Naim PINAR
ELÇİYE
ZEVAL OLUR – MU?
“Elçiler, diplomaside temsil ettikleri devlet ile
nezdinde görevli oldukları devletlerarasında, sürekli bağlar kurmak ve bu
bağları barışçı yollardan korumakla görevli olan kişilerdir. Elçiler hiçbir
zaman şahsi hareketlerde bulunamaz. Temsil ettiği devletin en yüksek otoritesi
tarafından verilen direktifleri uygulamak zorundadır. Tabi ki bu direktiflerin oluşmasında görevli
elçinin verdiği bilgiler ve tavsiyeler hayati önem taşımaktadır. Elçi bir
anlamda temsil ettiği devletin tercümanlığını da yapar. Görev süresince sunduğu
belgeler, verdiği demeçler ve bildirdiği konularda sorumluluk taşımaz. Esas sorumluluk
temsil ettiği devlete aittir.” Klasik anlamda,
“Elçi’ye zeval olmaz” konuyu
özetlese de acaba bu doğru mudur? 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti döneminden günümüze
TC’nin Kıbrıs’a atadığı elçi sayısı tam on dokuzdur. Bu on dokuz kişiden ilki
16 Ağustos 1960 tarihinde TC Büyükelçisi olarak Kıbrıs’a yollanan Emin Dırvana’dır.
Nasıl olmuşsa! Emin Dırvana’ya “Zeval”
olmuştu. Kıbrıs Türk Liderliği
(Denktaş’ın başını çektiği kadro NP) ile arasında çıkan uyuşmazlık nedeniyle
Emin Dırvana 12 Eylül 1962’de Türkiye’ye geri çağrılmıştı. Kıbrıs’ın ilk büyük
elçisi olma unvanına sahip Emin Dırvana, Osmanlı Sadrazamı Kıbrıslı Mehmet Emin
Paşa’nın torunuydu. Eskilerin deyimiyle kökleri Kıbrıs’tan yetişen emekli
Yarbay Emin Dırvana Kıbrıs Cumhuriyeti’nin huzur içinde yaşayabilmesi için iki
toplum içerisindeki aşırı uçlara karşı daima sert durmuş ve ödün vermemiştir.
Dırvana, “Milliciler” diye bilinen,
başını Rauf Denktaş’ın çektiği gurupla her zaman ters düşmüş, Denktaş’a muhalif
olan Kıbrıslı Türklerle ise her zaman arası iyi olmuştur. Emin Dırvana ve
dönemin egemen sınıfı olan “Kıbrıs Türk Liderliği” ile çatışması mevzularını
daha önce Poli Dergisinde işleyen sevgili hocam Dr. Turan Korun ve değerli
yazar Halil Paşa bu konuda tarihe gerekli notu düşmüşlerdi.
Yazımız kapsamında, Emin Dırvana ile başlayan bu
sürecin bugünlerde revaçta olan, Kıbrıslı Türk Solu ve Kıbrıslı Türk
Milliyetçilerinin beklide ilk kez birleştikleri “Dış Karışmacılık” sorununun
yarattığı toplumsal reaksiyon çerçevesinde; “Elçi’ye Zeval olur mu?” sorusuna yanıt aramak olacaktır. Kıbrıslı
Türklerin, 28 Temmuz 2013 genel seçimleri sonucunda ortaya koyduğu irade
Türkiye yetkililerinin ve buradaki üst düzey temsilcisi Büyükelçi Halil İbrahim
Akça’nın söylem ve önermelerinin aksi yönünde cereyan etmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti döneminin ilk TC Büyükelçisi
olarak Ada’ya gelen Emin Dırvana, Kıbrıslı Türklerin elitist egemen sınıfı
hariç her kesim tarafından sevilen bir kişilik olarak hatırlanmaktadır. Fakat
bu sevgi ne kadar büyük olursa olsun sonuçta Dırvana’da görevinin dışında bazı
köyleri ziyaret etmiş, çeşitli temaslar yaparak iki toplum arasında iletişimin
otoritesi olmaya çalışmıştır. Dönemin Liderliğine karşı “ilerici- solcu ve demokrat” kesimler bu olaya “Dış Karışmacılık” olarak
bakmaktansa aksine bu olaydan fayda sağlama yoluna gitmişlerdir. Fakat dönemin
baskıcı rejimi (Dırvana’nın değimiyle Raufcular) Dırvana’ya karşı boyun eğmemiş
ve sonunda elçiye “Zeval” olmuştur. Yani klasik anlamının dışında, elçi TC dış
politikası gereği yapmış olduğu hareket ve açıklamalarından sorumlu tutularak
görevden alınmıştır. Bu dönemden sonra Dırvana’nın yerine TC Büyük Elçisi olarak
atanan Faruk Şahinbaş, Denktaş ve yönetimle istişare ederek görevini sürdürebilmiştir.
Bu dönemde, her türlü baskı ve sindirmeyle de olsa
Kıbrıslı Türkleri temsil eden “milliyetçi” kesim “Dış karışmacılık” olarak
değerlendirdiği ve kendi kontrolleri dışına çıkan her harekete ciddi reaksiyon
vermiş, hatta bu uğurda demokrat aydın insanlarımızı bile katledebilmiştir. “Dış
Karışmacılığı” kabullenmeyen bu kesim, kendi baskı ve barbar yöntemleriyle TC
Büyük Elçilerini kontrol altında tutmuşlardır. Bu dönemdeki dış karışmacılığın,
milliyetçi kesimin ezdiği ilerici-sol ve demokrat aydınlar tarafından farklı
algılandığını görmekteyiz. Bu döneme tam egemen olan milliyetçi kesime halk
arasında “BEY” idaresi denmekteydi:
Burada “BEY”; B:Bayraktarlık, E:Elçilik
ve Y: Yönetim kelimelerinin
kısaltılmış haliydi. Bu yapının içerisinde Türkiye’nin 1960 darbesi sonrası
gücünü yeniden hissettiren askeri kanadı ile siyasi kanadı arasındaki dengeyi tespit
etmek zor olmasa gerek. Bunu iyi tespit eden ve askeri kanadın yanında duran
anti-demokratik kesimler toplumu kendilerinin başat rol oynadığı bir yapıda
idare etmişlerdir. Bu dönemde yapılan barbarlıklara ve baskıcı yöntemlere
katılmak mümkün değildir. Fakat erk ve idarenin Kıbrıslı Türk Liderliğinde
olduğunu söylemekte yanlış olmayacaktır. KKTC’nin kuruluşuna değin bu yapı
sürdürülmüş, 1979’da KTFD’ne TC Büyükelçisi olarak İnal Batu atanmıştır. Batu’nun
birçok kez Denktaş Bey’in yeniden Devlet Başkanı olmak için KKTC’yi Turgut
Özal’a haber vermeden kurduğunu söylediğini biliyoruz. Ayrıca TC’nin Kıbrıslı
Türkler üzerindeki vesayeti için de önemli olacak açıklamaları yaptığını
biliyoruz. Akademisyen Gül İnanç’ın “Büyükelçiler Anlatıyor: Türk
Diplomasisinde Kıbrıs (1970- 1991)” isimli kitabında alıntılarla hazırlanan
haberden TC’nin Kıbrıslı Türkler üzerindeki vesayeti birinci ağızdan şöyle
aktarılıyordu; “ …Geçmişte Türkiye kökenlilerin parti kurma girişimleri oldu, karma
listeler oluşturuldu, biz de büyükelçilik olarak bu oluşumları destekledik.
Dönemin UBP hükümeti de bu gibi girişimlere destek vererek, adayları listelerde
öne çıkardılar, ancak, tercihli oy sistemi nedeniyle bu kişiler seçilemediler.
Bunları yaşadık ve üzüldük. Bugün (2004-2005 NP)bu kopma daha da kesinleşti ve referandum sürecinde toplum bıçak gibi
kesildi ortadan. Bugün itibarıyla Denktaş, yakınları ve Anadolu’dan gidenler
ile Kıbrıs aydınları iyice bölünmüş durumdalar.” … Gül İnanç, İnal Batu’ya 1966-
1967 döneminde elçilik ile TMT arasında yaşanan sorunları anımsatıyor ve kendi
döneminde de böyle sorunlar olup olmadığını soruyor. İnal Batu’nun cevabı kısa:
“Özel harp, derin devlettir, onun uzantısı da TMT. İnanç yeniden ekliyor: “Bu
üçlü yapı nasıl bir sorun yaratıyordu? Aslında bir de bunun hükümet ayağı var,
Kıbrıs Türk liderliği ayağı var…” Batu’nun cevabı yine kısa ama ilginç ve
açılması gereken ifadeler: “Bir de Kıbrıslılar var. Üçlü değil ayak: Elçilik,
Genelkurmay, Türk derin devleti, Kıbrıslı liderler ve Kıbrıslılar. Bu nasıl bir
sorun yarattı diye mi soruyorsunuz?” İnanç’tan “evet” yanıtını alınca da çok
ilgi çelici şeyler söylüyor İnal Batu; “… Kısacası Genelkurmayla TMT birdir.
Ben büyükelçilerle de Genelkurmay veya TMT arasında bir problem yaşandığını
tahmin etmiyorum. Belki bireysel bazı olaylar olmuştur, (İnal Batu, belki
yaşanmıştır, belki olmuştur diyor ama bu tür olaylar olduğu bugün dahi
anlatılmaktadır) mesela bir TMT komutanı falanca yerde birisine bir büyük
haksızlık yapmıştır, şiddet kullanmıştır belki, bilmiyorum ya da o kişi,
Genelkurmay ve büyükelçilik tarafından cezalandırılmıştır, geri alınmıştır. Ama
gerçekleştiyse bunlar bireysel olaylar olarak kalmışlardır. Genelkurmay,
büyükelçilik -büyükelçilik derken, Türk hükümeti- ve TMT arasında kurumsal bir
çatışma olmamıştır. Geriye kalıyor Kıbrıs Türk yönetimi. O da 1980’li yıllara
kadar çok zayıftı. Sistem içi muhalefet, yani Türkiye’ye bağlı, Denktaş’a ve
onun arkadaşlarına karşı muhalefet, ancak 1970’li yılların sonunda, 1980’lerde
başladı ve bu bir sol muhalefet olarak gelişti. İşte o dönemde CTP ile bizim
kurumlar arasında çatışmalar başladı. Nitekim Özker Özgür, Alpay Durduran gibi
Kıbrıslı liderler Genelkurmay, büyükelçilik ve Denktaş’ı üzecek, kızdıracak
çıkışlar yapmaya başladılar. Onlara karşı bir şiddet uygulanmadı, radikal
tedbirler alınmadı, ancak, onlar dışlandı. Seçimlerde bütün kurumlar açık bir
şekilde mevcut hükümetin ve Denktaş’ın yanında yer aldı, bu şekilde sol
muhalefete karşı konuldu. Bu tarz gerginliklerin yaşandığı dönemde CTP
liderlerinin ellerindeki diplomatik pasaportlara el konulması ve onları
suçlayan sert açıklamaların yapılması gibi oldukça sert tedbirler de uygulandı.
Bu tür bir muhalefet eğer TMT döneminde yaşansaydı, birtakım Kıbrıslı solcu
liderlerin bugün yaptığı çıkışlar o dönemde yapılmış olsaydı, iş şiddete
dönüşebilirdi. Olmadı, ustalıkla geçiştirildi, bir evrim yaşandı ve bugün sol
birinci parti oldu ...” İnal Batu,
anlattığı dönemin, KKTC’nin ilanına kadar olan dönem olduğunu söylüyor. KKTC’nin
ilanından sonra devlet protokolü değişmiş ve bu değişiklikleri bizzat Batu
önermiş. Çok geniş yetkilerini iade ettiğini söyleyen Batu, bu durumu şöyle
anlatıyor: “… Kendi yetkilerimin azalmasını yazılı olarak bizzat ben talep
ettim. Nedir bunlar? Mesela protokol sırasını değiştirttim, Türkiye Büyükelçisi
hemen Denktaş’tan sonra geliyordu. Dedim ki, ‘artık böyle şey olmaz, artık
burada başka bir devlet var, benim bu devletin başbakanından daha önde olmam,
meclis başkanından daha önde olmam yakışık almaz’ ve kendi yetkilerimi
azalttım. Bu anlamda atılan diğer önemli bir adım ise şuydu: Türk
Büyükelçiliği’nin ikinci adamı bütün Bakanlar Kurulu toplantılarına katılır,
ikinci bir başbakan gibi davranırdı ve akabinde büyükelçiye o günkü toplantıyı
rapor ederdi, bunu ben 1984’te kaldırttım. Kısacası gelişmelere uyduk. Orada
bizim tanıdığımız yeni bir devlet doğdu ve biz o devlete gereken saygıyı
göstermek için gerekli protokol değişikliklerini yaptık. Tabii tam demokrasinin
uygulanması, Türkiye ve KKTC ilişkilerinin daha sağlıklı zemine oturması zaman
aldı. Bir TMT geleneği var, oralardan gelinmiş, Türk Büyükelçisi’nin Kıbrıs’ta
ikici adam olması döneminden geçilmiş, tüm bunların aşılması zaman aldı.” 1
Aslında İnal Batu’nun anlattıkları Kıbrıslı
Türklerin bilmediği şeyler değildi. Fakat her daim meşruiyetini Türkiye
Hükümetlerinin desteğine bağlayan Kıbrıslı Türk sağı, sonunda Rauf Denktaş gibi
bir “Lideri”ni kaybedince Türkiye Hükümet yetkilileri tam egemenlik için
düğmeye basmıştır. Burada, fikir ve dünya görüşüne katılmadığım rahmetli
Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın cesur ve karizmatik kişiliği yanı sıra Türkiye
(Askeri ve hâkim siyaseti NP) ile kurduğu saygı temeline dayalı ilişkinin
önemli olduğunu söylemek zorundayım. Dünya görüşüm açısından beni temsil etmediğini
düşündüğüm Denktaş’ın Liderliğinde, Kıbrıslı Türklerin “kendisinin
aşağılamaları hariç” hiçbir zaman son dönemde olduğu kadar rencide edilip
aşağılandığını hatırlamıyorum. Denktaş ve UBP’nin birlikte 1990 seçimlerinde
doruğa çıkardığı “Dış Karışmacılığa”
karşı alkış tutması bugünlere gelmemizi sağlayan donelerden biri, beklide en
önemlisidir. O gün, koşullardan dolayı buna ses çıkartmayan Kıbrıslı Türk Sağı
ve 1960 döneminde Emin Dırvana olayına farklı bir gözle bakan Kıbrıs Türk Solu
arasında aslında ortak bir nokta vardır. Kıbrıs Türk Solu da Sağ cenah gibi
meşruiyetini Türkiye Hükümetleriyle güçlendirmek istemiştir. Son on yılda
yaşanan siyasi gelişmeler göstermiştir ki, “Demokrasi” ve “Adalet” kavramları
her koşulda, her dönemde aynı bakış açısı ile değerlendirilmelidir. Yoksa
ilerici olmak, değişimden, devinimden bahsetmek sadece işimize geldiği zaman
başvuracağımız bir kaçış rotası olarak kalacaktır. TC Elçilerinin Kuzey
Kıbrıs’taki rolleri itibarıyla son TC Büyükelçisi Halil İbrahim Akça’dan önce
Ada’ya 1 Ağustos 2010 tarihinde TC Büyükelçisi olarak atanan değerli diplomat
Kaya Türkmen, Kıbrıslı Türklerle, görevinin emrettiği iyi ilişkiler kurma yönünden
çok başarılı bir yöntem izlemiş, Kıbrıslı Türklerin hassasiyetlerine saygı
göstermiş ve bu sayede sol ve sağ kesimin neredeyse tamamından destek almıştır.
Aynı oranda da sevilip sayılmıştır. Türkmen, Kıbrıslı Türklerle Türkiye
arasındaki tarihsel bağları yeniden hatırlatmış, sosyo-kültürel anlamda yeniden
bir saygı köprüsü kurmuştu. Ama nedense AKP Hükümeti tarafından 17 Mart 2011
tarihinde görevden alınmış, onun yerine de kuzey Kıbrıs’taki sivil toplumun
istenmeyen adam ilan edilmeli dediği, KKTC’de TC Yardım Heyeti Başkanı
sıfatıyla görevli Halil İbrahim Akça, 10 Şubat 2011 tarihiyle TC Lefkoşa
Büyükelçisi olarak atanmıştır. Bu atama sonrası Kıbrıslı Türklerin büyük
çoğunluğu rahatsızlık duymuştur. Fakat bir kez meşruiyeti TC’ye dayandırmaya
alışmış kesimlerle, aslında “vesayet altında rahat ise yaşanır” anlayışını benimseyenler bu atamayla geri
adım atıp, “TC ile iyi ilişkiler kurulmalıdır” demeye başlamıştır. Bugün,
ülkede güçlü bir siyasi gençlik hareketinin yoksunluğu sayesinde bu boşluğu
doldurmaya çalışan sivil toplum örgütleri ve özellikle ilerici genç kitleler
arasında söylemleriyle popüler olan “Baraka Kültür Merkezi”, 13 Şubat 2009’da
ilk kez Elçilik Önünde eylem yapıp, basın bildirisi okuduğunda bunlar
“marjinaller”dir diyenler, -özellikle sağdan ve soldan her kesimin buluştuğu
ortak tanım olduğu için önemlidir-, şimdilerde “acaba TC Kıbrıs işlerinden
sorumlu bakanı Beşir Atalay’ın CTP-BG liderini arayıp DP-UG ile hükümet
kurmaması için uyardı mı?” diye kara kara düşünmektedirler. Zira bu kabul
edilemezdir. Fakat, 9 Şubat 2009’da Baraka Aktivistlerinin yapmış olduğu basın
açıklamasındaki eleştiriler “Marjinal” bulunmuştu. Bu eylemde okunan basın
açıklamasında Polis Teşkilatı için açılan münhâle açık şekilde TC
yetkililerinin müdahalesi eleştiriliyor ve devamında şöyle deniyordu; “…Bu duruma son vermek için ‘Polisin sivil
otoriteye bağlanması’ önerisi yetersizdir ve geçersizdir. Kuzey Kıbrıs TC
işgali altında olduğu müddetçe TC Kuzey Kıbrıs’taki her türlü olaydan sorumludur.
Bilhassa da Kuzey Kıbrıs’taki halkın güvenliğinden. Bu olguyu unutturmanın hiç
kimseye bir yararı yoktur. Tam tersine, işgal durumu sürdükçe TC şunu iyice
bilimelidir ki Kuzey Kıbrıs’taki vatandaşlarımızın burnunun dahi
kanatılmasından TC sorumludur! Ve dolaylı olarak onların işgali şartlarında
hükümet etikleri yalanıyla iştigal eden kuklalar! Hükümet olduğunu iddia
edenler, tüm bunlara rağmen demokrasicilik oyununa devam etmektedir. Hiçbir
anlamı olmayan sitemkar açıklamalar yapmaları halkımızın sıkıntılarına çare
olmamaktadır. Eğer mevcut durumdan gerçekten rahatsız iseler somut siyasi tavırlar
geliştirmelerini ve adaletsiz uygulamaların esas sorumlusu olan TC makamları
ile ilişkilerini gözden geçirmelerini kendilerine tavsiye ederiz. Ancak onların
böyle bir niyeti yoktur. Tek çabaları mevcut durumu sözde bir siyasi şov ile
seçim sandıklarına malzeme yapmaktır. İşgale karşı mücadele etmiş halkımıza ise
bin bir mazeret sunmaya devam etmektedirler. Biz ise bu mazeretleri duymaktan
bıktık. Bu yüzden de mevcut rejimin kuklalarını dinlemek yerine asıl
sorumlularını protesto etmeye geldik.
Kıbrıslı
Türk toplumu olarak, diyetimiz ne ise ödemeye hazırız. Bunun simgesi olarak kendilerine
bu seramik heykelciği sunuyoruz. Artık kendi kendimizi yönetmek istiyoruz. Ne
birilerinin vesayetini ne de işbirlikçilerinin gerekçelerini duymak
istemiyoruz.” 2
Karl Marks’ın şu cümleleri aslında her şeyi
özetlemeye yetmektedir: “Koşuldan dolayı yanılsamalardan vazgeçme
isteği, yanılsamalar gerektiren bir koşuldan vazgeçme isteğidir”. Koşullardan
dolayı dünya görüşünde sapmalar olan ideologlar, sadece kendisi için demokrasi
isteyen aydınlar ve siyasiler, çıkarları için vesayeti görmezden gelenler; bilmelidir
ki, herkes tarih önünde hak ettiğini er geç alacaktır. “Zeval” elçinin olmasa
da toplum, bunun “Zeval”ini gün gelir sizlerde arar. En kısa sürede TC
Büyükelçisi’nin bu gerçekleri anlaması ve Kıbrıslı Türklerin hassasiyetlerini
göz ardı etmemesi dileğiyle…
Dipnotlar
2http://www.baraka.cc/index.php?option=com_content&task=view&id=358&Itemid=407
*Girne Milli Arşiv, Emin Dırvana’nın
olduğu resim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder