Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
FİKİR CİNAYETİNİN ANATOMİSİ
14 Temmuz gecesi 3-5 gündür e-posta adresimi kontrol
edemediğimi fark ettim. Vakit geç de olsa artık şöyle bir göz atmam gerektiğini
düşündüm. Çok ilginç bir gönderi dikkatimi çekti. Hacettepe Üniversitesi Felsefe
Bölümü hocalarından, aykırı fikirleriyle
dikkat çekmeyi başaran Prof. Dr. Fehmi Baykan’dan gelen gönderi şöyle diyordu: “2013'te yazdığınız "Sodom-Gomorra
piçleri" başlıklı yazınızı yeni gördüm. Orada beni Tayyip'in adeta avukatı
olarak takdim etmenizi esefle karşılıyorum. Ben AKP'ye de, Tayyip'e de,
icraatine de katiyetle muhalifim, bilinsin. O yazı 1997'nin belli bir
patolojisiyle alakalı tespit ve tahlillerden ibarettir. O yazıyı bağlam dışı
alıp Tayyip'in fikir ve icraatını meşrulaştırmak için kullanmak fikir
cinayetidir.”1
Bu değerli hocamızı önemsediğimden ve acaba haddimi
aşmış olabilir miyim diye 2013’de yazdığım “Sodom
ve Gomorra Piçleri” başlıklı yazımı tekrardan 2-3 kez okuduktan sonra
kanaatimin değişmediğine emin oldum. Sonra Sn. Fehmi Baykan hocamızın ilginç
“Fikir Cinayeti” itamı hakkında kararı siz değerli okuyucularımıza bırakmak
üzere 2013’de yazdığım yazının bir özetini tekrardan sizlerle paylaşıp Sn.
Fehmi Baykan hocamıza sonra yanıt vermek gerektiğine karar verdim. Siz değerli
okuyucularımıza yazıyı hatırlatmak hem de Sn. Fehmi Baykan hocamız tarafından
tartışma konusu yapılan yazımda ne demişiz yeniden bir bakalım:
“… Eski Ahit’te anlatılan hikâyeye göre, Sodom ve
Gomorra şehirlerinin halkı o denli ahlaksızmış ki Peygamber Lût’un misafiri
olan iki meleğin (Adam kılığında görünen NP) ırzına geçmeye kalkmışlar. Lût
onlara kendi bakire kızlarını teklif etmesine rağmen isteklerinde inat
etmişler. Bu iki melek Lût ve ailesini kurtardıktan sonra şehri “yıkıp, yok
edip” yerle bir etmişlerdir. Lût’un karısı son anda dönüp baktığı için o da taş
kesilmiş. Türkiye’de AKP iktidarından sonra çok şey değişmiştir. Sağlıktan,
eğitime, ulaşımdan ekonomiye her alanda 90 yıllık Cumhuriyet’te yapılmayan birçok
icraat hayat bulmuş, milli selamet geleneğinin son nesil sürümü olan AKP, üç
dönem yüksek oylarla ve demokratik yollarla devlette tam hâkimiyeti
sağlamıştır. Militarist devletten sivil devlete geçiş sağlanmış, devlet
içerisindeki derinlik yerini serinliğe bırakmıştır. Fakat kişi hak ve
özgürlüklerine gelince, AKP adeta geçmişte kendi dünya görüşüne yapılan
saldırıların intikamını alırcasına, özgürlükleri başörtüsünün serbestliği
mevzuuna indirgemiş ve kılık kıyafetten tutun da geriye kalan muhalif
kesimlerin özgürlük alanlarına saldırmaya başlamıştır. Eline geçirdiği tek yüzü
kör demokrasi kılıcını sağa sola sallamaya başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
“Ilımlı İslam”la yoğrulmak istenmesi halkın bir kısmında tedirginlik yaratmıştır.
Öte yandan iktidardan her gideceğini hissettiğinde rejim tehlikede türküsünü
söyleyen ve generalleri darbeye davet eden CHP’nin demokrasiden habersiz olması
ve muhalefette bile halkına sosyal projelerle ümit veremeyen, değişmez yapısı
sonucu, Türkiye’nin büyük çoğunluğunun ümitsizce, güçlü olandan yana biat
etmesini getirmiştir.
Türkiye “aydınlarının” büyük çoğunluğu çağdaşlık ve
demokrasi algısı ise çeşitli (Kemalizm, Türkçülük vb.) kalıplar nedeniyle perspektifi
dar, vizyonsuz felsefi tartışmaların kısır döngüsünde kalmaktadır. Türkiye’de
vizyon sahibi aydınlar ise, küçük azınlık bir grup olarak feryat etmektedirler.
AKP hükümetinin 20 gündür başına adeta bela olan Taksim Gezi Parkı Direnişçileri aslında sadece yeşil dostu bir
protesto için orda değildirler. Zaten bunu herkes açıkça görmektedir. Fakat
Tayip Erdoğan’a göre küçük bir grup olan sade vatandaşların oluşturduğu yeşilci
grup, sadece bu amaçla ordadır ve bunun dışında birde kışkırtıcı marjinaller var
ki, “onlar ideolojiktir”. Refah Partisi iktidarı sırasında yaşanan anti
demokratik darbe girişimlerine karşı mücadele vermiş bir kişi olan Tayip
Erdoğan’ın ideolojilerle ve batılı anlamda giyinen kesimle hep arası açık
olmuştur. Fakat ne gariptir ki, 1997 yılında Refah Yol Hükümetinin iktidardan
uzaklaştırılmasından sonra, tekrar iktidara gelmenin anahtarı olarak, AKP, hep
demokrasiden ve sivilleşmeden bahsetmiştir. Şimdilerde ise Tayip Erdoğan keskin
bir dille kitleselleşen bu özgürlük taleplerini dillendirenlere, çapulcu ve
yoldan çıkmış ahlaksızlar demekte, gençlerin ulu orta seviştiğinden yakınmakta,
alkol’ün sınırlandırması yasasının uygulamada yaratacağı toplumsal çatışma ve
kamplaşmayı görmezlikten gelmektedir. Kendisine göre, İslami gençlik dışında
bir gençlik ancak yoldan sapan sapkınlar olmaktadır. Bu nedenle medya üzerinde
sıkı denetim şart, eğitimde “Ilımlı İslam”a yönelmek şarttır. Bu amaçla devlet kamusal alanlarda bazı
yasaklar koyabilir ve koymalıdır.
Şimdi siz değerli okuyucularıma Türkiye’de yayın
hayatına 1997 yılında başlayan çok severek okuduğum Doğu-Batı Dergisinin ilk
sayısında okuyup hayal kırıklığına uğradığım bir makaleden bahsetmek istiyorum.
O günlerde Türkiye’de Refah Yol Hükümeti iktidardaydı ve CHP o bildik yanık
türküsüyle Mustafa Kemal’in askerlerini demokrasi ve devletin rejimini korumak
maksadıyla müdahaleye çağırmaktaydı, dergide birçok bilim insanı çeşitli
konularda kapsamlı makaleler yazıyordu. Fakat bir tanesi vardı ki, Tayip
Erdoğan’a ışık tutarcasına döktürmüştü Kendi gençliğini, çağdaşlık ve demokrasi
kavramlarını o müthiş felsefesiyle açıklıyordu. Makalesinin başlığı dikkat
çekiciydi: “Fikir Hürriyetinin
Sınırlanmasının Lüzumu Üzerine”. Yazar ise Türkiye’nin en önemli
üniversitelerinden Hacettepe’de Prof Dr. unvanı ile Felsefe bölümünde ders
veren Fehmi Baykan beyefendiydi. Bu beyefendi, fikir, hürriyet kavramlarını
açıkladıktan sonra insanlığın git gide yozlaştığını anlatıyor, ideolojileri
bilimsellikten uzak hastalıklar olarak açıklıyordu. Batının ahlak değerlerinin
ve biliminin ayakta kalmasını da kilise ve Hıristiyanlık dinine bağlıyordu.
Dünyadaki bu “soysuzlaşma” kültürüne de “Sodom-Gomorra” kültürü adını
veriyordu. Bakın hocamız Türkiye’nin o günkü portesini nasıl değerlendirmişti:
“Piyasadaki pek çok gazete ve televizyon
şirketine sahip olan bir-kaç ‘malûm’ holding, sırf kendi menfaatini
azamileştirmek için her türlü hukuksuzluğu ve ahlaksızlığı yapmaktadır.
Bunların gazete ve televizyonda yaptıklarını serlevhalarla (başlık NP) hatırlatayım: 1- Bunlar son birkaç yıl
öncesine kadar Kürtçülüğü ve Alevi kışkırtıcılığını desteklediler. Bunu
yaparken de ‘demokrasi, insan hakları, çağdaşlık’ sloganlarını paravan olarak
kullandılar. 2- ‘malûm medya’, solcu, Kürtçü yazar-çizer taifesi mahkûm
edilmeye kalksa hemen yaygara koparır, hukuk düşmanlığı yapar ve o hâkimleri
teşhir ederler; sonra da ‘brifingci generallerin’ toplantısına katılıp onları
ayakta alkışlayan hâkim ve savcıları öve öve bitiremezler. 3- ‘malûm medya’
anarşistlerin, solcuların, Kürtçülerin kanunsuz gösteri yürüyüşlerini
tarafgirâne bir biçimde sunar; bu esnada polis şayet bu mikropların birine
birkaç cop vurmaya kalksa hemen –bu sahneleri milyon kere tekrar ederek- polis
düşmanlığı yaparlar. Ama aynı olaylarda bu haşaratın polise küfretmesini,
vurmasını, hatta kurşun sıkmasını ya göstermezler yada ‘gençlerin’(!),
‘öğrencilerin’ (!?) tabii haklıymış gibi
sunarlar. ‘Malûm medya’ devamlı polis düşmanlığı yaparak, bir taraftan emniyet
güçlerini ürkütüp sindirerek görevlerini yapamaz hale getiriyor, öte yandan da
halkı polisten soğutuyorlar. Polisin kanunsuz gösteri yapanlara karşı cop
kullanması vazifesi ve salahiyeti dâhilindedir. Televizyoncuların kameraları
polisin copundan çok daha tehlikelidir ve zarar verir. Ben polisin sadece
kanunsuz gösteri yapan şirret militanları değil, aynı şirretliği kalem ve
kameralarıyla ika eden sözde gazeteci taifesini de coplamasını anlayışla
karşılıyorum. Bu vesileyle hatırlatayım ki, polisin birkaç cop vurmasına
‘işkence’ olarak izam edenler, ‘demokrasiye, insan haklarına, çağdaşlığa’
aykırı diye yeri göğü inleten ilericiler (!), çağdaşlar (!) aynı anda da
cuntacı askerleri ve darbeyi alkışlarlar! 4- ‘Malûm medya’ devamlı hadiseleri
çarpıtarak sunar, yalan haberler verirler. Kendilerine düşman gördükleri
siyasetçilere ve diğer görevlilere iftiralar atarlar; onların beyanlarını ve
fiillerini tamamen çarpıtarak halkın gözünde kötülerler. Bunlar, gene kendi
tabirleriyle devamlı ‘yargısız infaz’ ediyorlar, suç işliyorlar. 5- Bu cümleden
olmak üzere, ‘bu medya’, şahısların özel hayatını ihlal eder, gizli
kameralarla, konu fahişeleriyle her türlü edepsizliği ‘araştırmacı gazetecilik’
olarak piyasalarlar. Sonra da bu ‘ahlaksız medya’ döner, emniyet vatandaşın
telefonunu dinliyor, diye, izam edilmiş iddialarla devlet düşmanlığı eder. 6-
‘Malum medya’ devamlı şehvet tahrikçiliği yapar, milletin ahlakını bozar.
Bunların her gün ekranda gösterdiği filmlerde evlilik dışı cinsi ilişki, zina
tabii yaşama şekli olarak sunuluyor. ‘Bu Medya’ her gün göğüsleri bacakları
apaçık ortada kadın manzaraları sunar (sanki, ‘dersimiz jinekoloji’imiş gibi).
Memlekette ne kadar fahişe varsa ‘sanatçı’(!) namıyla meşhur ediliyor ve bu
kepaze mahlukların dejenere yaşama şekilleri ‘çağdaşlığın’ icabı olarak halka
sunuluyor. Televizyonda beş vakit bunları seyreden yeni nesiller de, haliyle
gördüklerinin tesirinde kalıyorlar ve bu şekilde davranıyorlar. Şu caddelerin
haline bakın! Kadınlar kızlar, sanki ‘müşteriye çıkmış fahişe’ kılığında
dolaşıyorlar. Oğlanlar, saçı-sakalı, kılığı, kulağında küpesiyle tam manasıyla
dejenere hippiler. Bu ‘çağdaş gençler’(!) kamuya ait yerlerde, hatta üniversite
koridorlarında dahi, sarmaş dolaş öpüşürler etraflarına aldırmadıkları gibi,
yanlarından bir hoca geçerken bile takmazlar. Ben bu durumlara –Hacettepe
Üniversite’nde- her gün şahidim: İkaz edildikleri zamanda şirretleşirler. Bu
SODOM-GOMORRA PİÇLERİ ‘malum basının’, ilericilerin, solcuların, liberallerin,
yani cümle garpperestlerin eseridir: İftihar etsinler! Bu münasebetle
belirteyim: bu garpperest taife ve onların propagandasının tesirinde kalan
askeriye, başörtülülere ve sarıklı-sakallı-sakolu tiplere savaş açtı. ‘Brifingcilerin’
emriyle İstanbul’un bazı semtlerinde de ‘sarıklı’ avına çıkıldı. Şimdi
soruyorum; başörtülüleri ve sarıklı-sakoluları tehlike gören çevreler, SODOM-
GOMORRA PİÇLERİNİ memlekete faydalı ve lüzumlu mu görüyorlar? Bu yaygınlaşan ve
‘normal yaşama şekli’ haline gelen Sodom-Gomorra Kültürü, yoksa ateizmin
(atatürkçülüğün), çağdaşlığın, ilericiliğin, solculuğun tabii icabımı
görülüyor? Neden cuntacılar, Batı Çalışma Grupları bu dejenerasyon karşısında
tamamen sessiz ve pasiftir? ‘İrtica’ birinci derecede ‘milli tehlike’ de
(askeri hedef), bu epidemik (yaygın) hale gelen patolojik ahlaksızlık ‘milli
matlup’ mu (talep edilen, istenen), askeri gaye mi?! askeriye ya bu mevzulara
hiç karışmasın (ki hukuki olan da budur), yok eğer karışacak ise bari nesnel
(objektif) olsun da ‘da büyük tehlikeyi’ de görüp ona karşı tavır koysun (bu
vesileyle belirteyim; ben sarıklı-sakolu tipleri savunmadığım gibi, bilakis
bunlara da karşıyım. Karşı olmamın sebebi sadece görünüşlerini iğrenç bulmam
değil-bu benim şahsi duygumdur- ama, bu taifenin bu kılıkta gezmelerine ‘dinin
gereği’ olarak sunmalarıdır. Bu tavırları tamamen yanlıştır: Sarığı-sakoyu ‘sünnet-i
seniyye’ görmek ve göstermek beyinsizliktir. İslam’ın sarıkla-sakalla,
kıyafetle alakası yoktur. Benim nazarımda sarıklı sakallılar da bir tür
hippidir. Nasıl ki 1960’larda batıda kurulu düzene başkaldıran serseriler
protestolarını saç-sakala, dejenere kıyafetle ortaya koydular ise, bizdeki
şuursuz dinbazlar da kurulu düzene olan tepkilerini aynı şekilde, saç-sakalla,
sarıkla ortaya koyuyorlar. Bunların tepkileri aslında, Sodom-Gomorra Kültürünedir…”2
Prof. Dr. Fehmi Baykan, fikir hürriyetinin
yasaklanmasının şart olduğunu söylemekte ve TC anayasasının 13. Maddesini (Temel
Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması) hatırlatmaktaydı.
Bu değerli hocamız, Türkiye’de 1923’e kadar olan dönemi bir düalizm olarak
açıklıyor; “Bir yanda “bilâ kaydü şart” batılı olma yanlıları, öte yanda da
dini dünya görüşünü terk etmeden ilim ve fennin alınmasından yana olanlar.”3
Baykan, bu
ikili dünya görüşünden batı yanlıları zaferle çıktı, diyor ve ekliyordu; “YASAK RAHMETTİR”4
Bugün Türkiye’de Taksim Gezi Parkı ile alevlenen
olayların 20. Gününe gelindi. Tayip Erdoğan deyim yerindeyse geri adım atmak
yerine bu olaylara karışanları ve özgürlük talebinde bulunanları çapulcu ilan
etmektedir. Fakat devletin bekası için bir olağanüstü halin ortaya çıkmak üzere
olduğunu hissettiren açıklamalar yapmaktadır. Tıpkı ‘irtica’ korkusuyla
generallerin ve derin siyasetin yıllarca İslamik değerlere saldırısı gibi,
ülkenin (DEVLET) tehdit altında olduğunu ve bunun dış bağlantılı olduğunu
söyleyerek bir olağanüstü hal çığırtkanlığı yapılmaktadır. Yasakçı zihniyetin
demokrasiyle iktidara geldiği birçok örnek tarihte gizlidir. Bunların en
çarpıcı olanı ve modern totalitarizmin en güzel örneğini teşkil eden Nazi
devleti örneğine bakarsak; “Hitler
iktidarı alır almaz (ya da daha doğru bir değişle, iktidar ona teslim edilir
edilmez), 28 Şubat’ta Halkın ve Devletin Korunması Kararı’nı ilan etti; bu
karar, Weimar Anayasası’nın kişisel özgürlüklerle ilgili maddelerini askıya
alıyordu. Karar hiçbir zaman yürürlükten kaldırılamadı, öyle ki bütün Üçüncü
Reich hukuki açıdan on iki yıl boyunca süren bir olağanüstü hal olarak
değerlendirilebilir. Bu açıdan modern totalitarizm, olağanüstü hal aracılığıyla
yalnızca siyasi hasımların değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle
bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan
kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak tanımlanabilir.”5 Agamben, İşte
Hitler’in uygulamalarından günümüze Olağan üstü hal uygulamaları, “kalıcı acil
durum halinin iradi olarak oluşturulması (büyük bir olasılıkla teknik açıdan bu
dile getirilmese de), çağdaş devletlerin demokratik denilenlerinin de temel
uygulamalarından biri haline geldi” demektedir. Tayip Erdoğan başkanlığındaki
Hükümet önümüzdeki günlerde olağan üstü hal çağrısı yapıp Prof. Dr. Fehmi
Baykan’ın bahsettiği TC anayasasının 13. Maddesinden bahseder mi diye
düşünmeden edemiyor insan!
Türkiye’de 1997’de Prof. Dr. Fehmi Baykan’ın
Sodom-Gomorra Piçleri diye tanıttığı üniversite gençliğinin bugün, fikir
hürriyeti için savaş veren çapulcular olarak sahne alması ve Tayip Erdoğan’ın
Fehmi Baykan ile aynı örnekleri vermesi acaba bir tesadüf müdür?
2013’de kaleme aldığım yazım yukarıdaki gibidir.
Burada sadece hocamızın beyanı üzerine anlıyoruz ki siyaseten AKP ve Tayyip
Erdoğan’ın politikalarının karşısındadır. Ben zaten bu hususta bir iddia ortaya
koymadım. Sadece belli bir dönemdeki patolojik durum analizinin ne kadar yanlış
ve özünde sakat olduğuyla ilgilendim. Burada asıl üzerinde düşünülüp çalışma
yapılması gereken konu Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden birinde üstelik
felsefe bölümünde ders veren hocamızın fikir özgürlüğünün sınırlandırılmasının
gerekli olduğunu savunurken hiç tasvip etmeyeceği bir zihniyetle özünde nasıl
paralellik gösterdiği mevzuudur.
Prof. Dr. Fehmi Baykan, Sodom ve Gomorra ahalisinin
bu ahlaksızlıkla bezenmiş kültürünü 1997’deki batı yanlısı (garppersest)
Türkiye gençliğinin ve “malum medyasının” kültürü ile ilintilendirmiştir. Gerçi hocamız bunu bir dönemin (1997’nin)
belli bir patolojisi (hastalığı) olarak ele almış diyor. Ben de zaten farklı
olduğunu söylememişim. Fakat benim üzerinde durduğum bununla mücadele yöntemi
olarak hocamızın önerdiği “Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzum” geldiği
düşüncesidir. Gezi Parkı olaylarında toplumun belli bir kesimi tarafından AKP
iktidarının yaşam şekline ve özgürlüklere olan saldırısı karşısında güçlü bir
ses verilmişti. Sanırım Tayyip Erdoğan’a “Işık Tutarcasına” tabirini kullanmam
hocamızı oldukça üzmüş. O nedenle bunu düzeltme ihtiyacını fikir hürriyetine
saygım ve dünya görüşüm açısından gerekli görüyorum. Hocamızın Tayyip Erdoğan’a
ışık tutması tabi ki mümkün değildir. Fakat tekrardan söylemek isterim ki esas
vurgu yaptığım fikir ve düşüncelerimizin sınırlandırılması tezinin tedaviye
muhtaç durumudur. Sn. Baykan yasakçı zihniyeti öven bir düşünceyi savunur halde
iken nasıl oluyor da Fikir Cinayeti tabirini kullanabiliyorsunuz. Bugün AKP ve
Tayyip Erdoğan’ın da aynı zihniyetle yasak rahmettir demesi arasında bir
düşünsel fark görmek mümkün mü? Yoksa fikir hürriyetinin sınırlandırılması
konusun da her dönemin kendine has koşulları var ve bu sadece 1997’nin bir
kültürel hastalığı olarak mı görülmelidir. Zira daha fikir dile gelmeden “yasak
rahmettir” diyerek bu dönemsel patolojik durumu ortadan kaldırmayı önermişsiniz.
Ayrıca çok iyi etüt ediğinizi düşündüğüm Hegel’in “Yabancılaşma” kavramı için
“bilimsellikten uzak” diye tanımladığınız bir ideolojinin kurucusu olan Karl
Marks’ın şu sözlerini de dikkate değer buluyorum: “Koşuldan dolayı yanılsamalardan vazgeçme isteği, Yanılsamalar
gerektiren bir koşuldan vazgeçme isteğidir.” Son olarak; makalenizi
bağlam dışı alıp Tayyip Erdoğan’ın fikir ve icraatını meşrulaştırmak için
kullanmak “fikir cinayetidir” diyorsunuz. Oldukça enteresan bir bakış açınız
olduğunu düşünüyorum. Fikir özgürlüğünü sınırlandırmayı hal çaresi gören siz,
polisin şiddet uygulamasını onaylayan siz, yasak rahmettir diyen siz fakat
Tayyip Erdoğan’ın fikir ve icraatlarını meşrulaştıran benim kalemim. Sn. Fehmi
Baykan hocam, Türkiye’nin düalist bir siyasi yapısı olduğunda hem fikiriz.
İttihat ve Terakki geleneğine de sizin bilim ve irfan ehli kesim diye tanımladığınız
kesime de derinlemesine baktığınızda patolojik vakalar oralarda da mevcuttur.
Batının ahlak değerlerinin ve biliminin ayakta kalmasını da kilise ve
Hıristiyanlık dinine bağladınız. Ben bu görüşe ve tahlilinize de katılamıyorum.
Batı’da bilim, dine ve kiliseye rağmen ayakta kalmayı başarmıştır. Sn. Fehmi
Baykan hocam, belli bir dönemi değerlendirirken Türkiye’deki bir grup aydının
da ne kadar karanlıkta kaldığını üzülerek görmekteyim. Sizin gönderinizi
okuduğum gün Thomas Paine’in akıl çağı kitabını okuyordum. Kitap 1794 gibi eski
bir tarihte kaleme alınmış. Tabii muhakkak okumuşsunuzdur. “Akıl Çağı” adlı bu
eşsiz kitabı okumadıysanız tavsiye ederim. Batının son yüzyıldaki en zeki bilim
insanlarından biri olarak gösterilen Neil de Grasse Tyson diyor ki; “Dünya
üzerinde temel özgürlük kaynağının rasyonel düşünce olduğunu anlamak için Akıl
Çağı kitabı okunmalı.” Ben sizin yaşınıza hürmet ettiğimi belirtmek isterim. Fakat
“Fikir Hürriyetinin Sınırlandırılmasının Lüzumu Üzerine” ortaya koyduğunuz tespitlere
değil, özündeki yasakçı zihniyete katiyen katılmadığımı yinelemek isterim. Thomas
Paine’in Akıl Çağı adlı eserinin son cümlelerini batıda bilimin nasıl gelişme
gösterdiğine dair bir ışık olması için sizinle paylaşıyorum: “ Düşünceler özgür
olursa, din ya da siyaset konusunda gerçeğin güçlü ve nihai biçimde galip
geleceğinden eminim.”6
Sayın hocam tekrardan 1997’de yazdığınız yazınızı
okumalısınız. Belli bir dönemin patolojisi olarak yaptığınız tespitlerin özünde
özgürlüklere saldıran tüm fikirlerle hatta ideolojilerle aynı kaynaktan
beslendiğini göreceksinizdir. Bu bağlamda “Fikir Cinayetini” 1997’deki
yazınızın özündeki yasakçı zihniyette bulacaksınızdır.
Dipnotlar
2 Baykan, Fehmi, Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu
Üzerine, Doğu-Batı Dergisi, Yıl:1 Sayı:1 Kasım,Aralık 1997 Sayfa: 110-112
3 Baykan, Fehmi, Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu
Üzerine, Doğu-Batı Dergisi, Yıl:1 Sayı:1 Kasım,Aralık 1997 Sayfa: 117
4 Baykan, Fehmi, Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu
Üzerine, Doğu-Batı Dergisi, Yıl:1 Sayı:1 Kasım,Aralık 1997 Sayfa: 121
5 Agamben,
Giorgio, Olağanüstü Hal, varlık
yayınları, Sayı:967, 1.Basım, Nisan 2008, Sayfa: 9
6
Paine, Thomas, Akıl Çağı, İş Bankası
Kültür Yayınları, 2012, İstanbul, Sayfa: 175.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder