Naim PINAR
“KADIN’IN
DERDİ - BİLİMİN RENGİ”
Bugün hemen herkes “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”
nedeniyle kadına yönelik şiddet başta olmak üzere, her türlü haksızlığa ve ayrımcılığa
karşı ses verecektir. 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000
dokuma işçisinin daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında
greve başlayarak gerçekleştirmiş oldukları cesaret dolu isyanın ve greve
katılan kadınlara yönelik kolluk güçlerinin hunharca saldırısını ve işçilerin
fabrikaya kilitlenmesini, ardından da çıkan yangın sonucunda 129 kadın işçinin
yaşamlarını yitirmesini konu alan köşe yazıları, makaleler, siyasi bildiriler
veya daha yüzeysel olarak bazı kesimler “kadınlar çiçektir” babında çok
tumturaklı söylemlerde bulunacaklardır. Bugünün öneminin iyice idrak edilmesinde ve
kadınların uzun soluklu mücadelesinde kat edilen yolun öneminin daha derinlerde
aranması gerektiğine inanıyorum. Derinlikten kastım; bu çetin, cesaret, irade
ve onur dolu mücadelenin siyasi öncülerinin bile çoğu zaman gözden kaçırdığı
daha evrensel değerlere ve bilgiye ulaşmamızda bizleri aydınlatan kadın bilim
insanlarının kat ettiği o müthiş başarı serüvenidir.
Bu haftaki yazımı yazmadan kafamdaki konu şekillenmişti.
Konu; bilim dünyasına damgasını vurmuş fakat çoğumuzun ismini bile duymadığı
kadın bilim insanlarımızın zorlu serüvenleriydi. Yazımın başlığını bir gaflete
düşerek fonetik uyum ve ilgi çekici olsun diye “Kadın’ın Fendi Bilimin Rengi” şeklinde
düşünmüştüm. Bunu da ilk olarak sevgili eşimle paylaşmış, bir de utanmadan en
değer verdiğim kadından takdir bekler gibi bir hisse kapılmıştım. Sonra gecenin
ilerleyen vaktinde neden bu başlık bu kadar kolay ağzımdan çıkıvermişti diye
düşündüm. Üniversite yıllarımda en sevdiğim hocalarımdan biri olan Prof. Sabri
Yetkin’in “bak oğlum bu Osmanlıca dersini sevmesen de, gereksiz görsen de öğrenmelisin”
dediğini hatırladım. Yazımın başlığında Osmanlıca bir kelime olduğunu
düşündüğüm “fend”i fonetik uyum için kullanmak istemiştim. Yazımın başlığını
bana çağrıştıran aslında ataerkil düşünce yapımızdaki saçma sapan bir
atasözünden öte bir şey değildi. Sonra fend kelimesinin kökenine ve anlamına
baktığımda, farsça kökenli bu kelimenin;
hile, desise, el altından yapılan oyun demek olduğunu öğrendim. Fend,
kadının akıllılığını, kurnazlığını veya kadının erkeğe olan üstün vasıflarını
anlatan bir kelime olmaktan çok uzaktı. Bu daha çok kadınları aşağılamak için
ataerkil zihnin dile yansımasıydı. Önce, yarın eşime bu cehaletimi nasıl
söylerimin derdine düştüm sonra ise iç sesim aracılığıyla yaptığım hesaplaşma
esnasında, ataerkil kalıntılarımızdan kurtulmak için ne kadar gayret ettiğimi,
buna rağmen böyle bir gaflete düşmekten geri kalmadığımı itiraf ederek üzüntümü
iç sesimle paylaştım.
Böylelikle yazımın başlığının nasıl “Kadın’ın Derdi Bilimin Rengi” olduğunun samimi itirafını yaparak yazıma başlamanın en hayırlı iş olacağına
karar verdim. Egemenlerin otoritesi her alanda var olabilir fakat bilim için
önemli olan kanıt ve ileri sürülen argümanların mantığıdır. O nedenle kadın
bilim insanlarımızın çalışmaları çok kıymetlidir. Onların en önemli derdi,
insanlığın geleceği üzerine çabalamak olmuştur. Her türlü baskıya ve
ayrımcılığa karşı zihinlerinin parlaklığını önümüzü aydınlatma yolunda
kullanmışlardır. Ortaçağ’dan beri en köklü eğitim kurumları olan Oxford,
Leipzig, Paris ve Bologna bile kadınlara kapılarını uzun yıllar kapalı
tutmuştur. 19. yüzyıldan itibaren Paris ve Oxford gibi kurumlar, kadın
öğrencileri kabul ettiğini açıklasalar da bu ancak bir kadının erkeklerle eş
olduklarına yönelik çeşitli testler sonucunda gerçekleşebiliyordu. 18. ve 19.
yüzyıllarda yüksek öğrenim, orta sınıf ve aşağısı kadınlar için imkânsızdı.
İngiltere’nin başkenti Londra’da 1660 yılında kurulan Royal Society 1945 yılına
değin tüzüğünde kadınların üye olmasına izin vermemiştir. Amerika Bilimler
Akademisi ancak 1925 yılında kadınları üye olarak kabul etmiş, Rusya Ulusal
Akademisi ise 1939’da, Fransız Bilimler Akademisi ise 1962 gibi çok daha geç
bir tarihte kadınları üye olarak bünyesine kabul edecekti. Bilindik bir kadın
bilim insanı Marie Curie ikinci Nobel ödülünü aldığı 1911 yılında Fransız
Bilimler Akademisine başvurmuş ve akademi tarafından ret cevabı almıştı. Fakat
erkek egemen yapının bunaltıcı dışlamasına rağmen kadınlar evlerinin yolunu
tutmazlar. Onlar, insanlığın geleceği önündeki her engeli bilimsel metotlarla
aşmanın derdindedir. Bilimin rengi siyahtı ve bu bilimsel ruha aykırıydı. 1667
tarihinde İngiliz bilim dünyasının aristokrat üyelerinden William Cavendish ile
evli olan Margaret Cavendish bu avantajını kullanarak Royal Society
toplantılarının birine iştirak eder. Tüm erkek üyelerin protestosuna uğrayan
Margaret erkek egemen Royal Society üyelerinin renksiz, ampirik yaklaşımını
eleştirir. Canlı hayvanlar üzerinde yapılan cerrahi deneylere karşı çıkar ve
kadınların dışlanmasının ne kadar zavallı bir duruş olduğunu savunur.
Margaret’in bu cesur çıkışı, Royal Society’ye egemen olanları çok korkutmuş
olacak ki; bu girişim sonrası kadınlar ancak 200 yıl sonra benzer bir deneyimi yaşayabileceklerdi.
1786 yılının ağustos ayında ilk kez bir kadın tarafından yürütülen bilimsel bir
araştırma uzayla alakalıydı. Araştırmadan çıkan sonuçları Royal Society’nin
Philosophical Transcations isimli dergisi çok ilginç bir başlıkla yayınlıyordu:
“ Yeni bir kuyruklu yıldız hesaplaması, Bayan Caroline Herschel’den Bay Charles
Blagden’e bir mektup, Royal Society Sekreterliği’ne”. Bu dönemde 30’dan az
bilinen kuyruklu yıldız varken Caroline tek seferde sekiz tane keşfetmişti. Astronom
Caroline Herschel’nin uzmanlık alanı kuyruklu yıldızlardı. 1847 Yılında
Amerikalı astronom Maria Mitchell ise “Miss Mitchell Kuyrukluyıldızı” olarak
anılacak keşfinin ardından üne kavuşmuştur. Kadına karşı tüm baskı ve
dışlamalara karşın 1850’de American Philosophical Society’ye (Amerikan Bilimsel
İlerleme Derneği ) kabul edilen ilk kadın üye olur. Kadın bilim insanlarımızın
engel tanımaz duruşları sayesinde birçok bilim insanı insanlık tarihindeki
gelişmelere katkı koyabilmiştir.Jane Marcet’in 1806 yılında “Kimya Üzerine- Deneylerle” * adlı eseri yıllar sonra ilk popüler bilim kitabı olarak gösterilecektir. Bu kitap sayesinde fizikçi Michael Faraday bilime heyecan duyacak ve birçok keşfin anahtarı olacaktı. 20. Yüzyılın başında erkek egemen yapı bilim dünyasına hâkim olmaya devam etmekteydi.
1901’de erkek egemenliği altındaki diğer bir bilim
yuvası Harvard Üniversitesinde, gökbilimci Edward Charles Pickering erkek
egemen yapıyı yıkarak kendisiyle çalışmak üzere özel odasında çağımızın bilgisayarlarından
daha çok iş başaracak olan bilim kadınlarını toplamıştır. Burada çalışkan kadın
bilim insanları, yıldızların içeriğine dair sahip olduğumuz bilgilerin anahtarı
oldular. Bilimin cinsiyeti olmadığını tarihin silinmez kayıt defterine adeta
yüreklerinin ışıklarıyla yazdılar. Bilim kadınlarından biri evrenin boyutunu
hesaplayabilmemiz için yeni bir yöntem geliştirmişti. Takımın lideri olan Annie
Jump Cannon ise çeyrek milyon yıldızı kataloglamayı başaracaktı. Cannon gençlik
yıllarında geçirdiği kızıl hastalığı nedeniyle duyma yetisini kaybetmişti.
Fakat bu durum onun kararlılığını kırmadığı gibi bilime olan sevdasına da engel
olamamıştı. Kadın bilim ekibindeki diğer duyma engelli bilimci Henrietta Swan
Leavitt’ti. Gökbilimcilerin bir yüzyıl sonra bile yıldızların uzaklığını ve evrenin
boyutunu ölçmek için kullanacakları yöntemi bulan oydu. Harvard Gözlemevinde
çalışmalarını sürdüren bilim kadınlarımız inanılmaz buluşlara imza atmışlardır.
Bugün onların isimlerini birçoğumuz bilmiyor olabiliriz fakat bilimin
gökkuşağını oluşturan bu azimli ve parlak zihinlerdi. Annie Jump Cannon
liderliğindeki kadın bilim ekibinin tam olarak ne yaptığına gelince; teleskopun
içine yerleştirilmiş bir prizmaya yıldızların ışığının düştüğünü fark ettikleri
zaman gerçeği anlamışlardı. Yani büyütülen yıldız ışığı bir şerit halinde
ayrışıyordu. Bileşen renklerini kırmızı ışınlar bir uca, mor ışınlar diğer uca
gidecek şekilde dışa vuruyordu. Bu da yıldızın tayfı oluyordu. Tayf, ince ve
karanlık çizgilerin varlığını gösteriyordu. Bunları laboratuardaki parıltılı
maddelerden gelen çizgilerle kıyaslarsak bizim Dünya’dan tanıdığımız
elementlerin en dıştaki yıldızlarda da var olduğunu tespit edebilirdik. Cannon’ın
geliştirdiği şemaya göre yüz binlerce yıldızın tayfsal karakterini sınıflandırmanın
mümkün olduğu görüldü. Her yıldızın tayfsal çizgi şablonlarıyla yedi geniş
kategoriden oluşan kesintisiz bir dizilime sahip olduğunu keşfettiler. Bu
kategorilerin her birine birer numara verilmişti. Ama iki yıldızın aynı harf
sınıfındaki tayf çizgileri belirsiz biçimlerdeydi. Cannon, bu tayfları
birbirinden ayırt etmek için her bir sınıfa on adet nümerik alt kategori tayin
etti. Annie J. Cannon, Yıldızları düzene sokan ilk bilim insanıydı. Ama onun
çalışmasının arkasındaki gizli anlamı çözmek başka bir kadın bilim insanına düşecekti.
1923 yılının İngiltere’de kadınların bilim alanında kariyer yapmaları halen
yasaktı. Ama Cecillia Payne Londra’da Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’nın
doğru olduğuna dair ilk delili bulan bilim insanı olan astronom Sir Arthur
Eddington’ın verdiği bir derse katıldı. O andan itibaren hiç bir şeyin onu
büyük hayallerini kovalamaktan caydıramayacağını anlamıştı. Amerika’ya
kadınların daha rahat yıldızlar üzerine çalışma özgürlüğünü kazanmış olduğu
yere gitmenin amacına ulaşmak için en mantıklı seçenek olduğuna karar verdi.
Harvard’a yaptığı başvuru kabul edildi. Payne’in Harvard Gözlemevinde keşfedeceği
şey, astronomideki en merkezi inançlardan birini sarsacaktı. Ortaya çıkan etki
ise modern astrofiziğin temellerini oluşturacaktı. Harvard’daki bilim kadınları
Annie J. Cannon liderliğinde yıllarca yıldızları gözden geçirmeye, her birinin
tayfsal imzasına hızlıca bir bakışla kontrol edip sonra da onları yedi
kategoriden birine koymaya devam ettiler. Yıldızlar henüz kimsenin anlayamadığı
daha büyük bir resimdeki yüz binlerce nokta halini alıyorlardı. Kadınlardan
oluşan bu topluluğa Cecilla Payne’de katılmıştı. Cannon, yıldızların tayflarına
ait her şeyi Payne ile paylaştı. Payne, Cannon’un verilerini analiz ederek
yıldızların kimyasal bileşimini ve fiziksel durumlarını belirleyip
belirleyemeyeceğine göz attı. Payne, bu araştırmasına, kuramsal fizik ve atom
fiziği üzerine sahip olduğu uzmanlığı da katınca ortaya çıkan sonuç; yıldızların
tayfındaki en belirgin özelliğin ağır elementlerin varlığını işaret ettiğini
gördü. Örneğin; kalsiyum ve demir. Bu ikisi Dünya’daki elementler arasında da
bolca bulunuyor. Gökbilimciler bu
çalışmalardan yola çıkarak yıldızların, Dünya’dakilerle aynı elementlerden
oluştuğunu ve bu elementlerin de kabaca aynı oranlarda bulunduğu sonucuna
vardılar. Yıldızlara dair anlayışımıza büyük katkılar yapmış olan Henry Norris
Russell, 1924 yılında Amerikalı gökbilimcilerin en kıdemlisiydi. Russell,
Dünya’da sahip olduğumuz kimyasal elementlerin 40 veya 45 tanesi aynı zamanda
güneşin tayfında da mevcut diyordu.
Dolayısıyla Güneş’in bileşiminin de Dünya’dakine benzediğini
varsayabiliriz tezini savunuyordu. Russel’a göre; eğer Dünya’nın kabuğu da
akkor olana dek ısıtılırsa onun tayfı da Güneş’inkine benzeyecektir.
Annie Cannon ile yeni fikirlerini paylaşan Payne,
geniş bir sıcaklık yelpazesinde tayfların nasıl görüneceğini hesaplamayı
başarır. Bu yeni teori Cannon’ın sınıflandırma sistemine kusursuz biçimde
uyuyordu. Bir yıldızın tayfı, onun tam olarak ne kadar sıcak olması gerektiğini
söylüyordu. Cannon’un çalışması sayesinde Payne, yıldızların neredeyse tamamen
hidrojen ve helyumdan oluştuğunu keşfetmişti. Payne, yıldızlarda metallerden
bir milyon kat kadar fazla hidrojen ve helyum olduğunu söylüyordu. O günün yaygın anlayışına göre Payne’in bu
görüşü çılgınca bir görüştü. Bu
görüşlerini tez haline dönüştüren Payne, dönemin en gözde gökbilimcisi olan
Profesör Russell’a tezini gönderir. Russell,
tezi okur okumaz ilk yorumu “zavalı kadın” olur. Russell ‘a göre Payne’in tezi
temelden hatalıydı. Prof. Russell, Payne yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Hidrojen’in metallerden bir milyon kat fazla olması açık bir biçimde
imkânsızdır.” Payne’in çok emek vererek topladığı kanıtlar geleneksel bilimsel
anlayışa tersti. Russell’ın mektubu sonrası yıkılan Payne, dönemin en büyük
bilim insanının yanılmasının imkânsız olacağını düşündü ve tezine son verdi. Russell’ın,
Payne’in haklı olduğunu anlaması dört yıl alacaktı. Russell, Payne’in haklı
olduğuna kanaat getirince Payne’in hakkını teslim edecekti. Payne’in “Yıldız
Atmosferleri” isimli tez çalışması,
gökbilim tarihinin en iyi tezi olarak kabul edilir. Gökbilimin ana
kaynaklarından biri olur. Egemenlerin otoritesi her alanda var olabilir fakat
bilim için önemli olan kanıt ve ileri sürülen argümanların mantığıdır. Bugün
bilimsel gelişmenin önünü açan birçok çalışmada kadın bilim insanlarının imzası
vardır. 1925 yılında doğan biyofizikçi Rosalind Franklin’in DNA’nın
yoğunluğunu, sarmal yapısını ve birçok önemli özelliğini saptayan ilk bilim
insanımızdır. Uzun yıllar bilim dünyası Franklin’in başarısını görmezden
gelmiştir. DNA’nın günümüzde bilinen çift sarmallı merdivene benzer yapısı
1953’te çözüldü. Bilim dünyasında birçok alanı etkileyecek olan bu buluşla ismini
en çok duyuran kişiler; James Watson ve Francis Crick oldu. Bu başarıda ayrıca
pay sahibi olan Franklin’in çalışma arkadaşı Maurice Wilkins de zaten 1962’de
Fizyoloji ve Tıp Nobel Ödülü’nü Watson ve Crick ile paylaşmıştır. DNA’nın
keşfinde çok önemli katkısı olan fakat 1962’de Nobel heyeti tarafından
tanınmayan Rosalind Franklin ise aslında DNA’nın keşfinde öncü olan bilim
kadınıdır. Neyse ki artık bilim dünyası Rosalind Franklin’in DNA üzerine
yaptığı katkıyı kabul etmektedir.
Geçmişten günümüze kadın bilim insanlarımızın
yaşadığı zorlu mücadele sadece cinsiyet ayrımcılığına karşı verdikleri onurlu
mücadele ile anlatılırsa eksik kalır. Aynı zamanda erkek egemen anlayışın
dışlamalarına karşı insanlığın geleceği için bilim adına paylaştıkları evrensel
gaile için gösterdikleri mücadele de unutulmamalıdır. Bazen ataerkil yapının
kurbanı oluyor ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda yapılan çalışmaları
gelenekçi bir bağnazlıkla alaya alarak eğleniyoruz. Örneğin, kullandığımız dile
dikkat etmezsek gelecek kuşak erkekler de tüm bilim insanlarına “bilim adamı”
demeye devam edecektir. Yukarıdaki kadın bilim insanlarımız en azından bilim
insanı olarak anılmayı hak ediyorlardır. 1667 tarihinde Margaret Cavendish’in
Royal Society toplantısına katılarak canlı hayvanlar üzerinde yapılan cerrahi
deneylere karşı çıkışı, muazzam bir vizyonun da işaretiydi. Bu gibi konular,
ancak bugünlerde bilimin etiği altında tartışılabiliyor. O dönem erkek egemen
yapının protestolarına ve saldırılara rağmen cesurca fikirlerini ortaya koyan
yine bir bilim kadınıydı. Onun da derdi, o dönemki bilimin rengiydi. Harvard
Gözlemevinde bir grup kadın bilim insanının yaptığı çalışmalar, Franklin’in DNA
konusundaki öngörüsü, kuyruklu yıldızlar konusunda uzman astronom Caroline
Herschel’nin azmi, Annie Jump Cannon’un yıldızları sınıflandırarak ilk yıldız
haritasını oluşturması, Cecilla Payne’in muazzam tezi, Henrietta Swan
Leavitt’in evrenin boyutlarını anlamamızda ortaya koyduğu hesaplama yöntemi ve
daha niceleri için evrensel bir teşekkürü hak ediyorlar. Bilim içerisindeki
kadının derdi; bilimin rengini değiştirmiştir.
KAYNAKLAR
http://www.nat-geo.tv/cosmos-bir-uzay-seruveni-8-bolum/2/
http://arsiv.salom.com.tr/news/print/15041-DNA-kesfinin-ardindaki-gizli-kahraman-Rosalind-Franklin.aspx
http://haber.sol.org.tr/bilim-teknoloji/unutulan-bilim-kadinlari-haberi-36596
* Conversations in Chemistry in which the
elements of that science are familiarly explained and illustrated by
Experiments
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder