8 Temmuz 2013 Pazartesi

İNSANLIĞIN SERMAYESİ KOLEKTİF AKIL

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
İNSANLIĞIN SERMAYESİ KOLEKTİF AKIL
İnsanlığın tarih öncesi dönemlerine ait verileri toplayan arkeologlar için uzun yıllar süren çalışmalar, bir fırçayla geçen ömürler, sonunda ilk insanlara ait izlerin ortaya çıkmasını sağladı. Alt Paleolitik çağ olarak bilinen ve günümüzden yaklaşık olarak 2.5 milyon yıl ile 200 bin yıl öncesine denk gelen dönemde yaşayan ilk insanlar Homo Habilis’ler, ortalama 130 cm boyunda küçük canlılardı. İlk atalarımız olan Habilisler, Güney ve Doğu Afrika’da yaşamışlardır. Taş aletler yapmış olan bu tür habilis “becerikli” olarak tanımlanan ilk türdür. Yani İnsan ırkına ait yaratıcılığın ilk örnekleri yaklaşık olarak 2.5 milyon yıl öncesine dayanmaktadır. Daha sonra ortaya çıkan Homo Erectus’lar, Asya, Afrika ve Avrupa’da ortaya çıkmaktadırlar. Bu tür Homo Habilislerden daha uzun olup ortalama 160-170 cm boyundadırlar. Homo Erectus türü Afrika kıtası dışında izleri olan ilk insanlardır. Taş baltalar yapmış olan bu türün gruplar halinde avcılık yaptığına dair kanıtlar vardır. Grup kurup örgütlü avcılık ve gelişmiş aletler yapmış olmaları bu türün iletişim becerilerinin geliştiğinin kanıtı kabul edilmektedir. Yüksek ihtimalle bu tür çeşitli sesler çıkararak iletişim kurmaktaydı. En eski ateş izlerinden, bu türün yaklaşık 1.5 milyon yıl önce ateşi bilinçli olarak kullanmayı başardığını anlıyoruz. Afrika’da bulunan 1.5 milyonluk ateş izleri sayesinde bu çıkarımı yapabiliyoruz.
 Orta Paleolitik çağ olarak bilinen günümüzden yaklaşık 200 bin ile 40 bin yıl öncesini kapsayan dönemde ortaya çıkan bir diğer tür olan Homo Neanderthalensis veya daha bilindik isimleriyle Neandertal İnsanı’nın izleri, Avrupa, Yakın Doğu ve Orta Doğu’da bulunmuştur. Bu türün yaşadığı kanıtlanmış ülkeler; Almanya, Fransa, Hırvatistan, İtalya, Irak, Özbekistan ve İsrail’dir. Antropolojik ve Arkeolojik bulgular, buzul çağının soğuğunda yaşam mücadelesi vermiş olan Neandertal İnsanı’nın anatomik olarak soğuğa uyum sağladığını göstermektedir. Neandertal’ler, kısa kalın vücut yapısı, kısa kol, bacaklar ve büyük beyin hacimleriyle soğuk iklime uyum sağlamışlardır. Bu özellikler günümüz kutup insanında da gözlemlenmektedir. Bu tür ölülerini gömen ilk insan türüdür. Ölülerini anne karnındaki cenin pozisyonunda gömmekteydiler. Ölülerinin yanına taş aletler ve şifalı saydıkları bitkileri de koyan bu tür ilk dinsel törenleri de yapmış olmalıdırlar. Bu dönemlerden sonra bu dini tema taşıyan mezar kalıntıları dikkat çekmektedir. Bu türün sonu günümüzden 30 bin yıl öncesine gitmektedir. Tarihçilerin Neandertal İnsanı’nın yok oluşuna sebep olarak ortaya koyduğu en yüksek ihtimal; buzul çağına mükemmel uyum sağlayan bu türün Buzul çağının bitişiyle değişen yeni iklim koşullarına uyum sağlayamadığı yönündedir.
Modern insan türü diye bilinen Homo Sapiens’lerin ortaya çıktığı Üst Paleolitik dönem dikkate alınıp, DNA testleri ışığında elde edilen kanıtlar, Neandertal İnsanı ile Homo Sapiens’lerin farklı iki tür olduğu söylemektedir. Neandertal İnsan’ları ortadan kalkarken dünyadaki tek insan türü modern insanın atası kabul edilen Homo Sapiensler oluyordu. Modern insanın atası olarak bilinen Homo Sapiensler, günümüzden yaklaşık 150 ile 200 bin yıl öncesinde Afrika kıtasından evrimleşerek dünyaya yayılmıştır. Ortadoğu’da bulunan fosiller, 90 bin yıl öncesine, Avrupa’dakiler ise 40 bin yıl öncesine dair atalarımızın varlık alanlarını kanıtlamaktadır. Tarihçiler Homo Sapiens’lerin, anatomik olarak geniş ve dik bir alın yapısı, yüzde kaşların bulunduğu kısmın açık, yüzlerinin yassı, alt çenelerinin ön kısmında ileri doğru bir çıkıntının bulunması, dişlerinin küçük, boylarının uzun olması ve vücut yapılarının ise narinliği nedeniyle sıcak iklime uyum sağlayabildiklerini düşünmektedirler. Atalarımızın ilk sanat eserleri diyebileceğimiz mağara resimlerine imza attıklarını ve heykelcilik sanatında da oldukça iyi olduklarını söyleyebiliriz. Kil kullanılarak yapılan bu heykelciklerin arasında göğüsleri, kalçaları ve karın kısımları abartılı bir biçimde yapılmış olan kadın heykelcikleri özel bir yer tutar. Bu heykelciklerin doğurganlığı ve ana tanrıçayı simgelediği düşünülmektedir. Bu dönemde yaygın olarak yapılan bu kadın figürlü heykeller günümüzden 32 bin yıl öncesine ait olup, Venüs adıyla anılmaktadırlar. Bu heykelciklerin en ünlüsü bugün Almanya’da bulunan Willendorf Venüsü ve Çek Cumhuriyetin’deki Dolni Vestonice Venüsü’dür.
Neolitik Dönemde yaşayan atalarımızın su ve nehir yataklarının çevresine köyler kurarak yerleşik yaşama geçtikleri ve kolektif bilinç sayesinde bugünlere gelindiğini söylemeliyiz. M.Ö 10 bin ile 5 bin 500 yılları arasında yaşanan bu dönemde, tarım ve hayvancılığın yaygın olarak yapıldığını biliyoruz. İşte bu dönemde dünyanın çeşitli yerlerinde, farklı dönemlerde bu kolektif birliktelik vuku bulmuş ve bizleri günümüze kadar taşımıştır.

Bugünkü Suriye’de, antik Fırat nehrinin kıyısında, insanlığın geçirdiği en son iklim değişiminin yaşadığı zamanlara ait önemli kayıtlar bulunmuştur. Tarihçi Andrew Moore 1973 yılında henüz 27 yaşında Oxford’da doktorasını tamamlamaya çalışan genç bir arkeolog olarak Fırat kıyısının yakınlarında araştırmalarını sürdürürken yaklaşık 100 metrekarelik alana yayılan bir bölgede yayılmış çakmaktaşlarına rastlar. Bu genç tarihçi için paha biçilmez bir fırsattı. Zira burası bir höyük alanıydı. Burası Ebu Hureyra denilen neolitik yerleşim yerlerinden biriydi. Fakat genç doktora öğrencisinin bu fırsatı değerlendirmek için çok zamanı yoktu. Çünkü Suriye hükümetinin aldığı bir kararla 1973 yılında burayı da kapsayacak bir sulama barajı yapılacaktı. Tabaka Barajı olarak bilinen bu yapı yeryüzünün en büyük toprak barajı olacaktı. Ayrıca Fırat’ın gücünden yararlanarak sulama yanında elektrik üretimi de yapılacaktı. Kısaca Andrew Moore elini çabuk tutmazsa insanlığın ilk izlerinin olduğu bu arkeoloji alanı Asad Gölü’nün suları altında yok olacaktı. Moore, Suriye hükümetine deyim yerindeyse yalvararak ummalı ve kısa zamana sığdırmak zorunda olduğu bir arkeolojik çalışma yapmaya koyuldu. Kısa sürede Ebu Hureyra’nın tarih öncesi insanların yerleştiği bilinen en eski yerlerden biri olduğu ortaya çıktı. Kazılar sonucunda, 13 bin yıl önce bu bölgede 150 farklı yenebilir bitki çeşidine sahip ormanların olduğu anlaşıldı. Bugün en yakın orman ise yaklaşık 150 km uzaktadır. Bu verilerden Ebu Hureyra halkının en az 500 yıl boyunca çiftçilik yapmaya çok da ihtiyaç duymadan bolluk içinde yaşadığını anlıyoruz. Ayrıca sık bitki örtüsü sayesinde ceylanların ve diğer memelilerin bölgede yoğun olarak gezdiğini ve köylülerinde bir av partisinde, bir çöl geyiği sürüsünün nerdeyse tamamını avlayabildiğini anlıyoruz. Bunun yanı sıra Ebu Hureyra halkının, yerkürenin çok uzak bir bölümünde “Kanada”daki buzullarda meydana gelen değişim yüzünden yaklaşık 500 yıl süren şiddetli bir kuraklık yaşayarak M.Ö. 10 bin yılı dolaylarında felaketle karşılaştığını ve bu olayın sonucunda da Asya’nın bu kısmının çöle dönüştüğünü öğreniyoruz. Böylelikle Ebu Hureyra halkı köylerini terk etmek zorunda kalmıştır. İklimin yeniden değişim gösterdiği M.Ö. 9500 civarlarında Ebu Hureyra yeni karmaşık insan topluluklarına kucak açmıştır. Artık bölge halkı geçimini tarımla sağlıyordu. Bunu Andrew Moore’un üstün çabası sayesinde bilebiliyoruz. Kazılarda 87’si yetişkin 167 kişinin kemiklerine ulaşılırken bunların en az 44’ünün kadın olduğu ortaya çıktı. Bu kemiklerin anlattıkları ise bir hayli ilginçti. İkinci yerleşim döneminde Ebu Hureyra halkının şiddetli kuraklık sonrasında arpa, yulaf ve bir tür ince toz haline getirilebilen buğday gibi çeşitli tahıl ürünleri yetiştirdikleri anlaşıldı. Bu tahılların lezzetli ve yenilebilir olması için büyük efor gerekiyordu: Tahılların öğütülmesi işinde çalışanların genelde kadınlar olduğu ortaya çıkmıştı. Kazılarda ulaşılan iskeletler üzerindeki izlerden bu öğütme işleminin oldukça ağır şartlarda olduğu görüldü. Kadınların sağ ayak parmakları yukarı doğru eğilmişti. Diz çökmüş olarak çok uzun saatler çalışmış olmalıydılar. Bu işlem; tohumların başaktan ayrılmasından sonra uzun süre bozulmadan kalamayacağı için günlük olarak yapılmak zorundaydı. Kemiklerin normal olarak bağlandığı kısımları üstünde yapılan anatomik incelemeler sonucunda; tohumların küçük bir değirmen taşının üstüne konup, iki elle tutulan taş bir tokmakla değirmen taşının bir ucundan öteki ucuna doğru sürüklenerek ezme işleminin yapıldığı tahmin ediliyor. Bu hareketin sonucunda kadınların bedenlerinin üst kısmı nerdeyse tamamen yere paralel hale geliyordu; daha sonra kadın tokmağı yine sürükleyerek başlangıç konumuna geliyordu. Bu zor çalışma omuzlardaki deltoid kasının çok güçlü olduğunu ve hareket sırasında kollar içe doğru döndüğü için bu kadınların gelişmiş biseps (arka kol) kaslarına sahip olduklarını gösteriyordu. İskeletlerden elde edilen verilere göre bu kaslar her iki kolda da eşit gelişmişti ve bu da tokmağın iki elle tutulduğunun kanıtıydı. Robert Winston “Tanrının Öyküsü adlı eserinde Ebu Hureyra kadınlarını bakın nasıl tanımlıyor: “Bunlar gece karanlığında sokakta yürürken karşınıza çıkmasını istemeyeceğiniz türden kadınlardı”.
İnsanlığın her evresinde kadının emeğinin izleri vardır. Ebu Hureyra’daki keşifler, insanlığın en önemli adımlarına; kolektif yaşama, hayatta kalmaya ve daha iyi bir hayat standardına kavuşmaya dönük mücadelesine işaret etmektedir. Modern insanla aynı genleri taşıyan Ebu Hureyra halkının bizlerden çok farklı olmadığı açıktır.  İlk insanlardan günümüze değin süren mücadelemizde kadınların ve erkeklerin ortak yaşamı ve zorlukları insan doğasının gerektirdiği şekilde insani akılla aşabildiğini görüyoruz. Tarihöncesi başlayan mücadelemiz bugün insani akıldan uzak, çeşitli etkenler ve sınıfsal ayrımlarla yani “ekonomik” akılla aşılmaya çalışılıyor. Aklı ekonomik kullanmak yaratıcı zekâya sahip atalarımıza en büyük hakaret olur. İnsani aklın limitleri tarihin sonsuz sermayesinde yatmaktadır.

KAYNAKLAR
·         Harman, Chris, Halkların Dünya Tarihi, Yordam Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, Ekim 2010.
·         Winston, Robert, Tanrının Öyküsü, Say Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010.
·         Fromm, Erich, Yeni Bir İnsan, Yeni Bir Toplum, 9. Baskı, Say Yayınları, İstanbul, 2001.









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder