19 Temmuz 2015 Pazar

FİKİR CİNAYETİNİN ANATOMİSİ

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
FİKİR CİNAYETİNİN ANATOMİSİ
14 Temmuz gecesi 3-5 gündür e-posta adresimi kontrol edemediğimi fark ettim. Vakit geç de olsa artık şöyle bir göz atmam gerektiğini düşündüm. Çok ilginç bir gönderi dikkatimi çekti. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü hocalarından,  aykırı fikirleriyle dikkat çekmeyi başaran Prof. Dr. Fehmi Baykan’dan gelen gönderi şöyle diyordu: “2013'te yazdığınız "Sodom-Gomorra piçleri" başlıklı yazınızı yeni gördüm. Orada beni Tayyip'in adeta avukatı olarak takdim etmenizi esefle karşılıyorum. Ben AKP'ye de, Tayyip'e de, icraatine de katiyetle muhalifim, bilinsin. O yazı 1997'nin belli bir patolojisiyle alakalı tespit ve tahlillerden ibarettir. O yazıyı bağlam dışı alıp Tayyip'in fikir ve icraatını meşrulaştırmak için kullanmak fikir cinayetidir.”1
Bu değerli hocamızı önemsediğimden ve acaba haddimi aşmış olabilir miyim diye 2013’de yazdığım “Sodom ve Gomorra Piçleri” başlıklı yazımı tekrardan 2-3 kez okuduktan sonra kanaatimin değişmediğine emin oldum. Sonra Sn. Fehmi Baykan hocamızın ilginç “Fikir Cinayeti” itamı hakkında kararı siz değerli okuyucularımıza bırakmak üzere 2013’de yazdığım yazının bir özetini tekrardan sizlerle paylaşıp Sn. Fehmi Baykan hocamıza sonra yanıt vermek gerektiğine karar verdim. Siz değerli okuyucularımıza yazıyı hatırlatmak hem de Sn. Fehmi Baykan hocamız tarafından tartışma konusu yapılan yazımda ne demişiz yeniden bir bakalım:
“… Eski Ahit’te anlatılan hikâyeye göre, Sodom ve Gomorra şehirlerinin halkı o denli ahlaksızmış ki Peygamber Lût’un misafiri olan iki meleğin (Adam kılığında görünen NP) ırzına geçmeye kalkmışlar. Lût onlara kendi bakire kızlarını teklif etmesine rağmen isteklerinde inat etmişler. Bu iki melek Lût ve ailesini kurtardıktan sonra şehri “yıkıp, yok edip” yerle bir etmişlerdir. Lût’un karısı son anda dönüp baktığı için o da taş kesilmiş. Türkiye’de AKP iktidarından sonra çok şey değişmiştir. Sağlıktan, eğitime, ulaşımdan ekonomiye her alanda 90 yıllık Cumhuriyet’te yapılmayan birçok icraat hayat bulmuş, milli selamet geleneğinin son nesil sürümü olan AKP, üç dönem yüksek oylarla ve demokratik yollarla devlette tam hâkimiyeti sağlamıştır. Militarist devletten sivil devlete geçiş sağlanmış, devlet içerisindeki derinlik yerini serinliğe bırakmıştır. Fakat kişi hak ve özgürlüklerine gelince, AKP adeta geçmişte kendi dünya görüşüne yapılan saldırıların intikamını alırcasına, özgürlükleri başörtüsünün serbestliği mevzuuna indirgemiş ve kılık kıyafetten tutun da geriye kalan muhalif kesimlerin özgürlük alanlarına saldırmaya başlamıştır. Eline geçirdiği tek yüzü kör demokrasi kılıcını sağa sola sallamaya başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin “Ilımlı İslam”la yoğrulmak istenmesi halkın bir kısmında tedirginlik yaratmıştır. Öte yandan iktidardan her gideceğini hissettiğinde rejim tehlikede türküsünü söyleyen ve generalleri darbeye davet eden CHP’nin demokrasiden habersiz olması ve muhalefette bile halkına sosyal projelerle ümit veremeyen, değişmez yapısı sonucu, Türkiye’nin büyük çoğunluğunun ümitsizce, güçlü olandan yana biat etmesini getirmiştir.
Türkiye “aydınlarının” büyük çoğunluğu çağdaşlık ve demokrasi algısı ise çeşitli (Kemalizm, Türkçülük vb.) kalıplar nedeniyle perspektifi dar, vizyonsuz felsefi tartışmaların kısır döngüsünde kalmaktadır. Türkiye’de vizyon sahibi aydınlar ise, küçük azınlık bir grup olarak feryat etmektedirler. AKP hükümetinin 20 gündür başına adeta bela olan Taksim Gezi Parkı Direnişçileri aslında sadece yeşil dostu bir protesto için orda değildirler. Zaten bunu herkes açıkça görmektedir. Fakat Tayip Erdoğan’a göre küçük bir grup olan sade vatandaşların oluşturduğu yeşilci grup, sadece bu amaçla ordadır ve bunun dışında birde kışkırtıcı marjinaller var ki, “onlar ideolojiktir”. Refah Partisi iktidarı sırasında yaşanan anti demokratik darbe girişimlerine karşı mücadele vermiş bir kişi olan Tayip Erdoğan’ın ideolojilerle ve batılı anlamda giyinen kesimle hep arası açık olmuştur. Fakat ne gariptir ki, 1997 yılında Refah Yol Hükümetinin iktidardan uzaklaştırılmasından sonra, tekrar iktidara gelmenin anahtarı olarak, AKP, hep demokrasiden ve sivilleşmeden bahsetmiştir. Şimdilerde ise Tayip Erdoğan keskin bir dille kitleselleşen bu özgürlük taleplerini dillendirenlere, çapulcu ve yoldan çıkmış ahlaksızlar demekte, gençlerin ulu orta seviştiğinden yakınmakta, alkol’ün sınırlandırması yasasının uygulamada yaratacağı toplumsal çatışma ve kamplaşmayı görmezlikten gelmektedir. Kendisine göre, İslami gençlik dışında bir gençlik ancak yoldan sapan sapkınlar olmaktadır. Bu nedenle medya üzerinde sıkı denetim şart, eğitimde “Ilımlı İslam”a yönelmek şarttır.  Bu amaçla devlet kamusal alanlarda bazı yasaklar koyabilir ve koymalıdır.
Şimdi siz değerli okuyucularıma Türkiye’de yayın hayatına 1997 yılında başlayan çok severek okuduğum Doğu-Batı Dergisinin ilk sayısında okuyup hayal kırıklığına uğradığım bir makaleden bahsetmek istiyorum. O günlerde Türkiye’de Refah Yol Hükümeti iktidardaydı ve CHP o bildik yanık türküsüyle Mustafa Kemal’in askerlerini demokrasi ve devletin rejimini korumak maksadıyla müdahaleye çağırmaktaydı, dergide birçok bilim insanı çeşitli konularda kapsamlı makaleler yazıyordu. Fakat bir tanesi vardı ki, Tayip Erdoğan’a ışık tutarcasına döktürmüştü Kendi gençliğini, çağdaşlık ve demokrasi kavramlarını o müthiş felsefesiyle açıklıyordu. Makalesinin başlığı dikkat çekiciydi: “Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu Üzerine”. Yazar ise Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden Hacettepe’de Prof Dr. unvanı ile Felsefe bölümünde ders veren Fehmi Baykan beyefendiydi. Bu beyefendi, fikir, hürriyet kavramlarını açıkladıktan sonra insanlığın git gide yozlaştığını anlatıyor, ideolojileri bilimsellikten uzak hastalıklar olarak açıklıyordu. Batının ahlak değerlerinin ve biliminin ayakta kalmasını da kilise ve Hıristiyanlık dinine bağlıyordu. Dünyadaki bu “soysuzlaşma” kültürüne de “Sodom-Gomorra” kültürü adını veriyordu. Bakın hocamız Türkiye’nin o günkü portesini nasıl değerlendirmişti: “Piyasadaki pek çok gazete ve televizyon şirketine sahip olan bir-kaç ‘malûm’ holding, sırf kendi menfaatini azamileştirmek için her türlü hukuksuzluğu ve ahlaksızlığı yapmaktadır. Bunların gazete ve televizyonda yaptıklarını serlevhalarla (başlık NP) hatırlatayım: 1- Bunlar son birkaç yıl öncesine kadar Kürtçülüğü ve Alevi kışkırtıcılığını desteklediler. Bunu yaparken de ‘demokrasi, insan hakları, çağdaşlık’ sloganlarını paravan olarak kullandılar. 2- ‘malûm medya’, solcu, Kürtçü yazar-çizer taifesi mahkûm edilmeye kalksa hemen yaygara koparır, hukuk düşmanlığı yapar ve o hâkimleri teşhir ederler; sonra da ‘brifingci generallerin’ toplantısına katılıp onları ayakta alkışlayan hâkim ve savcıları öve öve bitiremezler. 3- ‘malûm medya’ anarşistlerin, solcuların, Kürtçülerin kanunsuz gösteri yürüyüşlerini tarafgirâne bir biçimde sunar; bu esnada polis şayet bu mikropların birine birkaç cop vurmaya kalksa hemen –bu sahneleri milyon kere tekrar ederek- polis düşmanlığı yaparlar. Ama aynı olaylarda bu haşaratın polise küfretmesini, vurmasını, hatta kurşun sıkmasını ya göstermezler yada ‘gençlerin’(!), ‘öğrencilerin’  (!?) tabii haklıymış gibi sunarlar. ‘Malûm medya’ devamlı polis düşmanlığı yaparak, bir taraftan emniyet güçlerini ürkütüp sindirerek görevlerini yapamaz hale getiriyor, öte yandan da halkı polisten soğutuyorlar. Polisin kanunsuz gösteri yapanlara karşı cop kullanması vazifesi ve salahiyeti dâhilindedir. Televizyoncuların kameraları polisin copundan çok daha tehlikelidir ve zarar verir. Ben polisin sadece kanunsuz gösteri yapan şirret militanları değil, aynı şirretliği kalem ve kameralarıyla ika eden sözde gazeteci taifesini de coplamasını anlayışla karşılıyorum. Bu vesileyle hatırlatayım ki, polisin birkaç cop vurmasına ‘işkence’ olarak izam edenler, ‘demokrasiye, insan haklarına, çağdaşlığa’ aykırı diye yeri göğü inleten ilericiler (!), çağdaşlar (!) aynı anda da cuntacı askerleri ve darbeyi alkışlarlar! 4- ‘Malûm medya’ devamlı hadiseleri çarpıtarak sunar, yalan haberler verirler. Kendilerine düşman gördükleri siyasetçilere ve diğer görevlilere iftiralar atarlar; onların beyanlarını ve fiillerini tamamen çarpıtarak halkın gözünde kötülerler. Bunlar, gene kendi tabirleriyle devamlı ‘yargısız infaz’ ediyorlar, suç işliyorlar. 5- Bu cümleden olmak üzere, ‘bu medya’, şahısların özel hayatını ihlal eder, gizli kameralarla, konu fahişeleriyle her türlü edepsizliği ‘araştırmacı gazetecilik’ olarak piyasalarlar. Sonra da bu ‘ahlaksız medya’ döner, emniyet vatandaşın telefonunu dinliyor, diye, izam edilmiş iddialarla devlet düşmanlığı eder. 6- ‘Malum medya’ devamlı şehvet tahrikçiliği yapar, milletin ahlakını bozar. Bunların her gün ekranda gösterdiği filmlerde evlilik dışı cinsi ilişki, zina tabii yaşama şekli olarak sunuluyor. ‘Bu Medya’ her gün göğüsleri bacakları apaçık ortada kadın manzaraları sunar (sanki, ‘dersimiz jinekoloji’imiş gibi). Memlekette ne kadar fahişe varsa ‘sanatçı’(!) namıyla meşhur ediliyor ve bu kepaze mahlukların dejenere yaşama şekilleri ‘çağdaşlığın’ icabı olarak halka sunuluyor. Televizyonda beş vakit bunları seyreden yeni nesiller de, haliyle gördüklerinin tesirinde kalıyorlar ve bu şekilde davranıyorlar. Şu caddelerin haline bakın! Kadınlar kızlar, sanki ‘müşteriye çıkmış fahişe’ kılığında dolaşıyorlar. Oğlanlar, saçı-sakalı, kılığı, kulağında küpesiyle tam manasıyla dejenere hippiler. Bu ‘çağdaş gençler’(!) kamuya ait yerlerde, hatta üniversite koridorlarında dahi, sarmaş dolaş öpüşürler etraflarına aldırmadıkları gibi, yanlarından bir hoca geçerken bile takmazlar. Ben bu durumlara –Hacettepe Üniversite’nde- her gün şahidim: İkaz edildikleri zamanda şirretleşirler. Bu SODOM-GOMORRA PİÇLERİ ‘malum basının’, ilericilerin, solcuların, liberallerin, yani cümle garpperestlerin eseridir: İftihar etsinler! Bu münasebetle belirteyim: bu garpperest taife ve onların propagandasının tesirinde kalan askeriye, başörtülülere ve sarıklı-sakallı-sakolu tiplere savaş açtı. ‘Brifingcilerin’ emriyle İstanbul’un bazı semtlerinde de ‘sarıklı’ avına çıkıldı. Şimdi soruyorum; başörtülüleri ve sarıklı-sakoluları tehlike gören çevreler, SODOM- GOMORRA PİÇLERİNİ memlekete faydalı ve lüzumlu mu görüyorlar? Bu yaygınlaşan ve ‘normal yaşama şekli’ haline gelen Sodom-Gomorra Kültürü, yoksa ateizmin (atatürkçülüğün), çağdaşlığın, ilericiliğin, solculuğun tabii icabımı görülüyor? Neden cuntacılar, Batı Çalışma Grupları bu dejenerasyon karşısında tamamen sessiz ve pasiftir? ‘İrtica’ birinci derecede ‘milli tehlike’ de (askeri hedef), bu epidemik (yaygın) hale gelen patolojik ahlaksızlık ‘milli matlup’ mu (talep edilen, istenen), askeri gaye mi?! askeriye ya bu mevzulara hiç karışmasın (ki hukuki olan da budur), yok eğer karışacak ise bari nesnel (objektif) olsun da ‘da büyük tehlikeyi’ de görüp ona karşı tavır koysun (bu vesileyle belirteyim; ben sarıklı-sakolu tipleri savunmadığım gibi, bilakis bunlara da karşıyım. Karşı olmamın sebebi sadece görünüşlerini iğrenç bulmam değil-bu benim şahsi duygumdur- ama, bu taifenin bu kılıkta gezmelerine ‘dinin gereği’ olarak sunmalarıdır. Bu tavırları tamamen yanlıştır: Sarığı-sakoyu ‘sünnet-i seniyye’ görmek ve göstermek beyinsizliktir. İslam’ın sarıkla-sakalla, kıyafetle alakası yoktur. Benim nazarımda sarıklı sakallılar da bir tür hippidir. Nasıl ki 1960’larda batıda kurulu düzene başkaldıran serseriler protestolarını saç-sakala, dejenere kıyafetle ortaya koydular ise, bizdeki şuursuz dinbazlar da kurulu düzene olan tepkilerini aynı şekilde, saç-sakalla, sarıkla ortaya koyuyorlar. Bunların tepkileri aslında, Sodom-Gomorra Kültürünedir…”2
Prof. Dr. Fehmi Baykan, fikir hürriyetinin yasaklanmasının şart olduğunu söylemekte ve TC anayasasının 13. Maddesini (Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması)  hatırlatmaktaydı. Bu değerli hocamız, Türkiye’de 1923’e kadar olan dönemi bir düalizm olarak açıklıyor; “Bir yanda “bilâ kaydü şart” batılı olma yanlıları, öte yanda da dini dünya görüşünü terk etmeden ilim ve fennin alınmasından yana olanlar.”3
Baykan,  bu ikili dünya görüşünden batı yanlıları zaferle çıktı, diyor ve ekliyordu;  “YASAK RAHMETTİR”4 Bugün Türkiye’de Taksim Gezi Parkı ile alevlenen olayların 20. Gününe gelindi. Tayip Erdoğan deyim yerindeyse geri adım atmak yerine bu olaylara karışanları ve özgürlük talebinde bulunanları çapulcu ilan etmektedir. Fakat devletin bekası için bir olağanüstü halin ortaya çıkmak üzere olduğunu hissettiren açıklamalar yapmaktadır. Tıpkı ‘irtica’ korkusuyla generallerin ve derin siyasetin yıllarca İslamik değerlere saldırısı gibi, ülkenin (DEVLET) tehdit altında olduğunu ve bunun dış bağlantılı olduğunu söyleyerek bir olağanüstü hal çığırtkanlığı yapılmaktadır. Yasakçı zihniyetin demokrasiyle iktidara geldiği birçok örnek tarihte gizlidir. Bunların en çarpıcı olanı ve modern totalitarizmin en güzel örneğini teşkil eden Nazi devleti örneğine bakarsak; “Hitler iktidarı alır almaz (ya da daha doğru bir değişle, iktidar ona teslim edilir edilmez), 28 Şubat’ta Halkın ve Devletin Korunması Kararı’nı ilan etti; bu karar, Weimar Anayasası’nın kişisel özgürlüklerle ilgili maddelerini askıya alıyordu. Karar hiçbir zaman yürürlükten kaldırılamadı, öyle ki bütün Üçüncü Reich hukuki açıdan on iki yıl boyunca süren bir olağanüstü hal olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan modern totalitarizm, olağanüstü hal aracılığıyla yalnızca siyasi hasımların değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak tanımlanabilir.”5 Agamben, İşte Hitler’in uygulamalarından günümüze Olağan üstü hal uygulamaları, “kalıcı acil durum halinin iradi olarak oluşturulması (büyük bir olasılıkla teknik açıdan bu dile getirilmese de), çağdaş devletlerin demokratik denilenlerinin de temel uygulamalarından biri haline geldi” demektedir. Tayip Erdoğan başkanlığındaki Hükümet önümüzdeki günlerde olağan üstü hal çağrısı yapıp Prof. Dr. Fehmi Baykan’ın bahsettiği TC anayasasının 13. Maddesinden bahseder mi diye düşünmeden edemiyor insan!
Türkiye’de 1997’de Prof. Dr. Fehmi Baykan’ın Sodom-Gomorra Piçleri diye tanıttığı üniversite gençliğinin bugün, fikir hürriyeti için savaş veren çapulcular olarak sahne alması ve Tayip Erdoğan’ın Fehmi Baykan ile aynı örnekleri vermesi acaba bir tesadüf müdür?
2013’de kaleme aldığım yazım yukarıdaki gibidir. Burada sadece hocamızın beyanı üzerine anlıyoruz ki siyaseten AKP ve Tayyip Erdoğan’ın politikalarının karşısındadır. Ben zaten bu hususta bir iddia ortaya koymadım. Sadece belli bir dönemdeki patolojik durum analizinin ne kadar yanlış ve özünde sakat olduğuyla ilgilendim. Burada asıl üzerinde düşünülüp çalışma yapılması gereken konu Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden birinde üstelik felsefe bölümünde ders veren hocamızın fikir özgürlüğünün sınırlandırılmasının gerekli olduğunu savunurken hiç tasvip etmeyeceği bir zihniyetle özünde nasıl paralellik gösterdiği mevzuudur.
Prof. Dr. Fehmi Baykan, Sodom ve Gomorra ahalisinin bu ahlaksızlıkla bezenmiş kültürünü 1997’deki batı yanlısı (garppersest) Türkiye gençliğinin ve “malum medyasının” kültürü ile ilintilendirmiştir.  Gerçi hocamız bunu bir dönemin (1997’nin) belli bir patolojisi (hastalığı) olarak ele almış diyor. Ben de zaten farklı olduğunu söylememişim. Fakat benim üzerinde durduğum bununla mücadele yöntemi olarak hocamızın önerdiği “Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzum” geldiği düşüncesidir. Gezi Parkı olaylarında toplumun belli bir kesimi tarafından AKP iktidarının yaşam şekline ve özgürlüklere olan saldırısı karşısında güçlü bir ses verilmişti. Sanırım Tayyip Erdoğan’a “Işık Tutarcasına” tabirini kullanmam hocamızı oldukça üzmüş. O nedenle bunu düzeltme ihtiyacını fikir hürriyetine saygım ve dünya görüşüm açısından gerekli görüyorum. Hocamızın Tayyip Erdoğan’a ışık tutması tabi ki mümkün değildir. Fakat tekrardan söylemek isterim ki esas vurgu yaptığım fikir ve düşüncelerimizin sınırlandırılması tezinin tedaviye muhtaç durumudur. Sn. Baykan yasakçı zihniyeti öven bir düşünceyi savunur halde iken nasıl oluyor da Fikir Cinayeti tabirini kullanabiliyorsunuz. Bugün AKP ve Tayyip Erdoğan’ın da aynı zihniyetle yasak rahmettir demesi arasında bir düşünsel fark görmek mümkün mü? Yoksa fikir hürriyetinin sınırlandırılması konusun da her dönemin kendine has koşulları var ve bu sadece 1997’nin bir kültürel hastalığı olarak mı görülmelidir. Zira daha fikir dile gelmeden “yasak rahmettir” diyerek bu dönemsel patolojik durumu ortadan kaldırmayı önermişsiniz. Ayrıca çok iyi etüt ediğinizi düşündüğüm Hegel’in “Yabancılaşma” kavramı için “bilimsellikten uzak” diye tanımladığınız bir ideolojinin kurucusu olan Karl Marks’ın şu sözlerini de dikkate değer buluyorum: “Koşuldan dolayı yanılsamalardan vazgeçme isteği, Yanılsamalar gerektiren bir koşuldan vazgeçme isteğidir.” Son olarak;  makalenizi bağlam dışı alıp Tayyip Erdoğan’ın fikir ve icraatını meşrulaştırmak için kullanmak “fikir cinayetidir” diyorsunuz. Oldukça enteresan bir bakış açınız olduğunu düşünüyorum. Fikir özgürlüğünü sınırlandırmayı hal çaresi gören siz, polisin şiddet uygulamasını onaylayan siz, yasak rahmettir diyen siz fakat Tayyip Erdoğan’ın fikir ve icraatlarını meşrulaştıran benim kalemim. Sn. Fehmi Baykan hocam, Türkiye’nin düalist bir siyasi yapısı olduğunda hem fikiriz. İttihat ve Terakki geleneğine de sizin bilim ve irfan ehli kesim diye tanımladığınız kesime de derinlemesine baktığınızda patolojik vakalar oralarda da mevcuttur. Batının ahlak değerlerinin ve biliminin ayakta kalmasını da kilise ve Hıristiyanlık dinine bağladınız. Ben bu görüşe ve tahlilinize de katılamıyorum. Batı’da bilim, dine ve kiliseye rağmen ayakta kalmayı başarmıştır. Sn. Fehmi Baykan hocam, belli bir dönemi değerlendirirken Türkiye’deki bir grup aydının da ne kadar karanlıkta kaldığını üzülerek görmekteyim. Sizin gönderinizi okuduğum gün Thomas Paine’in akıl çağı kitabını okuyordum. Kitap 1794 gibi eski bir tarihte kaleme alınmış. Tabii muhakkak okumuşsunuzdur. “Akıl Çağı” adlı bu eşsiz kitabı okumadıysanız tavsiye ederim. Batının son yüzyıldaki en zeki bilim insanlarından biri olarak gösterilen Neil de Grasse Tyson diyor ki; “Dünya üzerinde temel özgürlük kaynağının rasyonel düşünce olduğunu anlamak için Akıl Çağı kitabı okunmalı.” Ben sizin yaşınıza hürmet ettiğimi belirtmek isterim. Fakat “Fikir Hürriyetinin Sınırlandırılmasının Lüzumu Üzerine” ortaya koyduğunuz tespitlere değil, özündeki yasakçı zihniyete katiyen katılmadığımı yinelemek isterim. Thomas Paine’in Akıl Çağı adlı eserinin son cümlelerini batıda bilimin nasıl gelişme gösterdiğine dair bir ışık olması için sizinle paylaşıyorum: “ Düşünceler özgür olursa, din ya da siyaset konusunda gerçeğin güçlü ve nihai biçimde galip geleceğinden eminim.”6 Sayın hocam tekrardan 1997’de yazdığınız yazınızı okumalısınız. Belli bir dönemin patolojisi olarak yaptığınız tespitlerin özünde özgürlüklere saldıran tüm fikirlerle hatta ideolojilerle aynı kaynaktan beslendiğini göreceksinizdir. Bu bağlamda “Fikir Cinayetini” 1997’deki yazınızın özündeki yasakçı zihniyette bulacaksınızdır.


Dipnotlar
1 Prof. Dr. Fehmi Baykan, fehmibaykan@gmail.com, 11 Temmuz 2015,
2 Baykan, Fehmi, Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu Üzerine, Doğu-Batı Dergisi, Yıl:1 Sayı:1 Kasım,Aralık 1997 Sayfa: 110-112
3 Baykan, Fehmi, Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu Üzerine, Doğu-Batı Dergisi, Yıl:1 Sayı:1 Kasım,Aralık 1997 Sayfa: 117
4 Baykan, Fehmi, Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu Üzerine, Doğu-Batı Dergisi, Yıl:1 Sayı:1 Kasım,Aralık 1997 Sayfa: 121
5 Agamben, Giorgio, Olağanüstü Hal, varlık yayınları, Sayı:967, 1.Basım, Nisan 2008, Sayfa: 9
6 Paine, Thomas, Akıl Çağı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, İstanbul, Sayfa: 175.