirir, bu vesile ile selam ve en derin hürmetlerimi sunarım”. 

Bu mektubun arkasına R. Denktaş 8 Şubat 1975 tarihinde cevaben şunları yazmıştır: “29 Ocak 1975 tarihli mektubunuz alınmıştır. Sizin ve mesai arkadaşlarınız Macit Halit ile Hasan Halil beylerin bir süre daha üsler bölgesinde kalarak görevlerinize devam etmeniz bizce de uygun görülmüştür. Görevlerinizi tamamladıktan ve bizlerden kuzeye gelmek için iş’ar aldıktan sonra sizleri kurtarılmış özgür Türk bölgesine beklediğimizi duyurur, bugüne kadarki olumlu hizmet ve yardımlarınız için teşekkür eder, derin saygılarımı sunarım.” Bu gizli mektuplaşmaların ışığında vurgulanması gereken konu, aslında; zor geçen mücadele yılları içerisinde bile gerçekten topluma büyük faydaları dokunmuş olan birçok değerimizin yanlış algılamalar, dedikodular, kıskançlıklar ve iftiralar nedeniyle tarihteki saygın yerinin uzağında kaldığıdır.
“TAKSİM”E UÇUŞ
Göçmenlerin, Happy Valley sonra da Paramal Göçmen kampındaki zoraki maceralarında, kamplarda kendiliğinden sosyal bir yaşam oluşmuştu. Kahveler, bakkal, kasap ve kebapçı (Bak Daima Kebapları NP) dükkânlarıyla oluşturulan çadır kentte, 6 aylık belirsizlik ve çilenin sonuna gelindiğinde, takvim 12 Ocak 1975’i göstermekteydi. 27 Ocak 1975’de son göçmen grubu da kamplardan ayrılırken geride sadece çadırları kalmamıştı: Doğup büyüdükleri, çocuklarını evlendirdikleri köyleri, çocukluklarının geçtiği mekânlar, ailelerini defnettikleri, birçok güzel anı ve acının yaşandığı topraklar da geride bırakılmıştı. Göçmenler, kamp içindeki çeşitli olumsuzluklardan ortaya çıkan hizipleşmeler, özellikle birçok erkeğin sıkışmış yaşamlarındaki hareketi, kahvehanelerde kumar oynayarak yakalamaya çalışması çok olumsuz olayların yaşanmasına vesile olmuştur. Kamplardaki olumsuzluklardan maalesef daha çok kadınlarımız ve çocuklarımız mağdur olmuştur. Kamplarda asayişin sağlanması çok kolay değildi. Zira herkes kolayca silah bulabilmekteydi. İngilizler ise çoğu olaya müdahil olmamaktaydı. Bu sosyal koşullardan kurtulup Türkiye’ye gitmek isteyen göçmenleri neler bekliyordu? Şimdi Göçmenlerin Türkiye’ye gittiklerinde yaşadıkları olaylara, kuzeye dönüşlerine ve sonrasına bakalım: Ziya Rızkı göçmenlerin sorumlusu olarak o günleri şöyle dile getirmektedir: “ Uluslararası yasalara göre, bizi isteyen bir ülkeye gitme hakkımız vardı ve biz bu hakkımızı kullanmak istiyorduk. İngilizler sonunda pes ettiler ve isteğimizi kabul ettiklerini bildirdiler. Yalnız nakil işine karışmayacaklardı. “Türkiye sizi taşısın” diyorlardı. Türkiye bizi taşımayı kabul etti. Hava yolu ile Adana’ya gidilecekti. Havayolu ile olduğu için herkesin 30 kilo götürme hakkı vardı. Sadece bir miktar giyim eşyamızı alabildik ve 21 Temmuz 1974’te (20 Temmuz 1974 öğleden sonra NP) sığındığımız Üslerden 12 Ocak 1975’te ayrılmaya başladık ve 27 Ocak 1975’te işlem tamamlandı. Daha önce, hasta yaşlı, öğrenci ve yabancı uyruklular ayrıldığı için geriye kalan 9,391 (9,396 kişi NP) kişi, arkada bıraktıklarına dönüp bakmadan, büyük bir sevinç içinde ayrıldı kamptan… Ziya Rızkı, sözlerine şöyle devam etmektedir: ‘Biz orada büyük bir servet bıraktık’. Şöyle ki, 94 traktör, 5 landrover, 42 otobüs, 19 kamyon, 238 özel araba, 38 van tipi araba, 99 motosiklet, tarım sahasında kullanılan 8 makine, 2 buldozer, 2 çimento yoğurma, 6 bisiklet… Toplam 603 araç gereç bıraktık’ ağırlıkları tahminen 6000 ton… Bize, “Siz uçaklarla gideceksiniz, zabıt tutturarak üslere teslim edin onları, sonra vapur gönderilerek alınıp sizlere teslim edilecektir.” dendi maalesef bu yapılmadı. Rumlar buna karşı çıktı, “Biz de Kuzeyde çok kıymetli araç-gereç bıraktık” diye direttiler. İngilizler, Rumlarla aralarını bozmamak için, araçları bize vermediler. Sonra aldığımız istihbarata göre İngiliz göz yumarak bunları çaldırttı, bir kısmını da kendisi verdi. Türkiye’de bize çok iyi davrandılar, Vali, sorumlular, Kolordu Komutanı ve idaresindeki komutanlar, halk ve kuruluşlar bu 10 bine yakın insanın yerleşip, huzur içinde kalmasına büyük katkı ve yardımda bulundular. Bizi, turistik yerlere, kamu kuruluşlarının dinlenme tesislerine, yurtlara, askeri dinlenme tesislerine yerleştirdiler. Adana, Mersin, Silifke, Hatay ve İskenderun’a kadar yayıldık. Biz, yine nerede olursa olsun yurttaşlarımıza gidiyor, onları kontrol ediyorduk. Çok memnun ve mutluydu halk. 1 Şubat 1975’te İskenderun Limanı’ndan 10 gün süresince Mağusa Limanı’na taşındık. Bu defa, Kıbrıs Türk Halkı bizi misafir etti, daha doğrusu etmek zorunda kaldı. Çünkü “Evleriniz hazır, gelirkenden bütün göçmenler planlandığı gibi kendilerine ayrılan evlere yerleştirilecek” diye vaad edenler, bizde umutlar yaratanlar maalesef bu konuda sözlerini tutmadılar, ne planlanan bir şey vardı, ne de bizi bekleyen evler…”1
Bu günleri İskenderun’daki askeri dinlenme tesislerinde geçiren ve sonra hasbelkader Güzelyurt’ta zar zor buldukları evlerine sığınan Göçmenlerimizden Nafiya Peköz yaşadıklarını şöyle anlatmaktadır: “Altı ay sonra dediler bize Türkiye’ye gideceksiniz, oradan da döneceksiniz kuzeye.  Hatta çocukların kıyafetlerini ve kıymetli eşyalarımızı yeşil bir arabamız vardı onun içine goyduyduk.  Dedilerdi daha sonra arabalarınızı da yollaycayık kuzeye. Bizda inandıydık, galdı hep kampta her şeyimiz. Sonra indik uçaktan İskenderun’daki askeri kampa, kadınlar ayrı erkekler ayrı taraftaydı. Ama burada da yaşam çok zordu. Bir aya yakında galdık onda. Benim Salih çok ateşlendiydi, çok kötü olduydu çocuğum, zaten yemeklerde çok acılı ve çocukların yiyemeyeceği şekildeydi. Biz bilmezdik, o zaman öyle kutularda pastörize süt. Galiba verirlerdi onlardan ama biz toz süt gullanırdık diye, onları da içeremedik çocuklarımıza. Hatırlarım, eniştem Emin İskenderun’da da yattıydı hastanede ta ki gelelim Kıbrıs’a. İskenderun’da kampta söylerlerdi ki; gidince Kıbrıs’a boş bulduğunuz eve girin.  Döndüğümüzde vapurnan geldik Girne’ye. Önce yerleştirdiler bizi Lapta’da, şu şimdi huzurevidir. Biz oradan Lefkoşa’daki ailemize gittik. Daha sonra geldik Güzelyurt’a ne ev bulabildik ne da hiç. En son Erdoğan buldu aha bu evi, hiçbir şey yoğudu içinde, kapıda açık, girdik buraya. Asker (TSK askeri birliği) vardı o zamanda yanımızda, ilk dedilerdi çıkında olmaz burası, ama Erdoğan daha sonra gittiydi iskâna ve galdık bu evde.”2
 

“NO” or “GO”
Göçmenlerin Türkiye’ye gitme maceralarını ve kamptan ayrılışlarını Bayram Çelik şöyle anlatmaktadır: “Paramal Kampında zaman zaman Ziya Rızkı göçmenlere konuşmalar yapardı. Ocak ayında (1975 Ocak NP); “artık özgür olacayık, bu tarafta bıraktığınız imkânlarınızı orda (kuzey NP) bulacaksınız, evleriniz ve içinde eşyalarınız hazırdır.” dedi. Daha sonra Ağrotur havaalanına gelen THY uçaklarıyla Türkiye’ye Adana’ya yolculuğumuz başladı. Burada aklımda kalan herkesin ancak bir çanta kıyafet alabileceği bilgisi verilmişti. Hatta Adana’ya giderken iki pantolon ve bir gömlek aldım. Tahta bir gitarım vardı, onu kampta bırakmıştım, sonra çok üzüldüm. İngiliz bize gitmeden önce bir belge imzalattıydı. Bu belgede No – Go seçenekleri vardı. Yani İngiliz sorardı; Türkiye’ye gitmek istiyor musunuz? İstiyorsanız Go, istemiyorsanız No gibisinden. Bende İngilize sordum; No desem ne olacak diye, İngiliz bana dedi ki; ‘No da desen Go da desen gideceksiniz’. Sonra uçaklara bindik ve Adana’da İmam Hatip Lisesine yerleştirildik. Orada genel bir sağlık kontrolü yapılmamıştı. Fakat kayıt tutulmuştu. İmam Hatip Lisesinin ranzalarında kalmıştık. Okulun büyük bir salonu vardı. Bir gün oraya bir hayli elbise getirildi, ihtiyacı olan göçmenler alsın diye. Ben de bir mont aldıydım. Burada çok enteresan bir olay da yaşadık. İmam Hatip Lisesine Adana Müftüsü geldi, hatırlarım adını Cemaleddin Kaplan (Karases olarak bilinen, 15 yıl Adana Müftülüğü yapmış olan ve daha sonra irtica hareketlerinden ötürü Almanya’ya kaçan meşhur Cemaleddin Kaplan NP). Bu beyefendi buradaki göçmenlere bir vaaz verdiydi. Yani; Cemaleddin Kaplan’dan da vaaz almıştır Kıbrıslı Türk göçmenler. 15 gün kadar kaldık buralarda. Daha sonra İskenderun’dan Yeşilada feribotuyla Mağusa’ya geldik. Oradan 3 otobüsle Çatalköy, bu kahvelerin olduğu meydana resmen indirilip atıldık. Birçok insan ev bulamadı. Birçok aile parçalandı ve değişik bölgelere dağıldı. Zaten daha sonra Ziya Rızkı’nın göçmenlere yapılan bu adaletsizliğe sinirlenerek Kıbrıs Türk Liderliği ile arasının açılması ve demokrat saflara geçerek baskı rejimine karşı mücadele etmesinin sebebi de bu olaylardır”.3
Ziya Rızkı daha sonra gazeteci Neriman Cahit’e verdiği röportaj’da kuzeye geçen güney göçmenlerine yapılan bu haksızlıkları şöyle değerlendirmiştir: “Aradan aylar geçti, 10 bin kişi daha önce yaşadıklarımızın daha beterini yaşadık, perişan olduk. Köyler parçalandı, akrabalar bile birbirinden ayrıldı. O bile doğru dürüst yapılamadı. Mesela Kandu Köyü Bostancı’ya yerleşecek dendi ama sonuçta bir kısmı, Bostancı geri kalanlar da Mağusa’ya yerleştirildi. Aileler parçalandı, bir yabancılığa düşüldü, köklerinden koparıldı insanlarımız. Mesela Limasol Girne ve çevresine yerleştirilecekti hesapta ama yapılmadı. Bunun yerine, Girne, Güzelyurt, Mağusa ve başka yerlere dağıtıldık. Halk perişan oldu. Birbirini kaybetti, yeni yerleştiği yerlere uyum için bocaladı. Gerek Baf gerek Limasol ve gerekse Larnaka’dan gelen göçmenler, hep aynı sorunları yaşadı. Köyünden, kentinden kopup gelen ve “her şeyiniz hazırdır” denen bu insanlar plansızlığın programsızlığın kurbanı oldular.”4
Bugün, güneydeki köklerinden kopup kuzeye göç eden/ettirilen insanlarımızın yaşamış oldukları tüm zorluklara rağmen “bugün daha kötü hissederiz” demeleri düşündürücüdür. Birçoğu bu kadar olaydan sonra kamplarda yüzümüz zaman zaman da olsa gülerdi. Biz bu mücadeleleri bugünleri görmek için vermedik demektedirler. Bu yazı dizisinin oluşmasında hayatlarından kesip bana zaman ayıran; Erol Höyük, Bayram Çelik, Erçin Hurşitoğlu, Tayanç Kırok, Erdoğan-Nafiya Peköz, Ayşe Çelik, Çatalköy Muhtarı Raif Gözgünel, Ayhan-Peyman Höyük, Hüseyin Özuslu, Yılmaz Alagül, bana arşivlerini açan Hüseyin Güven nezdinde Ziya Rızkı Vakfına, değerli bir diplomatımız olan Hakkı Müftüzade’ye ve bana gösterdiği hoşgörü ve yardımlarından dolayı hayat yoldaşım Şebnem Şansal Pınar’a teşekkürü bir borç bilirim.

 1 Cahit Neriman, Bir Hayata On Hayat Sığdıran Bir Limasollu, Ziya Rızkı Vakfı Yayınları, S.28-29
2 Nafiya-Erdoğan Peköz ile yapılan söyleşiden, Güzelyurt, 29.07.12.
3 Bayram Çelik’le yapılan söyleşi, Çatalköy, 31.07.12.










4 Cahit Neriman, Bir Hayata On Hayat Sığdıran Bir Limasollu, Ziya Rızkı Vakfı Yayınları, S.29

KABUĞUNU BIRAKAN KAPLUMBAĞALAR 3


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
KABUĞUNU BIRAKAN KAPLUMBAĞALAR
III
Dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kurt Waldheim, 1974 yılı Ağustos’un son günlerinde Türkiye, Kıbrıs ve Yunanistan arasında bir mekik diplomasisi uygular ve bunun sonucunda tamamen insani konuları görüşmek üzere Rauf Denktaş ve Kıbrıs Rum lideri Glafgos Klerides arasında haftada bir sefer olmak üzere toplumlararası görüşmeleri başlatır. 26 Ağustos 1974 günü bu toplantıların ilki gerçekleşir. Yapılan ilk toplantılarda Kıbrıs dışında öğrenim gören öğrencilerin, hasta ve yaralılarla 18 yaşından küçük olan esirlerin, öğretmenlerin ve ailelerinden ayrı düşen yaşlı kimselerin serbest bırakılması kararlaştırılır. Bu konuyla ilgili olarak Türk bölgesinden güneye göç etmek isteyen Rumlarla Rum bölgesinden kuzeye göç etmek isteyen Türklerin mübadele tarihinin de 13 Eylül 1974 günü tespit edilmesi kararlaştırılır. 1 Siyasi arenada oynanan adanın taksimine yönelik oyunlardan habersiz, zor şartlarda kuzeye geçecekleri günü bekler olan göçmenleri bir sürpriz bekliyordu. Makarios adaya döner dönmez, nerdeyse ilk iş olarak Göçmen kamplarındaki Kıbrıslı Türkleri ziyaret etmek istemişti. Makarios’un amacı hiç kuşku yok ki güneyde kalan Kıbrıslı Türkleri köylerine dönmeye ikna etmek ve Kıbrıs’ta taksime engel olmaktı. İşte bu şartlarda belirsizlik içerisinde Paramal ve Episkopi kamplarındaki göçmenleri birlik içerisinde tutmak, Kıbrıs Türk Liderliğine bağlı hareket etmelerini sağlamak için Ziya Rızkı çok çaba harcamıştır. O günleri Ziya Rızkı şöyle anlatmaktadır: “Bir gün beni, Şinasi Özdeş Hoca ve Fikri Karayel’i acil olarak Üs komutanı, Mareşal’in huzuruna çağırdılar. Oranın görevli idare memuru olarak Müftüzade yine oradaydı. Ne oluyor der gibi, merakla gittik, sabah saat 11.00 civarındaydı. Mareşal bize bir açıklamada bulundu: “Saat 12.00’de Cumhurbaşkanınız üslere gelecek ve kampları ziyaret edecek, sizin için ‘Faydalı açıklamalarda bulunacak, buna yardımcı olun’ dedi. –Denktaş Bey mi geliyor? ‘Bize bildirmesi lazımdı, bizimle teması var’ dedik. –“Hangi Denktaş Bey, bu memlekette bir tek Cumhurbaşkanı var, o da Makarios’tur. Bir memlekette 2 Cumhurbaşkanı olmaz” dedi. –“Vallahi, bizim Cumhurbaşkanımız Denktaş’tır, başka birini tanımayız. Bizi yakıp, yıkıp, kesen birini Cumhurbaşkanı olarak tanımamız mümkün değil” dedim. Kızdı Köpürdü: - “Ziya Bey, burası üslerdir, İngiliz hâkimiyeti geçerlidir. Buraya kimin gelip, kimin gelemeyeceği kararını biz veririz. Onun için Ekselans Makarios saat 12.00’de gelecek ve hem Episkopi, hem de Paramal kamplarını ziyaret edecek. Siz ona göre hazırlanın… Ben de sinirlenmeye başladım ve şöyle dedim: -“Bu sizin kararınızdır sayın komutan. Ben size tavsiye ederim ki, böyle çok feci bir yanlış yapılmasın. Bu da benim tavsiyem. Size söyleyebilirim ki, biz hiçbir şekilde halkı etkilemeyeceğiz ama halkın öfkesi neye varır bilemem…” –“Siz karışmayın” diyerek bizi dışarı çıkardı. Çıkarkenden Şinasi Hoca bir kampa, Karayel diğer kampa gitti. Halkımızı iyi tanırdık. Neticenin ne olacağını kestirebiliyorduk.  Makarios gerçekten saat 12.00’de geldi. Müftüzade, üslerden bir landrover polis ve kendi korumalarıyla 5 kadar arabayla geldi. Paramal kampına girme teşebbüsünde bulundular. Kampta 7 bin insan vardı. Bu kalabalık gözlerini gelenlere dikmiş bakıyordu. Birden bire bir dalgalanma oldu. “Biz Makarios’u dinlemek istemeyiz. Geri dönün” diye taş atmaya başladılar. Bir kısmı Makarios’un arabasının etrafını sararak taşlarla vurmaya, bağırıp, çağırmaya başladı. Üs polislerinin landroverlerini devirdiler. Makarios, durumun vahametini hemen kavradı, sivil korumaları daha ellerini silahlarına atmadan, “Sakın silah kullanmayın, geri dönüyoruz” diyerek, sonu ne olacağı hiç kestirilemeyen bir facia da böylece önlendi… 

Halk galeyana gelmiş, öfkesi kabarmıştı. Bir türlü önü alınamayan bir ırmak gibi önüne geleni yıkmak, sürüklemek istiyordu. Yollara taştı ve gece saat 7.00’ye kadar, 12 bin göçmen, Limasol, Baf yolunu kapattı. Hiçbir taşıt geçemedi. Durumdan ürken bazı Rum şoförler arabalarını orada bırakarak dağlara kaçtı. Öfke dalga dalga büyüyordu… Müdahale etmesek neler olurdu kim bilir. Halk o günlerde hep İngiliz’in yanında duran Müftüzade’ye de çok kızıyordu. İngiliz’in ne yapmak istediğini de anlamıştı: “İngiliz bizi gönderip, Müftüzade’yi kamp sorumlusu yapacak ve halkı dağıtacaktı”.
Ziya Bey’in anlattıklarını değerlendirmeden önce şunu belirtmeliyim ki, Faik Müftüzade ile Göçmenlerin sorumlusu Ziya Rızkı arasında hep bir Liderlik kavgası olmuştur. Zira İngiliz her olayda önce Faik Müftüzade ile işleri halletmeye çalışmaktaydı. Bu Ziya Bey’in göçmenler üzerindeki otoritesini kırmaktaydı. Dahası Makarios’un gelişi sonrası olayların bir fiil içinde olan Tayanç Kırok’un anlattıkları bu çekişmenin canlı bir kanıtı gibidir.
KİM YAKTI BE BU ARABAYI?
O günlerin ekonomik, sosyal ve siyasal zorluklarını 20’li yaşlarında göğüsleyen göçmenlerden biri Tayanç Kırok’u hatırlayanlar “deli-dolu, cesur sözünü sakınmayan biriydi”. * demektedir. Bugün bende bıraktığı izlenim ilerleyen yaşına rağmen halen gençlik yıllarındaki ruhunu koruduğudur. “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Resmi Cumhurbaşkanı” unvanıyla Makarios’un Göçmenleri ziyaret etme girişimine tanık olan Tayanç Kırok o gün olanları ve sonrasını şöyle anlatıyor: “ O gün saat 12:00 civarlarında, ben anayolun kenarında yürürdüm. Duydum göçmenler bağırır; “Makarios gelir kamplara…” diye. Ben, koştum yoldan aşağıya doğru; Anayol’dan (Limasol-Baf anayolu NP) içeriye çadırlara giren toprak yol vardı, oraya doğru. Gördüm üç araç döndü, daha doğrusu; önden bir araç döndü öyle 7-8 metre gerisinden da ikinci araç döndü toprak yola, ki bunun içinde Makarios vardı. Üçüncü araç dönmeden arabaların önünü kesdiydik. O üçüncü araç anayolda durmak zorunda kaldıydı. Ben, ansızın buldum gendimi Makarios’un aracının sol tarafında, 3-4 metre uzağında. Açtı camı Makarios öyle iyi niyetli ve gülümseyerek, sanki bir şeyler söyleyecek gibiydi. 
Eğildim aldım daşı savurttum arabanın camına doğru, Makarios arabanın sol arka tarafında otururdu. Koruması kapattıydı hemen camı, o daş ki attım, vurdu cama ve fırladı geriye doğru. Camlar gurşun geçirmezdi zannederim. Daşı atınca, korumaları, ön arabadan 4 kişi, Makarios’un içinde olduğu arabadan da iki kişi çıktılar ve kalabalığa doğru silah kurdular. Başladılar “Bisso Re Turko… Bisso Re Turko” (Geri çekil Türk NP) diye silahlarla bizi geri püskürtmeye ama git gide büyüdü kalabalık, Makarios eliyle işaret etti ve ateş etmeden arabaya bindiler. Yüzlerce insan olduydu bir anda arabalara doğru gelen, Makarios anladıydı, bu işin iyiye gitmeyeceğini. Ben olayları başlatan kişilerdendim. Yanımda, ilk olaylar başladığında, hatırladığım oralarda, yakınlarda Mehmet Doğan vardı. Sonradan kim duyduysa ki geldi Makarios, büyük bir hınçla gelirdi arabaların olduğu yere doğru. Korumalar da arabaya girince, anayolun başında kalan araba döndüydü yukarıya doğru, zaten Makarios’un arabası ve önündeki korumaların olduğu araç çadırlara giden toprak yoldan ancak 25-30 metre kadar içeriye girebilmişti. Fakat geri dönüp kaçmaya başlayınca arabalar, Makarios’un arabasını sardıydık oradaki gençlerle, sallardık arabayı devirelim diye, tam anayola çıkarken araba toprak yolun bitimindeki asfalta oturduydu, yani tekerlekler boşa dönerdi, belki da biz sallamasak o arabayı tekerlekleri denk gelip çıkamayacaktı anayola. Biz, 20-30 kişi olduyduk arabanın etrafında, sallayınca arabayı tekerlekleri oturdu asfalta ve bastı gaza çıktı anayola. Görünce biz ki arabalar yukarı Leymosun’a doğru döndü, o zaman zannettik gidecek yukarı kamplara, başladık yürüyelim yukarı doğru. Yolları hep kesdiydik. Bu yolda yürüyen insanlar hınçla, önüne gelen ne varsa, büyük bir dalga gibi yıkıp geçiyordu.  
Baf’dan Leymosun’a doğru işleri gereği Rum kamyonları çıkarken, gördüler insan seli gelir üslerine doğru, tabi korktular, araçlarını terk ederek İngiliz’in nöbet yerlerine sığındıydılar. Arabalarına çok hasar verdiydik. Hatırlarım, bu yolun kenarında Rumlara ait bir üzüm tankeri park edilmişti. Hep açtık vanalarını, aktı üzüm suları yolların içine, daha sonra kırdık camlarını ve zarar verdik. Hatta kamyonların birinde bir kesik domuz başı bulduydu birileri (Neşet Sukuşu NP) ve sürüklerdi yollarda. Ben, en öndeydim, yukarı Paramal kampına doğru binlerce insanla bağıra-çağıra yürürdük. Halk galeyana geldiydi.  Kamptan 100-150 metre kadar uzaklıkta anayola yakın Rum işçilerin Landroveri vardı ve kazarlardı yolu. Bu aracın arkasında komprosör bağlıydı. Rumlar görünce ki gelirik üstlerine doğru, kaçtılardı. Benimle birlikte birçok insan devirdik o Landroveri, kırdık camlarını da, fakat ben dedim: ‘be yarın gelecekler götürüp onaracaklar bu aracı’, arabanın yanında işçilerin kullandığı gusbo (Kazma NP) vardı. Aldım yerden gusboyu vurdum Landroverin benzin dangına (Benzin Tankeri NP), sonra çaktım kibriti attım üstüne, birden alevler çıktı ta gökyüzüne, bir baktım etrafımda kimse kalmadı. Çok geçmeden gördüm karşıdan gelir Ziya Arap (Ziya Rızkı NP), yanında İngiliz subayı ve birkaç kişi daha,  Arap Ziya açtıydı ellerini yana öyle hızlı hızlı yürürdü, çok sinirliydi. Hiç unutmam dediklerini; -‘Kim Yaktı be bu arabayı?’ -ben yaktım dedim. Bunun üstüne Arap Ziya dedi bana - ‘Bu sorumsuz hareketinden dolayı, seni kuzeye helikopterinan yollaycam’ ben da dedim gene: -‘Allah duysun sana Ziya Bey, hem Rum da tutmaz beni yollarda’ bu cevabımdan sonra çok sinirli bir halinan, Arap Ziya; -‘Allah belanı versin’ dedi bana. Bu olayın olduğu günün akşamı Ziya Arap geldi kampa. Çekti beni bir kenara konuştuk. O akşamüzeri dediklerini da hiç unutmadım: -‘Bugün yaptığın doğruydu, sen doğru olanı yaptın ama İngiliz’in yanında mecburdum öyle davranayım’ dediydi. Hem dediydi ki; -‘bu Müftüzade (Faik Müftüzade NP) İngiliz’in ajanıdır. Şimdi o da gelecek aşağı arabaların durdurulduğu yere, konuşsun, bir fırsatını bul ve vur gene bir sağlam yumruk da anlasın İngiliz ki istenmez bu adam, bitsin bu iş artık’. Şimdi düşündüğümde eğer Makarios’un geldiği gün o arabalar kampın içine girmiş olsaydı çok ölümler olacaktı… 3   
Makarios’un geldiği gün birçok göçmen olay yerine gelmeden Makarios kaçmıştı. Fakat genel görüş olarak yaptığım söyleşilerde Makarios’u ilk karşılayanların; 25-30 kişilik genç, kadın ve çocuklardan oluşan bir kitle olduğunu söylemek mümkündür. O günlerde 16 yaşında olan Erçin Hurşitoğlu  Makarios’un geldiği günü şöyle hatırlıyor: “Yolun (Limasol-Baf Anayolu) kenarındaydık. Duyduk ki gelir Makarios hep koştuk aşağıya doğru. Ben oraya gittiğimde arabaların yanında çok insan yoktu. Çadırlara girmeden harnupların altında gurbetler (Çingene NP)kalırdı. İlk, hatırlarım bu gurbetlerden bir kadın vurduydu süpürge sapını Makarios’un arabasına ve kırıldıydı değnek, kadın bağırırdı: “ Öldürttün bize çocuklarımızı, utanman da gelin bura…” sonra taşlamalar, arabaya saldırmalar olduydu, o sırada biz geride kaldıydık, büyükler geldiydi. Sonra arabayla kaçtılar. Hep insanlar döküldüydü yollara…4
“NE ÇADIR, NE BATTANİYE AMACIMIZ TÜRKİYE”
Bu olaylardan sonra Göçmenler her fırsatta İngiliz üslerine doğru yürüyüşler düzenlemeye başlar. Türkiye’ye gitmek amacıyla yapılan bu protesto yürüyüşleri sırasında “Ne Çadır, Ne Battaniye Amacımız Türkiye” sloganları atılıyor. “We Have The Right To Move To Turkey”, “We Want Freedom" gibi yaftalar ve Türk bayrakları taşınıyordu. 10 Kasım 1974 tarihinde Rauf Raif Denktaş kampları ziyaret eder ve halka konuşma yapar. Denktaş, Makarios’un aksine sevinç çığlıkları içerisinde omuzlarda gezdirilir. Denktaş konuşmasında genel hatlarıyla şunları söyler: “Merak etmeyin, kuzeye geçeceğiniz günler yakındır. Burada bıraktıklarınızı orda bulacaksınız. Kuzey’de evleriniz hazır, üzerinde anahtarları ve eşyalarıyla sizleri bekliyor”. Birçok göçmen yıllar sonra da olsa bu sözleri unutmazlar. O günlerin milliyetçi atmosferinde atılan nutuklar göçmenler tarafından çılgınca alkışlanmaktadır…
O MASADA NE KONUŞULDU?
Bugün Çatalköy Muhtarı olarak görev yapan Raif Gözgünel, Rauf R. Denktaş’ın İngiliz üslerine geldiği günü şöyle anlatıyor: “Ben kamplarda kalmazdım. İngiliz Üslerinde İaşe Sorumlusu (Caterer NP) olarak çalışmaktaydım. Onun için İngiliz bana lojman verdiydi. Üslerde kalırdım. Bir gün bizim sorumlumuz bir kadın komutandı Yarbay, İaşe Sorumlusuydu. Dedi ki; “Denktaş Bey ve İngiliz Dışişleri Bakanı James Callaghan gelecek üslere ve yemek verilecek onurlarına.” İşte biz bu yemek masasını hazırladıydık. Bu yemek 8 kişilikti. Havacıların Ordu Evinde tertiplendiydi. 8 Kişilik ekipte Rauf R. Denktaş, İngiliz Dışişleri Bakanı James Callaghan yine İngiliz’in önemli Komutanlarından Ortadoğu Hava Kuvvetleri Mareşali, Dikelia’daki Üs komutanı ki bu Kara Kuvvetleri Komutanıydı ve Faik Müftüzade ile 2-3 kişi daha vardı, bu toplantıda. Ziya Arap yoktu. 

Bu yemekli toplantıdan sonra Denktaş Bey, Episkopi ve Paramal kamplarını ziyaret etmişti. (Burada üzerinde düşünülmesi gereken konu bu kadar önemli bir toplantıda, göçmenler için varını yoğunu ortaya koymuş olan Ziya Rızkı’nın olmamasıdır. NP) Raif Gözgünel üslerde görev yaptığı süre zarfında birçok gizli saklı toplantıya da şahit olmuştu. Raif Gözgünel şöyle anlatıyor: “Yine 1975 yılının ilk aylarında üsleri ziyaret eden 20-25 kişilik İngiliz Parlamenter grubuna yemek verdiydik. Bu yemekte konuşulanları hiç unutmadım. Burada şunu duymuştum: “Ortadoğu Komutanı Hava Mareşal’i Parlamenterlere bu iş bitti, tava sapı dedikleri Karpaz’da Türkiye’ye bir üs verilecek. Biz (İngiliz NP) yerimizde kalacağız. Güney’de Makarios, Kuzey’de de Denktaş. Ada iki parçadan oluşacaktır.” 5 Bu tarihi olayları yaşayan göçmenlerin 6 ay kadar kaldıkları bu kampları terk etme vakti gelmişti…
Devam Edecek…
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               


*Erçin Hurşitoğlu ve Harper Özlatif ile yapılan söyleşiden, Girne, 14.08.12
1 Rauf R. Denktaş, Rauf Denktaşın Hatıraları, Cilt: 9, İstanbul, Mart 1999, s. 427.

2 Cahit Neriman, Bir Hayata On Hayat Sığdıran Bir Limasollu, Ziya Rızkı Vakfı Yayınları, S.28

3 Tayanç Kırok ile yapılan söyleşiden, Çatalköy, 13.08.12
4 Erçin Hurşitoğlu  ile yapılan söyleşiden, Girne, 11.08.12
5 Raif Gözgünel ile yapılan söyleşiden, Çatalköy, 13.08.12

KABUĞUNU BIRAKAN KAPLUMBAĞALAR 2


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
KABUĞUNU BIRAKAN KAPLUMBAĞALAR
II

20 Temmuz 1974’ den sonraki günlerde yavaş yavaş İngiliz’in Paramal’a kurduğu çadırlarda yaşam mücadelesine başlayan göçmenler için şartlar çok zordu. O günlerde Göçmenlerin sorumlusu konumunda olan Limasol Milletvekili Ziya Rızkı durumu şöyle anlatıyordu: “Orada feci bir manzara ile karşılaştık. Yüzlerce insan, bir çadır bulmak ve bir yerlere sığınabilme telaşı içindeydi. Yardıma büyük ihtiyaçları vardı. O bölgenin bir milletvekili olarak onlara karşı sorumluluklarım vardı. Derhal bir organizasyona giriştim. Bana bu konuda yardım edebilecek arkadaşları tespit ettim. Oraya gelen çok değerli arkadaşlar vardı. Üslere sığınan köylerin muhtarları vardı…
Muhtar ve köy temsilcileriyle bir araya geldik. Bunların yanında, hemen bir takım komiteler kurduk: a-) Teberru işleriyle ilgili komite görevlileri; Kubilay Çaydanlı, Kadir Usta, Ahmet Osman ve Mustafa Derviş. b-) Sağlık ve Sıhhiye görevlileri: Dr. İsmet Mustafa, Dr. Çelen Mehmet, Ergün Şükrü, Kasım Derviş ve Mustafa Tolgay. c-) Nüfus Kayıt işlerinden sorumlu; Kubilay Raif, Ekrem İbrahim ve Ali Behçet idi. d-) İaşe ve İbade sorumluları; Fikri Karayel, Osman Cemal, Şinasi Özdeş ve Zeka Salih’ti. e-) Posta görevlileri: Fecriye Zihni, Hatice Salih ve Naciye Derviş’ti. f-) Emniyet Sorumluları: Yüzbaşı Orhan Hasan, Talat Aksoy ve Çavuş Raşit Mehmet’idi. g-) Şikâyetlerden sorumlu; Mehmet Şefik ve Ekrem İbrahim’di. h-) Çarşı kontrol sorumlusu; Kemal Durmuş’tu. Bu komiteler kurulduktan sonra sistemli bir çalışmaya başladık ve ihtiyaçlarımızı üsler komutanına bildirerek, yardımcı olmaları için ısrar ettik. En büyük ihtiyaç çadırdı. Çadır bulamayan insanlar perişandı. Oysa devamlı göçmen geliyor nüfus gittikçe çoğalıyordu. Tam bir ay sürdü çadırlara girebilmemiz. Bu komiteler kurulduktan sonra en çok üzerinde durduğumuz emniyet ve disiplin içerisinde yaşamaktı. Kolay değildi bunu sağlamak. Bunun için orada bulunan 13 emniyet personeli için çok yorucu bir görev başladı. Hırsızlık, yerleşmede disiplin Zapt-u rapt altına alındı. Happy Valley’de 13 Paramal’da da 7 polisimiz vardı. Zamanla, sorumlu üsler idarecileriyle temaslarımız yoluna girdi. Emniyet personelinden sonra TMT’de görev yapanları da ayırdık ve onlarda emniyet mensupları gibi görev yapmaya başladı. Buna büyük ihtiyaç vardı. Çünkü ilk 7 bin idik ama kısa zamanda 10 bini aştık. Tuvalet bile sorundu. İngilizler de yardımcı oldu, bunu da aştık. Hastalar, yaşlılar vardı. Yine bir araştırmadan sonra stajyer doktorları; Dr. Ahmet Yalaovalı, Oktay Mehmet, Cemile Kemal, Özgün Enver, Ergün Ahmet, İsmet Avcıoğlu ve Önsev Hüseyin’i de kattık sağlık ekibine. Lefkoşa ile irtibatı, Erdem Hasan (Üslerde Taksi yazahanesi vardı) vasıtasıyla. Bir de gizli telsizimiz vardı. Paramal’da. Bu organizasyondan sonra yönetimin en üst kademesi (R.R. Denktaş) ve üs komutanlarından neler istediğimizi, ihtiyaçlarımızın bir listesini çıkarttık ve ilettik. En büyük ihtiyaçlarımız battaniye, erzak ve çadırdı. Bu sorunlarla başa çıkmak kolay olmadı. Hele ilk 15 gün bunu hiç sağlayamadık. Yakın köylerin halkı, köylerine dönmek istiyor ve bunda direniyordu. Bir katliam ihtimali her zaman vardı. Onları gözü kapalı gönderemezdik. Böyle olunca da bir bölümü, diğer insanları da rahatsız edecek, paniğe ve strese sokacak söylentiler yayıyordu: “Ziya Rızkı bizi aç bırakacak v.b.) siyasi yönden ayrılığımız olan kişilerde bunu körüklüyordu. Hatta bir gün ben üs komutanı ile görüşürken, çadırımı yakmaya teşebbüs ettiler. Bunların sayıları az da olsa, o şartlarda rahatsızlık yaratabiliyordu…
 Kampta sağlık konusu çok önemliydi; Bunun üzerinde de titizlikle duruyorduk. Hem insanımızın hem çevrenin sağlığı ve hem de bir salgın tehlikesine karşı… Bu konuda doktorlarımız yerinde atabilecekleri yapabilecekleri müdahale ve tedavileri yapıyorlardı. İlaçlar İngilizler tarafından imkânlar dâhilinde veriliyordu. Doğum, ameliyat gibi yerinde yapılamayan vakalarda Ağrotur Hastanesine gönderiliyordu. Ama, orada da yalnız bırakılmıyor, gidip kontrol ediliyordu. Kampların temizliği çok önemliydi. Sıhhiyeciler çevreyi kontrol ediyor, İngilizlerin yaptığı helâ ilaçlanıyor, yine de bazı istenmeyen olaylar çıkabiliyordu. Çöplerimizi ise İngilizler alıyordu. Diğer önemli bir husus, merkezle anlaşarak, yüksek tahsiline devam eden öğrenci ve hastalık sınıfına giren kişileri, ölecek, ağır hastalık, ailesi Lefkoşa’da olanları ve yabancı uyruklu olanları, üsler komutanlığıyla görüşerek, kamptan ayrılmalarını sağladık. Parasızlık nedeniyle yaşanan sorunları ise; Kamuda çalışan, fakir olup da yardım alanlara maaşlarını getirmek için çok çalıştık. Bunu Limasol Kooperatif Bankası vasıtasıyla sağladık. İki üç kişiyle Limasol’da çalışıyordu. Müdürü Mustafa Berberoğlu, bizzat gelip maaşları getiriyordu. Bu dağıtılmaya başladığında, büyük bir rahatlama geldi. Memurun, mücahidin, en fakirin eline biraz para geçti. Karavana dediğimiz, ikinci önemli bir hususta oydu. Gıda malzemesi geldikçe bunları ailelere, nüfusuna göre dağıtıyorduk. Bir de ayrıca yemekhane kurduk. Yemek yapamayanlara, yakını olmayıp çaresiz olanlara hizmet veriyorduk.”1Happy Valley’den sonra çadırların kurulmasıyla Paramal Göçmen kampına yerleştirilen göçmenlerimizden Bayram Çelik o günleri şöyle anlatıyor: “Kampta ölenler olduydu; yaşlılar dayanamadıydı bu koşullara. Bazıları: mücahitler, kamu çalışanları, üslerde çalışanlar gibi maaş alırdı. Ama herkes bu kadar şanslı değildi. O şartlarda bile ayrımcılıkların olduğunu hatırlıyorum. (Kıbrıs Türk Liderliği tarafından yapılan ayrımcılıklar vardı NP) Maaş imkânına sahip olmayanlar çok daha zor günler geçirmekteydi. Ben ailemi geçindirmek için, önceleri İngiliz’in kurduğu mutfakta gönüllü çalıştım. Yemek dağıtıyorduk, günde üç kez. Oxtail (Öküz Kuyruk yağıyla yapılan besleyici çorba NP) denilen ama halk arasında “Gara Çorba” diye bilinen çorbaydı genelde ana yemekler. Sabah kahvaltıda yine halk arasında “Köpek Piskotu” olarak bilinen piskot (Bisküvi NP) ve süt dağıtırdık. Biz yemek dağıtanlara daha sonra İngiliz bu hizmet karşılığında 7 Kıbrıs Lirası haftada vermeye başladı. İşte böyle geçindik bizde o günlerde. Eşim hamileydi. Diğer evladım Ayşe 3 yaşındaydı. Onlarla daha çok anneleri ilgilenirdi. Kadınlar daha çok çekti Kampın eziyetini. Kampta ayrımcılık da vardı. Hiç unutmam; İngiliz’in kurduğu barakalara kırmızı boyalarla yazıldıydı;”Faşist Denktaş Savaşın içinde bile ayrım yapar” ve “Emperyalizme Hayır Yaşasın Bağımsız Kıbrıs” gibi şeyler. İngiliz subayı geldiydi ve kamp sorumlularına şikâyet etti, bunun suç olduğunu söyledi. Bu olaya çok kızdıydı Ziya Rızkı ve topladıydı herkesi ve “Ne Çadır Ne Battaniye Amacımız Türkiye” sloganları altında bir konuşma yaptıydı. Bu konuşmadan bir cümle hiç aklımdan çıkmaz; “ Bunu yapanlar, hainler bilsinler ki kuzeye gideceyik ve Mehmetçiğin süngüsü altında hesap verecekler”. Bu olaydan 3-4 gün sonra bir akrabam çağırdı beni ve dediydi:”Bu insanlar (Kamp sorumluları NP) düşünür ki bu yazıyı yazanların içinde sen da varsın, ama ben Bayram yapmaz dedim. Dikkatli ol.” O zor günler içinde bir de bunu gördük. Kampta daha sonraları işler düzene girmeye başlayınca 3-4 tane kahve açıldıydı. Hatırlarım Demirelin Kahvehanesi vardı. Oraya giderdi herkes. Bakkal açıldıydı: Hüseyin Sadık (Hüseyin Çağıner) açtıydı. Kasap vardı: Menteş Behlül, bunlar aklımda kalanlar. Bir de anons çadırı vardı. Göçmenlerin bir sorunu olduğunda giderlerdi mesela; birini çağıracaklarında, mektup geldiğinde, çocuğu kaybolan olduğunda…”2
ÇADIRIN DİREĞİ KADINLAR
Paramal kampına yerleşen Peköz Ailesi diğer göçmenler gibi çok zor ve sıkıntılı günler yaşamaya başlar. O günleri iki çocuk annesi olan Nafiya Peköz şöyle anlatmaktadır: “Kampa geldiğimizde ufak oğlum Salih bir aylığıdı. Büyük oğlum Ahmet 71 de doğduydu. O, 3 yaşındaydı.  Başladıydık düşünelim nasıl geçineceyik burada. İngiliz yemek ve su verirdi ama çok pisti. Sularda gurtlar vardı. Çocuklar hep hasta olurdu. Irsal olduydu bizim çocuklar da. Yani çoğu, yemeklerden ve sulardan hasta olurdu. Çok zor günler geçirdik, neler çektik onda. Yan çadırda eniştem Emin (E. Şensay) yemeklerden mide ganaması geçirdiydi, götürdüler genni yukarı üslerdeki hastaneye(Agrotiri Hastahanesi). O hep yattı hastanede, ta ki gidelim İskenderun’a galdıydı onda. Ablam Fatma’da 3 çocuğunan galırdı, yanımızdaki çadırda. İngiliz gün aşırı köpeklere verilen piskotlardan dağıdırdı. Bizda yerdik, napalım. Zaman zaman hatırlarım yürüyüş yapardık gidelim kuzeye diye. Kapadırdık hep yolları.”3
PABUÇSUZ KALDIM
Bu gün Çatalköy’de ikamet eden, 1974’de 3 çocuğuyla İngiliz üslerine sığınan, Peyman Höyük Kamp günlerini şöyle anlatıyor: “Happy Valley’e giderken parmak arası bir pabuçla gittiydim. Giderken yırtıldıydı pabucun biri ben da attım. 15 gün yalınayak kaldım, ta ki gidelim Paramal Göçmen kampına. İlk zamanlar çadır azdı diye hep aileler birleşip bir çadırda kalırdı. Hatırlarım bizim çadırda, ben, eşim Salih ve 3 çocuğum (Erol-Hüseyin ve Mehmet Höyük) bir aile, annem babam (Meryem-Hüseyin Hacıömer) kız kardeşim Ayşe, bir de büyük kız kardeşim Perihan ve kızı Şifa. Perihan’ın eşi esir düştüydü Limasol’da. Ayrıca bizim çadırda eşimin teyzesi Zehra Osman ve kızları Hatice ile Ayşe’da galırdı. Yani bir çadırda 13 kişi galırdık. Happy Valley’de 3 gün aç galdıydık. Daha sonra Paramal’da da ilk açlık çektik, eşimin teyzesi duyardım derdi: ‘Ömrümde yemedim guru bakla ama olsa onu bile yerim’. Her gün kalkardım giderdim su almaya, yıkayım çocukları ve kap-kaçağı. Teneke yağ bidonları vardı. İngiliz verdiydi. Onları alırdım omzuma ve giderdim kampın kenarlarına kurulan çeşmelerden su doldurur getirirdim. Her gün 3-4 kez. Ayrıca İngiliz yemek dağıtırdı meydanda, sabah piskot ve süt, öğlen da OX derlerdi bir çorba vardı. Onları alırdım getirirdim çocuklarıma. Ben gelirken kampa aldıydım ziynet eşyalarımı ve paramı yanıma. Çoğu hiçbir şeyini almadan geldiydi. Zira dedilerdi 1-2 saate döneceksiniz köyünüze. Hatta eşimin teyzesi Hatice Hanım evde bulgurun içine koyduydu altınlarını ve parasını, işler durulunca gittiydi eşimle köye ve gördü bulgurlar yerlerde saçılı ve fenalık geçirdiydi. Rumlar köyü yakıp yıkınca paralarını ve altınlarını aldıydı. Geçit vardı geçerdik içinden ve kantin vardı galiba bir Arap işletirdi bu kantini. Bir ekmeği dörde bölerdi ve satardı parçasını 2 şiline ki o zaman bir ekmek fiyatının 4 katıydı bu para. İngiliz verdiydi herkese kap-kacak ve büyük su bidonu, herkesin çadırının önünde vardı bu bidonlardan. Ayrıca çamaşır leğeni da verdilerdi bize. Çamaşırları çadırların direklerinden çektiğimiz iplere sererdik. Her gün yıkardık çamaşır zira uruba azdı. Belirsizlik vardı. Herkes ne olacak halimiz diye düşünürdü. Perihan’ın eşi esir düştüydü. Morali çok bozuktu, haber almazdı ilk zamanlar, daha sonra gittiydi ve gördü eşini. Bir gün 6 aylık olan oğlum Mehmet’i uyuttum ve götürdüm çadıra yatırayım yatağına, kaldırınca yorganı gördüm içinde akrep yürür ve çok korktum. Eşim öldürdü geni ve yatırdık o korkuyla çocuğu. Çok zordu kampta yaşamak. Yağmurlar başladıydı artık ve soğuk olurdu. Çadırlar rüzgârlardan sallanırdı. Çok yağmur yağdıydı ve çadırın içinden sular akardı, hep yüzerdi tencereler, kap-kaçak. 2-3 ay sonra köylülerin bazıları bakkal, kahve açtılardı. Erkekler hep kahvelere giderdi. Zaman zaman nümayiş (Protesto Yürüyüşü NP) olurdu. Ben gidemezdim. Bayraklarla yürürdü ahali İngiliz üslerine, amaç kuzeye gitmekti…”4 Kamp yaşamının çetin koşullarında hem eşlerine hem de yaşlı ve çocuklara bakma yükü kadınlarımızın omuzlarındaydı.
DEMİRELİN GAHVEHANESİ
Paramal’daki göçmen kampında o günleri genç yaşta yaşamış olan Erçin Hurşitoğlu şöyle diyor: “Babam rahmetli (Recep Demirel) geçimimizi sağlamak için barakalardan gahve yaptıydı. Herkes “Demirelin Gahvehane” derdi. O günlerde hemen hemen tüm erkekler gahvehanelerde toplanırdı. Birçoğu da gumar oynardı. Babamın gahvede da oynanırdı. Ben 16 yaşındaydım. Hatırım da galan; bizim gahveden başka Ayanili Kemalo’nun gahve derlerdi, sonra Ahmet Gutseftro’nun gahvesi ki bu büyük halk gahvesiydi. Bu gahve’de sadece çay ve kahve vardı. Gutseftro gumar oynatmazdı. Bir da Bladeniskalı Salih’in gahvesi vardı. O, gumar oynatırdı. Babamın gahvede ve tabi diğer gahvelerde de en çok oynanan oyunlar: “Şemi Çekme (5-6 deste oyun kâğıdıyla oynanan bir oyun: üçer adet kâğıt dağıtılarak 9 sayısına ulaşanın kazandığı bir çeşit kumar oyunu NP), poker ve boga denen oyunlardı. İngiliz’in dağıttığı piskot tenekelerinin içinde her gün hem gahveye hem de çadıra anneme 10-15 teneke su taşırdım. Kadınlar kendi çamaşırlarını çadırın içine sererlerdi. Erkeklerin ve çocukların çamaşırları ise çadırların arasına serilen tellere asılırdı.” Bir gün gahvenin yanında dolaşırken birisi koşarak geldi ve dedi: “Makarios kampa geliyor”. Koşarak gittik. O zaman çocuktuk. Makarios’u ilk karşılayanlardan olduyduk…”5 Peki ama Makarios kampa niçin gelmişti? Nasıl karşılanmıştı? Ve Kıbrıs Türk Liderliği adına kampa gelen R.R.Denktaş halka neler söylemişti?  







Devam Edecek…




1 Cahit Neriman, Bir Hayata On Hayat Sığdıran Bir Limasollu, Ziya Rızkı Vakfı Yayınları,
2 Bayram Çelik ile yapılan söyleşiden, Çatalköy,31.07.12
3 Nafiya Peköz ile yapılan söyleşiden, Güzelyurt, 29.07.12
4 Peyman Höyük ile yapılan söyleşiden, Çatalköy, 06.08.12
5 Erçin Hurşitoğlu ile yapılan söyleşiden, Girne, 08.08.12



KABUĞUNU BIRAKAN KAPLUMBAĞALAR 1


Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
KABUĞUNU BIRAKAN KAPLUMBAĞALAR
I
15 Temmuz 1974 darbesi sonrası Türk askerinin adaya çıkartma yapmasıyla çatışmaların ortasında kalan Kıbrıslı Türkler, tedirginlik, belirsizlik ve korku içerisinde, Limasol ve Baf bölgesindeki birçok yerleşim yerini terk etmek zorunda kalmışlar. Savaştan kaçarak İngilizlere ait askeri üslere; Önce Happy Valley’e ardından da göçmenler için kurulan Paramal Kampı’na yerleştiler.
Ağrotur (Agrotiri) Üslerine sığınan ve çadırlarda son derece ilkel şartlarda yaşamak zorunda kalan binlerce insanımız, 6 ay kadar bu kamplarda çok zor günler geçirmiştir. 1974 sonrası İngiliz Ağrotur (Agrotiri) üslerinde kalan 9,396 Kıbrıslı Türk Göçmen 18-27 Ocak 1975 tarihleri arasında Adana’ya götürür. Ağrotur’daki son kafileyle Adana’ya gelen Limasol Milletvekili ve Göçmenlerin Temsilcisi olan Ziya Rızkı 27 Ocak 1975’de saat:13:00’de misafir olduğu otel’de bir basın toplantısı yaparak; kamplardaki 9,396 kişinin Türkiye’ye getirildiğini açıklar. Ziya Rızkı, İngiliz kamplarında kaldıkları 6 aylık sürede, kampta bakımsızlık ve beslenme yetersizliğinden 400 kişinin hastalandığını ve 40 kişinin de öldüğünü duyurur.1  Öte yandan savaştan kaçarak Türk kontrolü altındaki topraklara münferit olarak geçmek isteyen Kıbrıslı Türkler ise bazı Rum taksicilere, EOKA-B yanlılarına, çobanlara verdikleri para karşılığı kuzeye geçerler.  Bazı göçmenler de BM araçlarıyla veya dağlardan yaya olarak kuzeye geçmeyi başarırlar. Mari bölgesinde bulunan 860 Kıbrıslı Türk göçmen, Rumlara adam başına 100 ve her eşya torbası için de 20 Kıbrıs Lirası vermek suretiyle hürriyetlerini elde ederler.2

Bu kampları ziyaret eden ABD Milli Kadınlar Sağlık Komisyonu Başkanı Marlowe Goldberg ise durumu dehşet verici olarak niteleyecektir. Rauf Denktaş hatıralarını yazdığı kitabında, İngiliz hükümeti 9 Ekim 1974 tarihinde üslerde bulunan yaklaşık 10 bin civarındaki Türk göçmenin sadece İngiltere’ye gitmeleri şartıyla serbest bırakılabileceklerini ve bu insanlara mülteci belgesi verilebileceğini açıkladığını ve bunun üzerine derhal bölgeye giderek Çayönü (Paramal) ve Yalova (Piskopu) kamplarında bulunan göçmenleri ziyaret ettiğini söylemektedir. Denktaş, çok zor şartlar altında, tuvaleti banyosu bile neredeyse bulunmayan bir ortamda yaşamaya çalışan insanlar yine de kurtulacakları günü beklemektedirler diyordu. Bu ziyaret sonrasında Londra, Ankara, Lefkoşa arasında mekik diplomasisi gerçekleştirdiğini anlatan Denktaş, öncelikle üslerdeki hastaların, hamile kadınların ve çok küçük çocuklarla yaşlıların süratle tahliyesi için prensip kararına varıldığını açıklar.3  Bunu adanın taksimi için bir adım olarak gören Rumlar, Türklerin üslerden ayrılmalarını protesto ederken, Rumların da Kuzey Kıbrıs’tan Güney Kıbrıs’a geçmelerine Türklerin neden olduğu göç olayı olarak bakar. 9 Haziran 1975’te Kıbrıslı Rumlar tarafından yapılan bir istatistiğe göre, 182 bin Kıbrıslı Rum’un adayı ikiye bölen Atilla Hattı’nın güneyine geçtiği, göçmen durumuna düşen 36 bin kişinin kendisine yetebildiği ancak 146 bin kişinin devlet desteğine ihtiyaç duyduğu belirtilir. Buna göre Türklerin bulunduğu Kuzey Kıbrıs bölgesinde 10.500 Rum kalmıştır. Yaklaşık 200 bin kişinin evinden ayrılmak ve güneye göçmek zorunda kaldığını belirten Rumların iddialarına rağmen bu sayısının 105 bin civarında olduğu açıklanır. 4 Günümüzde ise TC Dışişleri Bakanlığının Resmi sitesinde Kıbrıs Başlığı altındaki makalede bu sayı; ”1975 nüfus mübadelesi anlaşmasıyla Kuzey’den Güney’e tahminen 120.000 Rum, Güney'den Kuzey'e de 65.000 Türk geçmiştir” şeklindedir. Devamında ise şöyle denmektedir: “Böylece nüfus bakımından homojen iki kesim meydana gelmiştir”. (Yani Taksim gerçekleşmiştir NP) “Bu iki kesim, 180 km boyunca uzanan ve genişliği 5 metre ile 7 km. arasında değişen bir "ara bölge" ile birbirinden ayrılmıştır. “5 denilmektedir.
Bu arada uluslararası aktörler de olaylara kendi çıkarları çerçevesinde yaklaşmaktaydı. Olayın insani boyutu uluslararası arenada yok gibidir. Bu sefil şartlarda yaşayan göçmenlerimiz. Kamplara nasıl gelmiştir? Hangi şartlarda yaşam mücadelesi vermişlerdir? Kamplara politik ziyaret yapan Makarios’u nasıl karşılamıştır? Kamplarda Kıbrıs Türk Liderliğini temsilen konuşma yapan Rauf Denktaş ve Ziya Rızkı göçmenleri kuzeye gitmeye nasıl ikna etmiştir? Kıbrıslı Türk Göçmenler Adana’ya gidince neler olmuştu?  Nerede kalmışlardı? Kıbrıs’a anavatanlarına dönünce neyle karşılaşmışlardı? Tüm bu sorulara cevap verecek olan bu yazı dizisinde, olayları ve yaşananları Kamplardaki göçmenlerin ağzından aktarmak ve yorumu siz değerli okurlara bırakmak istiyorum.
SIRAT KÖPRÜSÜ:
“Bugün Güzelyurt’ta ikamet eden Peköz Ailesi, 1974 öncesi Mutallo da (Baf kasabasının bir mahallesi) yaşamaktaydı. Baba Erdoğan Peköz birçok Kıbrıslı Türkün yaptığı gibi mücahitlik görevini yapıyor, nöbetten sonra evine dönüyordu. 15 Temmuz 1974’te olayların patlak vermesiyle adaya çıkarma yapan Türk ordusunu duyan civar köylerdeki Rumlar Türk köylerini esir almaya başlamıştı. Peköz Ailesi, çatışmaların devam ettiği korku ve çilenin hüküm sürdüğü o günlerde daha güvenli olan İngiliz üssü Agrotiri’deki kamplara varan yolculuklarını şöyle anlatmaktadır:  “Ben (Erdoğan Peköz), diğer arkadaşlar gibi duyunca ki Baf düştü, silahımı bırakıp Mutallo’ya evime geldim. Başladık düşünelim napacayık, zira Rum ateş ederdi köyün içinde ve evleri arardı. Hatta bizim evin giriş kapısına keçiyi bağladıydık, keçide kapıyı çekince gaçsın diye, kapı kapandı. Rum ararken evleri geldiydi bizim evin önüne, baktı gördü kapı kapalı, keçi bağlı,  zanetti insan yoktur. Yani o keçi gurtardıydı bizi. 4-5 gün ses çıkarmadan evde galdık, sonra karar verdim Ayorgi’deki (Kavaklı) anne babamın evine gideyim, zira Rumlar Ayorgi’ye dokunmadıydı. Eşim Nafiya ve 1 aylık ufak oğlum Salih’inan büyüğü Ahmet evde galdılardı. Ben Aziz Bey’in (Av. Aziz Altay) yardımıyla Birleşmiş Milletler aracına bindim ve köyüme Ayorgi’ye geldim. Daha sonra eşim ve çocuklarım İbrahim Çavuş’un (Mutallo-Kasaba ve Ayorgi’ye sefer yapan otobüs şöförü) sürdüğü köy otobüsüyle Ayorgi’ye yanıma geldiler. Hatta Rumlar bırakmazdı barikatlarda diye, eşim Nafiya gız gardeşim Ayşe’nin kimliğiynan geçti ve gelebildiydi köye.  Mutallo’da bıraktıydım arabayı, bir yeşil Skoda arabam varıdı, plakayı da hatırlarım AT 354 idi. Daha sonra nasıl oldu hatırlamam başka bir Mutallolu getirdiydi Ayorgi’ye bana arabayı. Duyardık çoğu giderdi Piskobu’daki İngiliz üslerine (Agrotiri) ve daha güvenliydi orası, karar verdik biz da gidelim, gonuşduk Mustafa Gannavro ile. Yolları hep bilirdi ve iyi Rumca gonuşurdu.  O önde vancığıynan rehberlik etti, ben da aldım bizim çocukları hep doluştuk arabaya ve çıktık Ayorgi’den gidelim Piskobu’ya kamplara. Yolda Rum barikatları vardı, Aynikola ‘yı geçtik, Malya’ya gelince durdurdu bizi Rum polisi. İlk bırakmadı geçelim, daha sonra dedik gendine Polemidya’daki gız gardaşıma  gideceyik. Dedi bize ki; ben sizi bıraksam da ilerde gene durduracaklar. Biz ısrar ettik O da ben sizi görmedim dedi ve geçtik barikatı. Sonra biz takip ettik Gannavro’yu ve döndük toprak yollardan Piskobu kampına doğru.  Fark etti Rum polisi ki başka yere giderik, düştü peşimize motorunan, ama o kadar bastım gaza hep toz toprak galktı arkamızdan, yetişemedi bizi. Nihayet geldiydik artık kamplara. Bacanağım da (Emin Şensay) biziminan geldiydi. Mustafa Gannavro’nun arabada da bacanağımın çocukları vardı. Kampa gelinca İngiliz gomadıydı bizi ama Müftüzade* (Faik Müftüzade) yardımcı oldu ve sonra herkesi aldılardı. Kamp da o gece ıslak çimenlerde galdık sonra Ziya Rızkı ve diğer idareciler yardımcı oldu ve verdiler bize çadır, başladık artık galalım onda. Bizim çadırın yanında bacanağım ve ailesi galırdı. “ 6
EŞEK ŞANSI:
Şimdi de Limasol’un Evdim köyünde yaşayan insanlarımızın köylerinden kamplara uzanan yolculuklarına bakalım: Bugün Çatalköy’de ikamet eden Bayram Çelik o günleri şöyle anlatıyor: “15 Temmuz 1974 de iç savaş çıktı. Özellikle Cunta yanlısı Rumlar Makarios yanlısı ve Solcu Rumları katletmeye çalışıyordu. Hatta hatırlarım darbeden 1 gün sonraydı, 3 Makarios yanlısı Rum sığındıydı Evdim’e, bizimkiler o Rumları Pissuri yoluna bırakarak adeta ölüme yollamışlardı. EOKA’cılar onları öldürdüydü. Ben darbe olduğunda Trabeza Mandıra denilen tepede görevliydim. Bana verilen görev; 3 mil uzaklıktaki sahile doğru, bu tepeden fenerle ışık görürsem denizin içinde feneri yakıp söndürerek işaret vermekti. Daha sonra şamandıra getirdiler ve Trabeza Mandıra tepesine bunları sermemizi söylediler. İki renk şamandıra verdiydiler bize. Biz Turuncu olanı serdik. Sonra öğrendik ki sarı fosforlu olanı sermeliydik, burada Türklerin olduğunun işaretiydi sarı şamandıra. Türk uçakları için bir işaretti ama biz yanlış olanı çekmiştik ve o hep kaldı tepede. 20 Temmuz günü yine bu tepedeydim. Pissuri’de Rumların Büyük Beyaz renk radarları vardı. Ben, bu radarların iki uçak tarafından bombalandığını gördüm. Ama bunlar Türk Uçakları değildi. Ben İngiliz uçağı olduklarını düşünüyorum. Rumlar aslında 1974 öncesi Evdim’de bizi rahatsız etmediydiler. 1974 öncesi bir kısım insanımız üslerde birlikte çalışırdı Rumlarla. Darbeden hemen sonra Sancaktarlığa gelen emir üzerine bizlerden bazıları köy otobüsüne silahlı doluşup, Anoyra köyüne gidip Rumlara ateş etmişlerdi. Hatta trajikomik buldum hep bu olayı zira; daha önce bu köyde yaşayıp bizim köye (Evdim) gelip yerleşen bazı Kıbrıslı Türkler de bu otobüsteydi ve eski köylülerini taciz için 19 Temmuz gecesi gitmişlerdi Anoyra’ya, hatta birde bağlı eşeği vurup öldürdüler. İşte bu olaydan sonra Rumlar Evdim’e saldırabilir konuma getirilmişti. 20 Temmuz günü Baf Sancaktarı gelmişti Evdim’e ve bizim komutana adı Kadir komutandı, dediydi; ‘kahramanlığa gerek yok’ köyü boşaltın ve üslere gidin. Bu olaydan sonra köy ahalisi toplandı ve Han dediğimiz Limasol-Baf arasındaki dört yol kavşağında toplanılıp İngiliz askerinin himayesinde gidildi Happy Valley denen kampa. Bu olayda Faik Müftüzade çok önemli rol oynamıştı. Kimimiz İngiliz araçlarına, kimimiz bizlerin köy otobüslerine ve traktörlere binerek çıktık kaplara doğru yola. İngiliz silahlı kimseyi kabul etmediydi. Onun için herkes silahını atmıştı. Happy Valley’e gittiğimizde binlerce insan vardı. Tam bir kaostu. Benim eşim hamileydi ve üç yaşındaki kızım Ayşe’de yanında ilk vasıtalarla gitmişlerdi. Zaten önce yaşlı, kadın ve çocukları yollamıştık. Happy Valley dediğimiz yere gittiğimizde orası doğal olarak, İngiliz’in lağım arıtma tesislerinin olduğu yer olduğu için çok pisti ve koku vardı. İlk gece çoğumuz o ıslak çimlerde yattık…”7
“2-3 SAAT’TE DÖNECEKSİNİZ”
Yine o günleri yaşamış bir Evdim göçmeni Yılmaz Alagül şöyle diyor: “Emir geldi. 20 Temmuz öncesiydi, Anoyra köyüne bizimkiler baskın yaptı ki olaylar kızışsın, hatta birde eşek vurdular. Rumlar bize bu taciz saldırısından sonra saldırdı. Önce 20 Temmuz günü kadın, yaşlı ve çocuklar gittiydi köyden Happy Valley’e hatta ilk dedilerdi ki hiçbir şey almayın da 2-3 saat sonra döneceksiniz. Herkes üstündeki urbalarla gitti. Buna güvenerek. Her şeyimizi bıraktık Evdim’de. Öğlene kadar kadın, yaşlı ve çocuklar gittiydi. Akşamüstünden sonrada bizler silahları bırakarak gittik kamplara. Bu kamplara gitmemizi sağlayan Faik Müftüzade’ydi. Silahları hastane yanına köprü yanına attık ve gittik. 3 oğlan çocuğum vardı. Biri 6 aylık, diğeri 1.5 ve 3 yaşındaydı. Onlar önce anneleriyle gittiydi. Sonra onlarla buluştuk gece kampta…”8
KUŞ TÜYÜ RÖMORK:
 O günleri 8 yaşında yaşamak zorunda kalan, Evdim köyünden Erol Höyük köyden kamplara gidişi şöyle anlatıyor: “Babam mücahitti, ben o gün (20 Temmuz 1974) nenemdeydim (Meryem Hacıömer) çünkü annem 6 aylık kardeşim Mehmet’e ve kardeşim Hüseyin’e (7 yaşında) bakardı. Bana da nenem bakardı rahatlasın biraz annem diye. Yani ben ayrı evlerdeydim ilk kamplara gidildiğinde. Ben nenem diğer köy kadınları ve çocuklar yürüyerek toprak yoldan öğlen gittik. Kamplara hatırlarım ilk gittiğimizde çok kalabalık yoktu kuyruğa girdiydik bir müddet sonra piskot ve çorba verdilerdi. Daha sonra akşamüzerine doğru kadınların bazıları tedirginlikle ve korkuyla kocaları daha gelmedi diye bağırıp fenalaşanlar vardı. Babam traktöre römorku bağladıydı. Bir iki parçada battaniye aldıydı. Biz çok şanslıydık herhalde çünkü ilk gece Happy Valley’de çoğu insan çimlerde yatmıştı. Biz çocuklar römork’ta yattıydık. Daha sonra Paramal’a kurulan çadırlara gittik…”9
DEVAM EDECEK…



1 Hürriyet Gazetesi, 28 Ocak 1975, S:1,11
2 Pierre Oberling, Bellapais’e Giden Yol, Ankara, 1987, S. 3.

3 Rauf R. Denktaş, Rauf Denktaş’ın Hatıraları, Cilt: 9, İstanbul, Mart 1999, s. 477.

4 Michael Stephen, Cyprus Question, London, April 1997, s. 43.


6 Nafiya-Erdoğan Peköz ile yapılan söyleşiden, Güzelyurt, 29.07.12.
* Müftüzade , İngiliz Silahlı Kuvvetlerinde Major-Binbaşı rütbesine yükselmişti. Savaş sonrası sivil yönetimde Komiserlik-kaymakamlık yapmış, Larnaka ve Magusa kazalarını yönetmişti.  Daha sonraları İngilizin Ağrotur Üssünde yöneticilik yapmış, bu süre zarfında birçok Kıbrıslı Türkün orda istihdam edilmesine, bazı hastalarımızın İngiliz Üs hastanelerinde tedavisine yardımcı olmuştu.
7 Bayram Çelik’le yapılan söyleşi, Çatalköy, 31.07.12.
8 Yılmaz Alagül’le söyleşi, Çatalköy, 31.07.12.
9 Erol Höyük’le söyleşi, Çatalköy, 31.07.12