8 Eylül 2013 Pazar

ELÇİYE ZEVAL OLUR – MU?


Naim PINAR
ELÇİYE ZEVAL OLUR – MU?
“Elçiler, diplomaside temsil ettikleri devlet ile nezdinde görevli oldukları devletlerarasında, sürekli bağlar kurmak ve bu bağları barışçı yollardan korumakla görevli olan kişilerdir. Elçiler hiçbir zaman şahsi hareketlerde bulunamaz. Temsil ettiği devletin en yüksek otoritesi tarafından verilen direktifleri uygulamak zorundadır.  Tabi ki bu direktiflerin oluşmasında görevli elçinin verdiği bilgiler ve tavsiyeler hayati önem taşımaktadır. Elçi bir anlamda temsil ettiği devletin tercümanlığını da yapar. Görev süresince sunduğu belgeler, verdiği demeçler ve bildirdiği konularda sorumluluk taşımaz. Esas sorumluluk temsil ettiği devlete aittir.” Klasik anlamda,  “Elçi’ye zeval olmaz” konuyu özetlese de acaba bu doğru mudur? 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti döneminden günümüze TC’nin Kıbrıs’a atadığı elçi sayısı tam on dokuzdur. Bu on dokuz kişiden ilki 16 Ağustos 1960 tarihinde TC Büyükelçisi olarak Kıbrıs’a yollanan Emin Dırvana’dır. Nasıl olmuşsa! Emin Dırvana’ya “Zeval” olmuştu.  Kıbrıs Türk Liderliği (Denktaş’ın başını çektiği kadro NP) ile arasında çıkan uyuşmazlık nedeniyle Emin Dırvana 12 Eylül 1962’de Türkiye’ye geri çağrılmıştı. Kıbrıs’ın ilk büyük elçisi olma unvanına sahip Emin Dırvana, Osmanlı Sadrazamı Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın torunuydu. Eskilerin deyimiyle kökleri Kıbrıs’tan yetişen emekli Yarbay Emin Dırvana Kıbrıs Cumhuriyeti’nin huzur içinde yaşayabilmesi için iki toplum içerisindeki aşırı uçlara karşı daima sert durmuş ve ödün vermemiştir. Dırvana,  “Milliciler” diye bilinen, başını Rauf Denktaş’ın çektiği gurupla her zaman ters düşmüş, Denktaş’a muhalif olan Kıbrıslı Türklerle ise her zaman arası iyi olmuştur. Emin Dırvana ve dönemin egemen sınıfı olan “Kıbrıs Türk Liderliği” ile çatışması mevzularını daha önce Poli Dergisinde işleyen sevgili hocam Dr. Turan Korun ve değerli yazar Halil Paşa bu konuda tarihe gerekli notu düşmüşlerdi.
Yazımız kapsamında, Emin Dırvana ile başlayan bu sürecin bugünlerde revaçta olan, Kıbrıslı Türk Solu ve Kıbrıslı Türk Milliyetçilerinin beklide ilk kez birleştikleri “Dış Karışmacılık”  sorununun yarattığı toplumsal reaksiyon çerçevesinde; “Elçi’ye Zeval olur mu?” sorusuna yanıt aramak olacaktır. Kıbrıslı Türklerin, 28 Temmuz 2013 genel seçimleri sonucunda ortaya koyduğu irade Türkiye yetkililerinin ve buradaki üst düzey temsilcisi Büyükelçi Halil İbrahim Akça’nın söylem ve önermelerinin aksi yönünde cereyan etmiştir.  Kıbrıs Cumhuriyeti döneminin ilk TC Büyükelçisi olarak Ada’ya gelen Emin Dırvana, Kıbrıslı Türklerin elitist egemen sınıfı hariç her kesim tarafından sevilen bir kişilik olarak hatırlanmaktadır. Fakat bu sevgi ne kadar büyük olursa olsun sonuçta Dırvana’da görevinin dışında bazı köyleri ziyaret etmiş, çeşitli temaslar yaparak iki toplum arasında iletişimin otoritesi olmaya çalışmıştır. Dönemin Liderliğine karşı “ilerici- solcu ve demokrat”  kesimler bu olaya “Dış Karışmacılık” olarak bakmaktansa aksine bu olaydan fayda sağlama yoluna gitmişlerdir. Fakat dönemin baskıcı rejimi (Dırvana’nın değimiyle Raufcular) Dırvana’ya karşı boyun eğmemiş ve sonunda elçiye “Zeval” olmuştur. Yani klasik anlamının dışında, elçi TC dış politikası gereği yapmış olduğu hareket ve açıklamalarından sorumlu tutularak görevden alınmıştır. Bu dönemden sonra Dırvana’nın yerine TC Büyük Elçisi olarak atanan Faruk Şahinbaş, Denktaş ve yönetimle istişare ederek görevini sürdürebilmiştir.
Bu dönemde, her türlü baskı ve sindirmeyle de olsa Kıbrıslı Türkleri temsil eden “milliyetçi” kesim “Dış karışmacılık” olarak değerlendirdiği ve kendi kontrolleri dışına çıkan her harekete ciddi reaksiyon vermiş, hatta bu uğurda demokrat aydın insanlarımızı bile katledebilmiştir. “Dış Karışmacılığı” kabullenmeyen bu kesim, kendi baskı ve barbar yöntemleriyle TC Büyük Elçilerini kontrol altında tutmuşlardır. Bu dönemdeki dış karışmacılığın, milliyetçi kesimin ezdiği ilerici-sol ve demokrat aydınlar tarafından farklı algılandığını görmekteyiz. Bu döneme tam egemen olan milliyetçi kesime halk arasında “BEY” idaresi denmekteydi: Burada “BEY”; B:Bayraktarlık, E:Elçilik ve Y: Yönetim kelimelerinin kısaltılmış haliydi. Bu yapının içerisinde Türkiye’nin 1960 darbesi sonrası gücünü yeniden hissettiren askeri kanadı ile siyasi kanadı arasındaki dengeyi tespit etmek zor olmasa gerek. Bunu iyi tespit eden ve askeri kanadın yanında duran anti-demokratik kesimler toplumu kendilerinin başat rol oynadığı bir yapıda idare etmişlerdir. Bu dönemde yapılan barbarlıklara ve baskıcı yöntemlere katılmak mümkün değildir. Fakat erk ve idarenin Kıbrıslı Türk Liderliğinde olduğunu söylemekte yanlış olmayacaktır. KKTC’nin kuruluşuna değin bu yapı sürdürülmüş, 1979’da KTFD’ne TC Büyükelçisi olarak İnal Batu atanmıştır. Batu’nun birçok kez Denktaş Bey’in yeniden Devlet Başkanı olmak için KKTC’yi Turgut Özal’a haber vermeden kurduğunu söylediğini biliyoruz. Ayrıca TC’nin Kıbrıslı Türkler üzerindeki vesayeti için de önemli olacak açıklamaları yaptığını biliyoruz. Akademisyen Gül İnanç’ın “Büyükelçiler Anlatıyor: Türk Diplomasisinde Kıbrıs (1970- 1991)” isimli kitabında alıntılarla hazırlanan haberden TC’nin Kıbrıslı Türkler üzerindeki vesayeti birinci ağızdan şöyle aktarılıyordu;  “ …Geçmişte Türkiye kökenlilerin parti kurma girişimleri oldu, karma listeler oluşturuldu, biz de büyükelçilik olarak bu oluşumları destekledik. Dönemin UBP hükümeti de bu gibi girişimlere destek vererek, adayları listelerde öne çıkardılar, ancak, tercihli oy sistemi nedeniyle bu kişiler seçilemediler. Bunları yaşadık ve üzüldük. Bugün (2004-2005 NP)bu kopma daha da kesinleşti ve referandum sürecinde toplum bıçak gibi kesildi ortadan. Bugün itibarıyla Denktaş, yakınları ve Anadolu’dan gidenler ile Kıbrıs aydınları iyice bölünmüş durumdalar.” … Gül İnanç, İnal Batu’ya 1966- 1967 döneminde elçilik ile TMT arasında yaşanan sorunları anımsatıyor ve kendi döneminde de böyle sorunlar olup olmadığını soruyor. İnal Batu’nun cevabı kısa: “Özel harp, derin devlettir, onun uzantısı da TMT. İnanç yeniden ekliyor: “Bu üçlü yapı nasıl bir sorun yaratıyordu? Aslında bir de bunun hükümet ayağı var, Kıbrıs Türk liderliği ayağı var…” Batu’nun cevabı yine kısa ama ilginç ve açılması gereken ifadeler: “Bir de Kıbrıslılar var. Üçlü değil ayak: Elçilik, Genelkurmay, Türk derin devleti, Kıbrıslı liderler ve Kıbrıslılar. Bu nasıl bir sorun yarattı diye mi soruyorsunuz?” İnanç’tan “evet” yanıtını alınca da çok ilgi çelici şeyler söylüyor İnal Batu; “… Kısacası Genelkurmayla TMT birdir. Ben büyükelçilerle de Genelkurmay veya TMT arasında bir problem yaşandığını tahmin etmiyorum. Belki bireysel bazı olaylar olmuştur, (İnal Batu, belki yaşanmıştır, belki olmuştur diyor ama bu tür olaylar olduğu bugün dahi anlatılmaktadır) mesela bir TMT komutanı falanca yerde birisine bir büyük haksızlık yapmıştır, şiddet kullanmıştır belki, bilmiyorum ya da o kişi, Genelkurmay ve büyükelçilik tarafından cezalandırılmıştır, geri alınmıştır. Ama gerçekleştiyse bunlar bireysel olaylar olarak kalmışlardır. Genelkurmay, büyükelçilik -büyükelçilik derken, Türk hükümeti- ve TMT arasında kurumsal bir çatışma olmamıştır. Geriye kalıyor Kıbrıs Türk yönetimi. O da 1980’li yıllara kadar çok zayıftı. Sistem içi muhalefet, yani Türkiye’ye bağlı, Denktaş’a ve onun arkadaşlarına karşı muhalefet, ancak 1970’li yılların sonunda, 1980’lerde başladı ve bu bir sol muhalefet olarak gelişti. İşte o dönemde CTP ile bizim kurumlar arasında çatışmalar başladı. Nitekim Özker Özgür, Alpay Durduran gibi Kıbrıslı liderler Genelkurmay, büyükelçilik ve Denktaş’ı üzecek, kızdıracak çıkışlar yapmaya başladılar. Onlara karşı bir şiddet uygulanmadı, radikal tedbirler alınmadı, ancak, onlar dışlandı. Seçimlerde bütün kurumlar açık bir şekilde mevcut hükümetin ve Denktaş’ın yanında yer aldı, bu şekilde sol muhalefete karşı konuldu. Bu tarz gerginliklerin yaşandığı dönemde CTP liderlerinin ellerindeki diplomatik pasaportlara el konulması ve onları suçlayan sert açıklamaların yapılması gibi oldukça sert tedbirler de uygulandı. Bu tür bir muhalefet eğer TMT döneminde yaşansaydı, birtakım Kıbrıslı solcu liderlerin bugün yaptığı çıkışlar o dönemde yapılmış olsaydı, iş şiddete dönüşebilirdi. Olmadı, ustalıkla geçiştirildi, bir evrim yaşandı ve bugün sol birinci parti oldu ...”  İnal Batu, anlattığı dönemin, KKTC’nin ilanına kadar olan dönem olduğunu söylüyor. KKTC’nin ilanından sonra devlet protokolü değişmiş ve bu değişiklikleri bizzat Batu önermiş. Çok geniş yetkilerini iade ettiğini söyleyen Batu, bu durumu şöyle anlatıyor: “… Kendi yetkilerimin azalmasını yazılı olarak bizzat ben talep ettim. Nedir bunlar? Mesela protokol sırasını değiştirttim, Türkiye Büyükelçisi hemen Denktaş’tan sonra geliyordu. Dedim ki, ‘artık böyle şey olmaz, artık burada başka bir devlet var, benim bu devletin başbakanından daha önde olmam, meclis başkanından daha önde olmam yakışık almaz’ ve kendi yetkilerimi azalttım. Bu anlamda atılan diğer önemli bir adım ise şuydu: Türk Büyükelçiliği’nin ikinci adamı bütün Bakanlar Kurulu toplantılarına katılır, ikinci bir başbakan gibi davranırdı ve akabinde büyükelçiye o günkü toplantıyı rapor ederdi, bunu ben 1984’te kaldırttım. Kısacası gelişmelere uyduk. Orada bizim tanıdığımız yeni bir devlet doğdu ve biz o devlete gereken saygıyı göstermek için gerekli protokol değişikliklerini yaptık. Tabii tam demokrasinin uygulanması, Türkiye ve KKTC ilişkilerinin daha sağlıklı zemine oturması zaman aldı. Bir TMT geleneği var, oralardan gelinmiş, Türk Büyükelçisi’nin Kıbrıs’ta ikici adam olması döneminden geçilmiş, tüm bunların aşılması zaman aldı.” 1
Aslında İnal Batu’nun anlattıkları Kıbrıslı Türklerin bilmediği şeyler değildi. Fakat her daim meşruiyetini Türkiye Hükümetlerinin desteğine bağlayan Kıbrıslı Türk sağı, sonunda Rauf Denktaş gibi bir “Lideri”ni kaybedince Türkiye Hükümet yetkilileri tam egemenlik için düğmeye basmıştır. Burada, fikir ve dünya görüşüne katılmadığım rahmetli Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın cesur ve karizmatik kişiliği yanı sıra Türkiye (Askeri ve hâkim siyaseti NP) ile kurduğu saygı temeline dayalı ilişkinin önemli olduğunu söylemek zorundayım. Dünya görüşüm açısından beni temsil etmediğini düşündüğüm Denktaş’ın Liderliğinde, Kıbrıslı Türklerin “kendisinin aşağılamaları hariç” hiçbir zaman son dönemde olduğu kadar rencide edilip aşağılandığını hatırlamıyorum. Denktaş ve UBP’nin birlikte 1990 seçimlerinde doruğa çıkardığı “Dış Karışmacılığa” karşı alkış tutması bugünlere gelmemizi sağlayan donelerden biri, beklide en önemlisidir. O gün, koşullardan dolayı buna ses çıkartmayan Kıbrıslı Türk Sağı ve 1960 döneminde Emin Dırvana olayına farklı bir gözle bakan Kıbrıs Türk Solu arasında aslında ortak bir nokta vardır. Kıbrıs Türk Solu da Sağ cenah gibi meşruiyetini Türkiye Hükümetleriyle güçlendirmek istemiştir. Son on yılda yaşanan siyasi gelişmeler göstermiştir ki, “Demokrasi” ve “Adalet” kavramları her koşulda, her dönemde aynı bakış açısı ile değerlendirilmelidir. Yoksa ilerici olmak, değişimden, devinimden bahsetmek sadece işimize geldiği zaman başvuracağımız bir kaçış rotası olarak kalacaktır. TC Elçilerinin Kuzey Kıbrıs’taki rolleri itibarıyla son TC Büyükelçisi Halil İbrahim Akça’dan önce Ada’ya 1 Ağustos 2010 tarihinde TC Büyükelçisi olarak atanan değerli diplomat Kaya Türkmen, Kıbrıslı Türklerle, görevinin emrettiği iyi ilişkiler kurma yönünden çok başarılı bir yöntem izlemiş, Kıbrıslı Türklerin hassasiyetlerine saygı göstermiş ve bu sayede sol ve sağ kesimin neredeyse tamamından destek almıştır. Aynı oranda da sevilip sayılmıştır. Türkmen, Kıbrıslı Türklerle Türkiye arasındaki tarihsel bağları yeniden hatırlatmış, sosyo-kültürel anlamda yeniden bir saygı köprüsü kurmuştu. Ama nedense AKP Hükümeti tarafından 17 Mart 2011 tarihinde görevden alınmış, onun yerine de kuzey Kıbrıs’taki sivil toplumun istenmeyen adam ilan edilmeli dediği, KKTC’de TC Yardım Heyeti Başkanı sıfatıyla görevli Halil İbrahim Akça, 10 Şubat 2011 tarihiyle TC Lefkoşa Büyükelçisi olarak atanmıştır. Bu atama sonrası Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu rahatsızlık duymuştur. Fakat bir kez meşruiyeti TC’ye dayandırmaya alışmış kesimlerle, aslında “vesayet altında rahat ise yaşanır”  anlayışını benimseyenler bu atamayla geri adım atıp, “TC ile iyi ilişkiler kurulmalıdır” demeye başlamıştır. Bugün, ülkede güçlü bir siyasi gençlik hareketinin yoksunluğu sayesinde bu boşluğu doldurmaya çalışan sivil toplum örgütleri ve özellikle ilerici genç kitleler arasında söylemleriyle popüler olan “Baraka Kültür Merkezi”, 13 Şubat 2009’da ilk kez Elçilik Önünde eylem yapıp, basın bildirisi okuduğunda bunlar “marjinaller”dir diyenler, -özellikle sağdan ve soldan her kesimin buluştuğu ortak tanım olduğu için önemlidir-, şimdilerde “acaba TC Kıbrıs işlerinden sorumlu bakanı Beşir Atalay’ın CTP-BG liderini arayıp DP-UG ile hükümet kurmaması için uyardı mı?” diye kara kara düşünmektedirler. Zira bu kabul edilemezdir. Fakat, 9 Şubat 2009’da Baraka Aktivistlerinin yapmış olduğu basın açıklamasındaki eleştiriler “Marjinal” bulunmuştu. Bu eylemde okunan basın açıklamasında Polis Teşkilatı için açılan münhâle açık şekilde TC yetkililerinin müdahalesi eleştiriliyor ve devamında şöyle deniyordu; “…Bu duruma son vermek için ‘Polisin sivil otoriteye bağlanması’ önerisi yetersizdir ve geçersizdir. Kuzey Kıbrıs TC işgali altında olduğu müddetçe TC Kuzey Kıbrıs’taki her türlü olaydan sorumludur. Bilhassa da Kuzey Kıbrıs’taki halkın güvenliğinden. Bu olguyu unutturmanın hiç kimseye bir yararı yoktur. Tam tersine, işgal durumu sürdükçe TC şunu iyice bilimelidir ki Kuzey Kıbrıs’taki vatandaşlarımızın burnunun dahi kanatılmasından TC sorumludur! Ve dolaylı olarak onların işgali şartlarında hükümet etikleri yalanıyla iştigal eden kuklalar! Hükümet olduğunu iddia edenler, tüm bunlara rağmen demokrasicilik oyununa devam etmektedir. Hiçbir anlamı olmayan sitemkar açıklamalar yapmaları halkımızın sıkıntılarına çare olmamaktadır. Eğer mevcut durumdan gerçekten rahatsız iseler somut siyasi tavırlar geliştirmelerini ve adaletsiz uygulamaların esas sorumlusu olan TC makamları ile ilişkilerini gözden geçirmelerini kendilerine tavsiye ederiz. Ancak onların böyle bir niyeti yoktur. Tek çabaları mevcut durumu sözde bir siyasi şov ile seçim sandıklarına malzeme yapmaktır. İşgale karşı mücadele etmiş halkımıza ise bin bir mazeret sunmaya devam etmektedirler. Biz ise bu mazeretleri duymaktan bıktık. Bu yüzden de mevcut rejimin kuklalarını dinlemek yerine asıl sorumlularını protesto etmeye geldik.

Kıbrıslı Türk toplumu olarak, diyetimiz ne ise ödemeye hazırız. Bunun simgesi olarak kendilerine bu seramik heykelciği sunuyoruz. Artık kendi kendimizi yönetmek istiyoruz. Ne birilerinin vesayetini ne de işbirlikçilerinin gerekçelerini duymak istemiyoruz.” 2
Karl Marks’ın şu cümleleri aslında her şeyi özetlemeye yetmektedir: “Koşuldan dolayı yanılsamalardan vazgeçme isteği, yanılsamalar gerektiren bir koşuldan vazgeçme isteğidir”. Koşullardan dolayı dünya görüşünde sapmalar olan ideologlar, sadece kendisi için demokrasi isteyen aydınlar ve siyasiler, çıkarları için vesayeti görmezden gelenler; bilmelidir ki, herkes tarih önünde hak ettiğini er geç alacaktır. “Zeval” elçinin olmasa da toplum, bunun “Zeval”ini gün gelir sizlerde arar. En kısa sürede TC Büyükelçisi’nin bu gerçekleri anlaması ve Kıbrıslı Türklerin hassasiyetlerini göz ardı etmemesi dileğiyle…


Dipnotlar
2http://www.baraka.cc/index.php?option=com_content&task=view&id=358&Itemid=407







*Girne Milli Arşiv, Emin Dırvana’nın olduğu resim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder