Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
İNSANLIĞIN SERMAYESİ KOLEKTİF AKIL
İnsanlığın tarih öncesi dönemlerine ait
verileri toplayan arkeologlar için uzun yıllar süren çalışmalar, bir fırçayla
geçen ömürler, sonunda ilk insanlara ait izlerin ortaya çıkmasını sağladı. Alt
Paleolitik çağ olarak bilinen ve günümüzden yaklaşık olarak 2.5 milyon yıl ile
200 bin yıl öncesine denk gelen dönemde yaşayan ilk insanlar Homo Habilis’ler,
ortalama 130 cm boyunda küçük canlılardı. İlk atalarımız olan Habilisler, Güney
ve Doğu Afrika’da yaşamışlardır. Taş aletler yapmış olan bu tür habilis
“becerikli” olarak tanımlanan ilk türdür. Yani İnsan ırkına ait yaratıcılığın
ilk örnekleri yaklaşık olarak 2.5 milyon yıl öncesine dayanmaktadır. Daha sonra
ortaya çıkan Homo Erectus’lar, Asya, Afrika ve Avrupa’da ortaya çıkmaktadırlar.
Bu tür Homo Habilislerden daha uzun olup ortalama 160-170 cm boyundadırlar.
Homo Erectus türü Afrika kıtası dışında izleri olan ilk insanlardır. Taş
baltalar yapmış olan bu türün gruplar halinde avcılık yaptığına dair kanıtlar
vardır. Grup kurup örgütlü avcılık ve gelişmiş aletler yapmış olmaları bu türün
iletişim becerilerinin geliştiğinin kanıtı kabul edilmektedir. Yüksek ihtimalle
bu tür çeşitli sesler çıkararak iletişim kurmaktaydı. En eski ateş izlerinden,
bu türün yaklaşık 1.5 milyon yıl önce ateşi bilinçli olarak kullanmayı
başardığını anlıyoruz. Afrika’da bulunan 1.5 milyonluk ateş izleri sayesinde bu
çıkarımı yapabiliyoruz.
Orta Paleolitik çağ olarak bilinen günümüzden
yaklaşık 200 bin ile 40 bin yıl öncesini kapsayan dönemde ortaya çıkan bir
diğer tür olan Homo Neanderthalensis veya daha bilindik isimleriyle Neandertal
İnsanı’nın izleri, Avrupa, Yakın Doğu ve Orta Doğu’da bulunmuştur. Bu türün
yaşadığı kanıtlanmış ülkeler; Almanya, Fransa, Hırvatistan, İtalya, Irak,
Özbekistan ve İsrail’dir. Antropolojik ve Arkeolojik bulgular, buzul çağının
soğuğunda yaşam mücadelesi vermiş olan Neandertal İnsanı’nın anatomik olarak
soğuğa uyum sağladığını göstermektedir. Neandertal’ler, kısa kalın vücut
yapısı, kısa kol, bacaklar ve büyük beyin hacimleriyle soğuk iklime uyum
sağlamışlardır. Bu özellikler günümüz kutup insanında da gözlemlenmektedir. Bu
tür ölülerini gömen ilk insan türüdür. Ölülerini anne karnındaki cenin
pozisyonunda gömmekteydiler. Ölülerinin yanına taş aletler ve şifalı saydıkları
bitkileri de koyan bu tür ilk dinsel törenleri de yapmış olmalıdırlar. Bu
dönemlerden sonra bu dini tema taşıyan mezar kalıntıları dikkat çekmektedir. Bu
türün sonu günümüzden 30 bin yıl öncesine gitmektedir. Tarihçilerin Neandertal
İnsanı’nın yok oluşuna sebep olarak ortaya koyduğu en yüksek ihtimal; buzul
çağına mükemmel uyum sağlayan bu türün Buzul çağının bitişiyle değişen yeni
iklim koşullarına uyum sağlayamadığı yönündedir.
Modern insan türü diye bilinen Homo Sapiens’lerin
ortaya çıktığı Üst Paleolitik dönem dikkate alınıp, DNA testleri ışığında elde
edilen kanıtlar, Neandertal İnsanı ile Homo Sapiens’lerin farklı iki tür olduğu
söylemektedir. Neandertal İnsan’ları ortadan kalkarken dünyadaki tek insan türü
modern insanın atası kabul edilen Homo Sapiensler oluyordu. Modern insanın
atası olarak bilinen Homo Sapiensler, günümüzden yaklaşık 150 ile 200 bin yıl
öncesinde Afrika kıtasından evrimleşerek dünyaya yayılmıştır. Ortadoğu’da
bulunan fosiller, 90 bin yıl öncesine, Avrupa’dakiler ise 40 bin yıl öncesine
dair atalarımızın varlık alanlarını kanıtlamaktadır. Tarihçiler Homo
Sapiens’lerin, anatomik olarak geniş ve dik bir alın yapısı, yüzde kaşların
bulunduğu kısmın açık, yüzlerinin yassı, alt çenelerinin ön kısmında ileri
doğru bir çıkıntının bulunması, dişlerinin küçük, boylarının uzun olması ve
vücut yapılarının ise narinliği nedeniyle sıcak iklime uyum sağlayabildiklerini
düşünmektedirler. Atalarımızın ilk sanat eserleri diyebileceğimiz mağara
resimlerine imza attıklarını ve heykelcilik sanatında da oldukça iyi
olduklarını söyleyebiliriz. Kil kullanılarak yapılan bu heykelciklerin arasında
göğüsleri, kalçaları ve karın kısımları abartılı bir biçimde yapılmış olan
kadın heykelcikleri özel bir yer tutar. Bu heykelciklerin doğurganlığı ve ana
tanrıçayı simgelediği düşünülmektedir. Bu dönemde yaygın olarak yapılan bu
kadın figürlü heykeller günümüzden 32 bin yıl öncesine ait olup, Venüs adıyla
anılmaktadırlar. Bu heykelciklerin en ünlüsü bugün Almanya’da bulunan
Willendorf Venüsü ve Çek Cumhuriyetin’deki Dolni Vestonice Venüsü’dür.
Neolitik Dönemde yaşayan atalarımızın su
ve nehir yataklarının çevresine köyler kurarak yerleşik yaşama geçtikleri ve
kolektif bilinç sayesinde bugünlere gelindiğini söylemeliyiz. M.Ö 10 bin ile 5
bin 500 yılları arasında yaşanan bu dönemde, tarım ve hayvancılığın yaygın
olarak yapıldığını biliyoruz. İşte bu dönemde dünyanın çeşitli yerlerinde,
farklı dönemlerde bu kolektif birliktelik vuku bulmuş ve bizleri günümüze kadar
taşımıştır.

Bugünkü Suriye’de, antik Fırat nehrinin
kıyısında, insanlığın geçirdiği en son iklim değişiminin yaşadığı zamanlara ait
önemli kayıtlar bulunmuştur. Tarihçi Andrew Moore 1973 yılında henüz 27 yaşında
Oxford’da doktorasını tamamlamaya çalışan genç bir arkeolog olarak Fırat
kıyısının yakınlarında araştırmalarını sürdürürken yaklaşık 100 metrekarelik
alana yayılan bir bölgede yayılmış çakmaktaşlarına rastlar. Bu genç tarihçi
için paha biçilmez bir fırsattı. Zira burası bir höyük alanıydı. Burası Ebu
Hureyra denilen neolitik yerleşim yerlerinden biriydi. Fakat genç doktora
öğrencisinin bu fırsatı değerlendirmek için çok zamanı yoktu. Çünkü Suriye
hükümetinin aldığı bir kararla 1973 yılında burayı da kapsayacak bir sulama
barajı yapılacaktı. Tabaka Barajı olarak bilinen bu yapı yeryüzünün en büyük
toprak barajı olacaktı. Ayrıca Fırat’ın gücünden yararlanarak sulama yanında
elektrik üretimi de yapılacaktı. Kısaca Andrew Moore elini çabuk tutmazsa
insanlığın ilk izlerinin olduğu bu arkeoloji alanı Asad Gölü’nün suları altında
yok olacaktı. Moore, Suriye hükümetine deyim yerindeyse yalvararak ummalı ve
kısa zamana sığdırmak zorunda olduğu bir arkeolojik çalışma yapmaya koyuldu.
Kısa sürede Ebu Hureyra’nın tarih öncesi insanların yerleştiği bilinen en eski
yerlerden biri olduğu ortaya çıktı. Kazılar sonucunda, 13 bin yıl önce bu
bölgede 150 farklı yenebilir bitki çeşidine sahip ormanların olduğu anlaşıldı.
Bugün en yakın orman ise yaklaşık 150 km uzaktadır. Bu verilerden Ebu Hureyra
halkının en az 500 yıl boyunca çiftçilik yapmaya çok da ihtiyaç duymadan bolluk
içinde yaşadığını anlıyoruz. Ayrıca sık bitki örtüsü sayesinde ceylanların ve
diğer memelilerin bölgede yoğun olarak gezdiğini ve köylülerinde bir av
partisinde, bir çöl geyiği sürüsünün nerdeyse tamamını avlayabildiğini
anlıyoruz. Bunun yanı sıra Ebu Hureyra halkının, yerkürenin çok uzak bir
bölümünde “Kanada”daki buzullarda meydana gelen değişim yüzünden yaklaşık 500
yıl süren şiddetli bir kuraklık yaşayarak M.Ö. 10 bin yılı dolaylarında
felaketle karşılaştığını ve bu olayın sonucunda da Asya’nın bu kısmının çöle
dönüştüğünü öğreniyoruz. Böylelikle Ebu Hureyra halkı köylerini terk etmek
zorunda kalmıştır. İklimin yeniden değişim gösterdiği M.Ö. 9500 civarlarında
Ebu Hureyra yeni karmaşık insan topluluklarına kucak açmıştır. Artık bölge
halkı geçimini tarımla sağlıyordu. Bunu Andrew Moore’un üstün çabası sayesinde
bilebiliyoruz. Kazılarda 87’si yetişkin 167 kişinin kemiklerine ulaşılırken
bunların en az 44’ünün kadın olduğu ortaya çıktı. Bu kemiklerin anlattıkları
ise bir hayli ilginçti. İkinci yerleşim döneminde Ebu Hureyra halkının şiddetli
kuraklık sonrasında arpa, yulaf ve bir tür ince toz haline getirilebilen buğday
gibi çeşitli tahıl ürünleri yetiştirdikleri anlaşıldı. Bu tahılların lezzetli
ve yenilebilir olması için büyük efor gerekiyordu: Tahılların öğütülmesi işinde
çalışanların genelde kadınlar olduğu ortaya çıkmıştı. Kazılarda ulaşılan
iskeletler üzerindeki izlerden bu öğütme işleminin oldukça ağır şartlarda
olduğu görüldü. Kadınların sağ ayak parmakları yukarı doğru eğilmişti. Diz
çökmüş olarak çok uzun saatler çalışmış olmalıydılar. Bu işlem; tohumların
başaktan ayrılmasından sonra uzun süre bozulmadan kalamayacağı için günlük
olarak yapılmak zorundaydı. Kemiklerin normal olarak bağlandığı kısımları
üstünde yapılan anatomik incelemeler sonucunda; tohumların küçük bir değirmen
taşının üstüne konup, iki elle tutulan taş bir tokmakla değirmen taşının bir
ucundan öteki ucuna doğru sürüklenerek ezme işleminin yapıldığı tahmin
ediliyor. Bu hareketin sonucunda kadınların bedenlerinin üst kısmı nerdeyse
tamamen yere paralel hale geliyordu; daha sonra kadın tokmağı yine sürükleyerek
başlangıç konumuna geliyordu. Bu zor çalışma omuzlardaki deltoid kasının çok
güçlü olduğunu ve hareket sırasında kollar içe doğru döndüğü için bu kadınların
gelişmiş biseps (arka kol) kaslarına sahip olduklarını gösteriyordu. İskeletlerden
elde edilen verilere göre bu kaslar her iki kolda da eşit gelişmişti ve bu da
tokmağın iki elle tutulduğunun kanıtıydı. Robert Winston “Tanrının Öyküsü adlı
eserinde Ebu Hureyra kadınlarını bakın nasıl tanımlıyor: “Bunlar gece
karanlığında sokakta yürürken karşınıza çıkmasını istemeyeceğiniz türden
kadınlardı”.

İnsanlığın her evresinde kadının
emeğinin izleri vardır. Ebu Hureyra’daki keşifler, insanlığın en önemli
adımlarına; kolektif yaşama, hayatta kalmaya ve daha iyi bir hayat standardına
kavuşmaya dönük mücadelesine işaret etmektedir. Modern insanla aynı genleri
taşıyan Ebu Hureyra halkının bizlerden çok farklı olmadığı açıktır. İlk insanlardan günümüze değin süren
mücadelemizde kadınların ve erkeklerin ortak yaşamı ve zorlukları insan
doğasının gerektirdiği şekilde insani akılla aşabildiğini görüyoruz. Tarihöncesi
başlayan mücadelemiz bugün insani akıldan uzak, çeşitli etkenler ve sınıfsal
ayrımlarla yani “ekonomik” akılla aşılmaya çalışılıyor. Aklı ekonomik kullanmak
yaratıcı zekâya sahip atalarımıza en büyük hakaret olur. İnsani aklın limitleri
tarihin sonsuz sermayesinde yatmaktadır.
KAYNAKLAR
·
Harman,
Chris, Halkların Dünya Tarihi,
Yordam Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, Ekim 2010.
·
Winston,
Robert, Tanrının Öyküsü, Say
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010.
·
Fromm,
Erich, Yeni Bir İnsan, Yeni Bir Toplum,
9. Baskı, Say Yayınları, İstanbul, 2001.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder