26 Mart 2015 Perşembe

KAVGA BÜYÜK SEBEP KÜÇÜK II

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com


KAVGA BÜYÜK SEBEP KÜÇÜK II
İngiliz Hükümetinin 1931 yılında başlayan sıkıyönetim kanunları yüzünden Kıbrıslılar baskı altında zor günler geçirmiştir. Bu dönemin sonlarına doğru ikinci dünya savaşının patlak vermesi, İngiliz Hükümeti’ni Ada Halklarına karşı yumuşamaya zorlamıştır. Kıbrıslılar, bir savaşın fayda sağladığı ender halklardandırlar. “İkinci Dünya Savaşı’nın Kıbrıs’a yalnızca ekonomik ve sosyal bakımdan değil siyasi bakımdan da yararı olmuştur. Çünkü savaş dolayısıyla çok sıkışık duruma düşen İngiltere Kıbrıs halkının (Halklarının NP) gönlünü almak, onu hoş tutmak ve böylece kendi saflarında kalmasını sağlamak amacıyla adada reform sayılacak girişimlerde bulunmuştu. Yüzyıllardan beri tefecilerle faizci, fırsatçı tüccarların elinde ezilen taşınır ve taşınmaz malları borçlarından dolayı hacizler ve mecburi satışlarla sudan ucuza elinden alınan köylü, borçtan olduğu gibi, geliştirilen kooperatifler sayesinde gelecekte tefeciye, tüccara bağımlılıktan da kurtarılıyordu. Ada’da yapılan askeri harcamalar ve Kıbrıslıların ücretli askerlikleri de ülke ekonomisine hatırı sayılır maddi bir katkı olmuştu. Siyasi yönden ise, 1931 ayaklanmasıyla konan çeşitli kısıtlamalar kaldırılmış, temel işçi hakları geri verilmiş, siyasi parti kurmak serbest bırakılmıştı.”1
1941 yılına gelindiğinde İngiliz Hükümeti, serbest seçimlerin yapılmasını olanaklı kılacak kanunu çıkartmıştı: Fakat ikinci dünya savaşının sürmesi ve Nazi tehdidinin devam etmesi seçimleri daha sonraki yıllara ötelemişti.  İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda İngilizlerin Kıbrıs için Muhtariyet (Özerklik, Sel-Government NP) vaadinde bulunması ve Kıbrıslı Rumların Enosis talepleri arasında sıkışıp kalan Kıbrıslı Türkler, dağınık, birlikten uzak bir cemaat görünümündeydi. İşte bu siyasal ortamda, 21 Mart 1943 yılında Belediye Seçimleri gerçekleşmişti. Bu serbest seçimler için, 12 yıllık sıkıyönetim kanunlarından sonra, Kıbrıslılar siyasete geri döndü diyebiliriz. Aynı zaman da bu, Kıbrıslı Türkler için de ilk siyasi rekabet anlamına da geliyordu, İngilizlerin hiç hazmedemediği Necati Özkan ve Genç Bozkurt Dr. Küçük ilk kez karşı karşıya geleceklerdi.
 “SÖZ” KÜÇÜK’ÜN “SU” NECATİ’NİN
 1943 Seçimlerinde Lefkoşa Belediyesi Azalığı için yarışacak olan Kıbrıslı Türkler, iki grup halinde seçimlere katılmıştı. Halk Partisi olarak seçimlere giren grupta; Dr. Fadıl Küçük, Şükrü Veysi, Necmi Avkıran ve Hasan Fahri Uzman vardı. Bu grubun Liderliğini Dr. Küçük üstlenmişti. Diğer grup ise; M. Necati Özkan, Av. Fadıl N. Korkut, Dr. Pertev ve M. Rüstem’den oluşmaktaydı. Bu grubun Lideriyse tabi ki Necati Bey’dir. Burada belirtmem gerekir ki, 1943 seçimlerinde Söz Gazetesi Halk Partisi adaylarını açıkça desteklemektedir. İngiliz Hükümetinin 12 yıllık baskı dönemi ardından Necati Bey’in popülaritesi azalmıştı. Ama halen İngiliz Hükümetinin kara listesinin başındaydı. Bunla beraber Dr. Küçük’ün siyaset sahnesinde yer alması, Türkçü söylemleriyle halka hitap etmesi ve İngiliz Hükümeti’nin bundan rahatsız olmaması da ilginç değil mi? Burada İngilizlerin Ada’dan ayrılmamak için, cemaat yerine yeni koşullarda etnik unsurlara dayalı “böl ve yönet” politikasını sürdürme gayesi yatmaktaydı. İngiliz Hükümeti’nin bu yöndeki politikalarına en iyi örnek; 1943 seçimleri öncesi Lefkoşa Belediye Reisi Dr. Themistoklis Dervis’in (Dr. Gigi NP) Kıbrıslı Türklerin yoğun olduğu yerlerdeki semt isimlerini ulusal öğelerle değiştirmesine ses çıkartmamasıdır. Tarihi Sarayönü’nün adı “Atatürk Meydanı” olurken,  Rumların en yoğun olduğu Hacı Sava Kapısı ise “Metaxas Meydanı” oluyordu.  Seçim propagandaları sırasında İngilizlerin bu gelişmelere ses çıkartmaması, ileriki projeleri için zemin yaratma gayelerinden başka bir şey değildi. Lefkoşa Belediye Başkanı ve yeniden aday olan Dr. Gigi’nin yapmış olduğu bu icraatı yani yeni ulusal meydan isimlerine Söz Gazetesi, 7 Mart 1943 tarihli sayısında şöyle yer vermekteydi: “… Memnuniyetle öğrendiğimize göre Lefkoşa Belediyesi Sarayönü Meydanı’na Atatürk Meydanı ismini vermiş ve meydanın muhtelif yerlerine “Atatürk Meydanı” yazılı levhalar asmıştır. Dr. Gigi’yi bu hareketinden dolayı takdir ederken Belediye Seçiminin pek yakın olduğu bugünlerde Türk halkının kendine karşı sempatisinin bir kat daha artmasına vesile olacağını tahmin ederiz.”
Burada hemen belirtmeliyim ki, İngilizlerin muradı; ulusallaşmaya kapıyı açtığı bu dönemle gelecekte uygulamaya koyacağı projesine zemin hazırlamaktı. İşte bu ortamda seçimler yaşanacaktı…
Dr. Küçük liderliğindeki Halk Partisi seçimlere girerken, “Sayın Türk Halkına” başlıklı ilk seçim bildirilerinde; “Gayemiz: Koltuk işgali, şeref payesi değil, ancak Türk cemaatine elimizden gelen hizmeti yapmak olacaktır.
Programımız;
1-Başkâtip Muavinliğine bir Türk getirilmesi,
2- Belediye Muamelelerin Türkçe ve Rumca olması,
3- Nüfus nispetinde Türk memur ve işçi istihdamı,
4- Bakımsız kalan Türk mahallelerinin imarı,
5- Türk halkı ve esnafının haklı şikâyetlerinin dinlenmesi ve Belediye meclisinde müdafaası.
Halk Partisi Namzetleri
Dr. Fadıl Küçük, Şükrü Veysi, Necmi Avkıran, Hasan Fahri Uzman2
Seçim propagandalarının kızıştığı bu dönemde, adaylar için o günlerde çıkan tek Türkçe gazete olan “Söz Gazetesi” önemli bir propaganda silahıydı. Bu silah, daha çok Dr. Küçük ve ekibine hizmet etmekteydi. Söz Gazetesi’nde Dr. Küçük’ün seçim arifesinde “Niçin Çıkıyoruz” başlıklı yazısında şu cümleler yer alıyordu: “Senelerden beri birbirinden uzak, birbirinin halinden anlamak istemeyen teşkilatsız bir Türk cemaati vardır ki; istikbali, hergün biraz daha karanlığa biraz daha tedenniye (gerileme) yaklaşmaktadır. Acaba bunun mesuliyetini kimlerde araya biliyor ve kimleri mahkûm edebiliyoruz? İtiraf edeceğimiz bir hakikat vardır ki mesul ne hükümet ne de diğer unsurlardır. Kabahatlı yalnız ve yalnız bütün memleket Türklüğüdür. Çünkü iptidadan (önceden) şimdiye kadar hükümetin bize verdiği haklardan istifade etmesini bilmedik. Çünkü birbirimizle uğraşmaktan birbirimizin boğazına sarılmaktan, mania (engel ) olmaktan başka hiçbir iş yapmaya vakit bulamadık. Yani başımızdaki unsurlar (toplumlar) her fırsattan istifade edebilmesini bilmiş, cemiyetler (dernekler) kurmuş, varlık göstermiş milli benliklerini tenmiye ettiği (tenkiye: İç temizliği) halde bizler önümüze hizmet maneviyesini (moralini) kırmak kahramanlığını gösterebilmişizdir. İşte bugün de karşımıza yeni bir fırsat çıkmış bulunuyor. Hiç olmazsa bundan olsun istifade etmesini bilmeliyiz. Bu da; cemiyetin varlık ve refahıyla alâkadar bir imtihan kapısı önünde bulunuyoruz. İyice bilmeliyiz ki kaybedilen her fırsat Türk cemaatine pek ağır ve pahalıya mal olacaktır. (…) Artık uyanmak zamanı gelmiştir. Bugün belediyeden isteyeceğimiz birçok haklı taleplerimiz vardır. Hergün acı şikâyetler kulaklarımıza kadar gelmektedir. Memurların Rum olmasından lisan bilmeyen Türkler müşkülata maruz kalıyorlar. İşte daha buna mümasil (benzer) birçok mesail (işler) vardır ki bunların hallini (çözümünü) ancak mefkureli (idealist) sabit fikirli vekiller temin edecektir. (…) İyice anlamalısınız ki hatır gönül veya birkaç para mukabilinde(karşılığında) vereceğiniz reyinizle hem size hem de cemaatinize en büyük fenalık ve hinayeti yapmış olacaksınız. Size uzatılacak birkaç kağıt parçası ile memleket ve şerefinizi satacak olursanız gelecek nesillerin ilelebet lanetleriyle yad edilecek (anılacak)  ve millet hainlerinin kara listesinde isminiz daima görülecektir. (…) 3
Yine Söz Gazetesinde seçimlere kısa bir süre kala Kıbrıslı Türk adaylarının yaptığı ilk miting konuşmalarını sayfalarında şöyle yansıtıyordu: “ Belediye Aza Namzetleri Pazar Günü Halka İlk Hitabede bulundular. Halk Partisi azaları Pazar sabahı havanın soğuk ve yağmurlu olmasına rağmen Girne Kapısı meydanlığına toplanan yüzlerce dinleyiciye ilk hitabelerini yapmışlardır. Türk bayrakları ile donanan hitabet kürsüsünde ilk söz alan Dr. Fadıl Küçük halkın coşkun tezahürleri ve yaşa! Sesleri arasında dinleyicilerine hitap etmeye başlamış ve heyecanlı sözleri birçok yerinde alkışlarla kesilmiştir. Halka büyük hizmeti geçen genç doktorumuz itimat verici bir sesle dinleyicilerine temiz mazisinden ve ümit dolu istikbalden bahsederek cemaati uğruna yorulmadan çalışacağını vaat etmiş ve kendileri için Gigi veya Kliridis4 partilerinin mevzu bahis olmayıp ancak Türk cemaatinin menfaatlerinin icap ettirdiği şekilde çalışacaklarına ve bunun için rey sahiplerinin kendi partisini seçmelerini istemiştir.
Daha sonra söz alan Necmi Avkıran Belediye işlerine temasla mevcut Türk azalarının cemaatin menfaatini hakkıyla müdafaa edemediklerinden ve orada hâsıl olan yolsuzluklardan bahsederek hükümetin halka vekillerini seçmek salahiyetini vermekle çok yerinde hareket etmiş olduğunu söylemiştir. (…) Alkışlar arasında çekilen Necmi Avkıran yerini tanınmış tüccarlarımızdan Hasan Fahri Uzman’a bırakmıştır. Gelecek için halka parlak ümitler vadeden Uzman, partisi ile birlikte kazandığı takdirde cemaatine daha faydalı işler yapmaya çalışacağını ve bugün Türkiye’de iş başında olan hükümet adamlarıyla mebusların gençlerden olduğuna işaretle burada da artık gençlerin iş başına geçme zamanının geldiği kanaatinde olduğunu bildirmiştir. (…)
Söz Gazetesi, “Halk Partisi” adaylarının konuşmalarını muntazam bir şekilde okuyucusuna aktarmış, fakat Necati Özkan ve arkadaşlarının kurmuş oldukları grubun miting konuşmalarına yorumlar katarak özetle bahsetmiştir. Ayrıca Necati Özkan’ın karizmatik liderlik vasıflarından “Halk Partisi”ni korumak maksadıyla bu gruba, Av. Fadıl Partisi adını vermiş ve böylelikle Necati Beyle uğraşmaktan ziyade ekibinin üzerinden propaganda yapılmıştır. Şimdi Söz Gazetesi’nin Avukat Fadıl Partisi dediği, Necati Özkan’ın bulunduğu grubun miting konuşmalarını nasıl aktardığına bakalım; “Aynı gün ö.s. (öğleden sonra) Asmaaltı meydanında toplanan Avukat Fadıl Partisi mensupları söz söylemişler ve halka programlarını izah ederek onlara yaptıklarından ve yapacaklarından uzun uzadıya bahseylemişlerdir. Orada söylenenleri zapt edemediğimiz (not edemediğimiz) için burada teferruatı (ayrıntıları) ile bahsedemeyeceğiz. Yalnız Bay Necati Özkan’ın gazetemizi alakadar eden mahiyette sarfeylediği birkaç cümle üzerinde de durmak istiyoruz.”5 Söz Gazetesi başyazarı, bu girişten sonra adeta savaşırcasına Necati Özkan’a sayfalarca cevap veriyordu. Tamamen taraf tutmaya başlayan Söz Gazetesi, Dr. Küçük liderliğindeki Halk Partisi’ni genç, dinamik ve halkçı ilan ederken, Necati Özkan’a karşı ise çok dikkatli bir saldırı yapmaya başlamış, Necati Bey’in grubuna önce “Av. Fadıl Partisi” daha sonraları “Muhalif Parti” diyerek küçültücü imalarla yayın yapmıştır. Bu minvalde Söz Gazetesi’nin 17 Mart 1943 tarihli sayısı önemlidir. Bakın, Söz Gazetesi’nde neler yazılmıştı: “(…) Vakit Ö.S. saat iki Partinin söz söyleyeceği eski iplik pazarına halk akın ediyordu. Aksi gibi yağmur da bu akın eden halkı hafiften ıslatıyor ve incecik damlaları ile yüzleri serinletiyordu. Muhtelif hacimde şerefli bayraklarımızla donanan balkonda az sonra muhalif fırka namzetleri görünmüştür. İlk sözü alan Bay Necati Özkan, 1932 tarihinde milletvekili iken başardığı işler hakkında izahat vermiş ve o büyük işleri başarırken şimdi Halk Partisi namı ile ortaya atılanların o zaman uykuda olduğunu ve şimdi akalliyetle (azınlıkta) bulunan Türk cemaatinin haklarının ancak kendi ve partisi tarafından müdafaa edilebileceğini ilave etmiştir. Hiç şüphe yok ki Bay Necati bunları söylerken Halk Partisi azalarının uykuda değil Dr. Fadıl’ın İsviçre’de, Şükrü Veysi’nin de lisede tahsilde ve Hasan Fahri Uzman’ın her zamanki gibi halk işleri ile uğraşmakta, Necmi Avkıran’ın da kendi ile beraber çalışmakta olduğunu unutmuşlardır. (…) Bay Necati’den sonra sözü Dr. Pertev almış ve kısa olan konuşmalarında Türk cemaatinin eski bir emektarı olduğunu, Türk hastalarına haftanın bir gününde değil her gününde baktığını, bu gibi fakir hastalara kliniğinin açık bulunduğunu (…) sözlerine ilâve etmiştir. Bunlardan sonra söz alan Avukat Bay Fadıl Korkut oradaki kalabalığın hayalinde on sene evvelki intihap (seçim) günlerini canlandırdığını söylemekle sözlerine başlamış ve kendi ile arkadaşlarının geçmişte yaptıkları faydalı işlerden bahisle partisinin tecrübeli insanlar olduğunu ve geçmiş tecrübelerine dayanarak halkın huzuruna çıkmış bulunduklarını, elde mevcut tecrübelerin kendilerine eskilerden miras kaldığını, eskilere de onlardan evvelki nesilden kalma olduğunu söyledikten sonra “Eskileri inkâr tarihimizi inkârdır” demiştir. (…) Avukat Fadıl’dan sonra partinin en yaşlı azası olan Bay Rüstem’in de söz söylemesini herkes beklemişse de bu zat nedense buna lüzum görmeyerek şapkasını başına giymiş ve arkadaşlarının arkasından o da balkondan çekilmiştir.6
 Seçimlerde karşılıklı eleştiriler yanı sıra kim daha çok ulusal konuşma yapar yarışı da yaşanmıştır. Özetle bu seçimlerde siyaseten yeni yeni palazlanan genç Bozkurt Dr. Küçük, puan toplamıştı. Fakat bugün çocuklarımıza öğretilen o muhterem halkçı kişiliği için bir örnek olarak haftada bir, her Çarşamba meccani (ücretsiz) hastalara bakması nedense o zamanlar Dr. Pertev’in de dikkatini çekmiş olacak ki, bunu propaganda konuşmalarında tenkit etmiştir. Zira o dönemde geriye kalan günlerde, yani haftanın 6 veya 5 günü Dr. Küçük paralı hizmet vermekteydi. Bugün, 21 yüzyılda halen Meclisimizde vekillerimizin çoğunun doktor olması işte bu siyasal deneyimlerin getirdiği bir gelenek olsa gerek. Toplumun fakirliğe mahkûm olduğu 1930’lu yılların ardında yurt dışında tahsil imkânı bulmuş olan “Liderlerimiz” halkımıza ücretsiz tedavi imkânı tanımış fakat bunu da her fırsatta o dönemin gazetelerinde afişe etmekten geri kalmamıştırlar. 1943 Belediye azalığı seçimleri sonucunda Halk Partisi ağırlıklı olarak seçimden zaferle çıkmıştır. 21 Mart günü sadece erkeklerin oy kullandığı bu seçimlerde Lefkoşa’da sonuç şöyleydi: “Dr. Fadıl Küçük 548, Necmi Avkıran 521, Şükrü Veysi 492 ve Necati Özkan ise 455 oy alarak seçilmişlerdi. Halkçı Parti’den Hasan Fahri Uzman sadece 5 oy farkla seçimi kaybetmişti”. 7
1943 Seçimleri, İngiliz Hükümeti’nin katkılarıyla, Kıbrıslı Türkler arasında bir birlikte hareket etme ruhu yaratmıştı. Fakat bu seçimler nedeniyle ilk kez karşı karşıya gelen Dr. Küçük ve Necati Özkan artık toplumsal liderlik yarışına da girmiş oluyorlardı.
EKSELANSLARI “K.A.T.A.K”I İŞARET ETTİ…
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru 14 Ağustos 1941’de, ABD Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill’in imzaladığı Atlantik Belgesi, Kıbrıs’taki halkların geleceği için çok önemliydi. Ayrıca bu belge ile İngilizlerin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki çıkarları Ada’da yeniden bir düzen kurmasını zorunlu hale getiriyordu. Belge, İngilizlerin uzun vadeli stratejik planlarının sağlıklı işlemesi için hayati önem taşımaktaydı. Bu belgede özetle şöyle denmekteydi; “Bütün halklar kendi yönetim şekillerini seçmede özgür olmalı. Egemenlikleri ve kendi kendilerini yönetme hakkı ellerinden zorla alınmış olanlara bu hakları geri verilmelidir”.
21 Mart 1943 Belediye seçimlerinin ardından Nisan ayı başlarında, İngilizlerin meşhur Lordlar Kamarası’nda Sömürgeler Bakanlığı Müsteşarı, Devonshire Dükü, şu minvalde konuşmuştu: “1882’de Gladstone tarafından Ada’ya verilen anayasal düzenin iyi çalışmadığını, şimdi ise Kıbrıs’ta demokratik kurumların daha sağlam temeller üzerinde yeniden yapılanması gerektiğini belirterek, Ada’nın kendi kendini yönetmesi yolunu hazırlamaktayız.”8
Daha sonra Lordlar Kamarasında konuşan İşçi Partisi vekili Lord Faringdon, kısa süre önce adayı ziyareti sırasında edindiği izlenimleri şöyle anlatmıştı: “Yunanistan gerçekten Kıbrıs’ın anavatanı değildir. Ada’nın İngiltere’den elde ettiği yararları Yunanistan sağlayamaz. Kıbrıs halkının, bir bütün olarak Yunan Kralına bağlılık duyması olanağı yoktur. Kıbrıs’taki halkın üçte birini oluşturan Türkler ilhaka karşıdır ve böyle bir şey olursa Türk toplumu pek küçük bir azınlık durumuna düşecektir”.9
İşte bu yeni koşullarda, Kıbrıslı Türklerin “resmi” tarihine ilk siyasi örgüt olarak geçecek olan K.A.T.A.K kurulacaktır. Tabi ki Ekselanslarının teşvikleriyle…
DEVAM EDECEK…

Dipnotlar
1 Gürkan, Haşmet Muzaffer, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Galeri Kültür Yayınları, 2. Baskı, Lefkoşa, 1996, S:122
2 Söz Gazetesi 9 Mart 1943’den naklen Gürkan, Haşmet Muzaffer, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Galeri Kültür Yayınları, 2. Baskı, Lefkoşa, 1996, S:123
3 Söz Gazetesi 10 Mart 1943’den naklen Gürkan, Haşmet Muzaffer, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Galeri Kültür Yayınları, 2. Baskı, Lefkoşa, 1996, S:124-125
4 1943 Seçimlerinde, Lefkoşa Rum Belediye Başkan adayları Dr. T. Dervis’in  (Dr. Gigi) grubu ve Yanni Kliridis’in grubu yarışmaktaydı.
5 Söz Gazetesi 16 Mart 1943’den naklen Gürkan, Haşmet Muzaffer, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Galeri Kültür Yayınları, 2. Baskı, Lefkoşa, 1996, S:125-127
6 Söz Gazetesi 17 Mart 1943’den naklen Gürkan, Haşmet Muzaffer, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Galeri Kültür Yayınları, 2. Baskı, Lefkoşa, 1996, S:126-127
7 Gürkan, Haşmet Muzaffer, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Galeri Kültür Yayınları, 2. Baskı, Lefkoşa, 1996, S:127
8 Söz Gazetesi, 10 Nisan 1943’den naklen Gazioğlu, Ahmet, İngiliz Yönetiminde Kıbrıs II, Enosis Çemberinde Türkler, CYREP yayınları, Nisan, 1996, S:335
9 Söz Gazetesi, 9 ve 13 Nisan 1943’den naklen Gazioğlu, Ahmet, İngiliz Yönetiminde Kıbrıs II, Enosis Çemberinde Türkler, CYREP yayınları, Nisan, 1996, S:335-336







KAVGA BÜYÜK SEBEP “KÜÇÜK” I

Naim PINAR

KAVGA BÜYÜK SEBEP “KÜÇÜK”
I
Kıbrıslı Türklerin siyasal yaşamında 1940’lı yıllar önemli olaylara sahne olmuştur. Bu dönemde Kıbrıslı Türkler arasında yaşanan “Liderlik” kavgası siyasal deneyim açısından milât olarak kabul edilmektedir. Kıbrıslı Türk aydınlar, 1878’de Ada’nın Osmanlı tarafından İngiltere’ye kiralanmasıyla başlayan yeni süreçte, yaşanan iki dünya savaşının etkisi ve Ada’nın diğer etnik toplumu Kıbrıslı Rumların erken uluslaşma bilinciyle ortaya çıkan “Enosis” talepleri karşısında bir varoluş mücadelesi verilmekteydiler. Bu çetin mücadele içerisinde Kıbrıs Türk Cemaati’ne yön veren etkin fikriyat; 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin etkisiyle “Türk milliyetçiliğidir”. Bu dönemde toplumumuzun ileri gelenleri, ne İngilizlerin zaman zaman dillendirdiği muhtariyet önerisine ne de Kıbrıslı Rumların Bağımsızlık ve daha sonra Enosis taleplerine yakın değillerdi. Kıbrıslı Türklerin içerisinde değişik fikirsel kavgaları olan grupların ortak noktası “Anavatan” Türkiye’ye tabi olmaydı. Bu süreçte önce, 1930 yılındaki Kavanin Meclisi Seçimlerinde İngiliz İdaresine karşı Kemalistlerin grubu olarak Mersin Dalı amblemleriyle ortaya çıkan “Halkçılar”ı görüyoruz. Halkçıların Liderliğini yapan Mısırlızade Necati Özkan Bey’dir. Karşılarındaki grup ise, İngilizlerin desteklediği Zeytin Dalı amblemleriyle Gelenekçiler’dir. Bu grubun Liderliğini ise Evkafın Türk Murahhası Mehmet Münir Bey yapmaktaydı. Sırasıyla 1930 Kavanin Meclisi seçimleri, 1943 Lefkoşa Belediye seçimleri, 1943 K.A.T.A.K’ın kuruluşu ile oluşan birlik havasını ve bu havanın nasıl bozulduğunu,1944’de Dr. Fazıl Küçük’ün öncülüğünde kurulan Milli Parti döneminde yaşanan kavgaların yarattığı cemaat içindeki ayrılıkların yankılarını, Dr. Küçük ile Necati Özkan Bey’in arasında geçen çatışmaları, bu süreçte 8 Eylül 1949 günü Kardeş Ocağı’nda yapılan Kurumların birleşmesine yönelik toplantıda konuşulanları ve alınan kararları, Necati Özkan ve arkadaşları ile Dr. Küçük ekibinin Liderlik kavgalarını, dönemin gazetelerinden siz değerli okuyucularımıza aktarmaya çalışacağım.
1940’lı yıllarda doruğa ulaşan Dr. Küçük ve Necati Özkan’ın siyasi rekabetleri esnasında ortaya çıkan tablo siyasal deneyimimiz açısından son derece önemlidir. Zira bugün siyaset kurumunun zeminini görmemize imkân tanıyacak olan o dönemin Liderlik kavgaları arasında yaşanan entrikalar, iftiralar ve transferler ile medya üzerinden yaşanan propaganda savaşının boyutları parmak ısırtacak boyuttadır. Çocuklarımızın okullarımızda okuduğu Kıbrıs Tarihi derslerinde öğretilen Dr. Küçük’ün siyasal hayatı acaba ne kadar doğru? Ya Necati Özkan ile ilgili tarihin tozlu belgelerindeki gizli gerçekler? Hem sömürge yönetimine direnen hem de zamanı gelince Türkiye yetkililerini eleştirmeye hiç çekinmeyen Halkçı Liderin toplumsal olarak hak ettiği yer bu mu olmalıydı? 1930’lu yıllarda “Geç öne, doğru yol göster Necati, Bağrımız yanıktır, su ver Necati” sloganlarıyla alkışlanan halkçı Lider Necati Özkan’ın gün gelip nasıl Rumcu ilan edilip, tartaklandığını, fabrikasının nasıl yakıldığını, nasıl Türkiye’ye girişinin yasaklandığını ve bunun arkasında kimlerin olduğunu siz değerli okurlarımıza belgeleriyle aktarmaya çalışacağım.
Halkın Sevgisini Kazanan Mersin Dallı Adam…
Kıbrıslı Türklerin siyasal yaşamında önemli bir yeri olan Mısırlızade Necati Özkan, önce 1926 ve 1930 yıllındaki Lefkoşa Belediye Seçimlerinde önemli başarı göstermiştir. İngiliz Sömürge İdaresinin kurduğu “Kavanin Meclisi” seçimleri sırasında 1930’da “Halkçılar” diye bilinen grubun Liderliğini üslenip İngilizlerin desteklediği “Gelenekçilerin” adayı Mehmet Münir’e karşı kazandığı zaferle Necati Bey kısa sürede Kıbrıslı Türklerin güven duyduğu bir Lider konumuna gelmiştir.
1930 Kavanin Meclisi Seçimleri sırasında yayınlanan Söz gazetesi, Halkçılar olarak bilinen, Mersin Dallı amblemleriyle seçimlere giren grubun sesi konumundaydı. Söz Gazetesi’nin seçim propagandaları sırasında 9 Ekim 1930 tarihli yayınından O günlerde yaşanan olayların nasıl aktarıldığına bakalım: “Geçen Perşembe günü gecesi(2 Ekim 1930 NP), Lefkoşa için unutulmaz bir gecedir. Cezirenin hemen her tarafından adamlar gelmiş, verilecek nutukları işitmek için, daha akşamdan Asma Altı’ndaki otelin yazlık mevkiini işgal etmişlerdir. Tam saat 07.00’de Dellâl Salim’in kumandası altında başları hoş olmayan bir grup gelmişti: Bunların içinde işkembeci, kasap ve şoför çırakları da vardı. Vaziyetlerinden belli idi ki, hitabet kürsüsüne çıkacak zevatı söyletmeyecek, gürültü çıkaracaklardı. Bir grup “Yaşasın Münir Bey” naralarıyla halkı tacize başlamışlar ve ellerindeki bayrak ve zeytin dallarıyla sağa sola yalpa vurarak mevcudiyetlerini cebren tanıtmağa çalışmışlardır. Başçavuş Recep Bey, vesaitin gittikçe vahamet kesbedeceğini tahmin etmiş olmalı ki hemen polise koşmuş ve meşhudatını amirlerine anlatmıştır. Şimdi kumandan vekili Faiz Bey, Polis Müfettişi Şevki ve Muavini Mehmet Fazıl Beyler nutuk mahaline gelmişler ve etrafı kollamaya koyulmuşlardır.
Tam saat 08.00’de Mısırlızade Necati Bey yanında beş on fikir arkadaşıyla gelmiş ve mevkilerine geçmişlerdir. Nutku dinlemek için toplanan halk, takriben 3000 kişi vardı. Otel haricindeki sokaklar ise ahali ile dolmuş, civar damlara insanlar çıkmış ve bütün manasıyla fevkalade bir gün yaşadığımız anlaşılmıştı. İçinde bulunduğumuz vaziyetten memnun olmayan ve bizi bundan kurtaracağını vadeden Mısırlızade Necati Bey’in nutkunu dinlemeye hazırlanan halk sabırsızlık içinde çırpınıyor ve bir an evvel nutuklara başlanmasını istiyordu. Tam bu sırada Dellâl Salim ve maiyetindeki uşaklar harekete gelmiş, ellerinde bayrakları ve “Yaşasın Münir Bey” yazılı levhayı yükselterek olanca kuvvetleriyle bağırmağa başlamışlardı. Nutuk mahallinde çavuşlar, onbaşılar ve neferler vardı. Fakat bunlar herkesi rahatsız eden bu grubu dışarı atmak değil, mani etmeye bile lüzum görmüyorlardı. Bu anda Necati Bey ayağa kalkmış ve ancak “Arkadaşlar, açtığımız mücadele bayrağı altında hepimizin toplandığımızı görmekten mütevellit memnuniyet ve heyecan duymaktayım…” diyebilmiştir. Necati Bey’in bu birkaç kelimesini Necati Bey’in ta dibinde olduğum halde güçlükle işitebiliyordum. Çünkü Dişçi Fuat, Salim Aziz’e omuz vermiş; Vasıf Cemal, Bullinin Ahmet’i koltuklamış, Hallumanın Remzi ve Kasap Azmi hep birlikte “Yaşasın Münir Bey” naralarıyla etrafı inletmişler ve nutkun işitilmesine meydan vermemişlerdir. Bu çok çirkin vaziyet karşısında orada oturan binlerce halk isyan derecesine “Bu ne rezalet” diye mırıldanmağa ve öfkelenmeğe başlamışlardı. Hakikaten hiddet etmek içinde kuvvetli esbab vardı. Alelade zamanlarda ufacık bir hareket veya yüksek sesle söylenmiş iki kelime için varlığını gösteren polis bu vaziyette heykel gibi durmuş ve sanki bağrışanlar tılsımlı imiş gibi onlara dönüp de “Yapmayın!” bile diyememişti. Necati Bey, kumandan Vekili Faiz Bey’e hitaben dedi ki: “Faiz Bey, ben bu sarhoşların müşkülat çıkaracaklarını düşündüm ve ahaliyi taht-ı nazarımda olan bir mahale davet ettim. Bunlar, maksad-ı mahsus ile bağırıyorlar ve misafirlerimizi taciz ediyorlar. Nazar-ı dikkatinizi celbeder ve bu adamların derhal buradan kaldırılmasını rica ederim!
Faiz Bey, “bunları dışarı atmak salahiyetini haiz olmadığını ve henüz polisin müdahale etmesine sebep olabilecek bir mesele vuku bulmadığını” söyledi.
Necati Bey, teessüf ederek dedi ki: “ İngiltere Hükümetinin koca polis kuvveti bir-iki sarhoşu susturmaktan izhar-ı acz ediyor. Şu Halde müsaade ediniz kendi adamlarımla bunları dışarı atayım.” Şimdi halk bir ağızdan “Dışarı” naralarıyla etrafı çınlatıyor ve rahatsızlıkla mukabele ediyordu.
Şayan-ı memnuniyettir ki Necati Bey, sükûnetini muhafaza etmiş ve polisi müşkül ve mesul bire vaziyete düşürecek emri vermemişti. Yoksa iş çok feci bir şekil alacak ve bunun neticesi çok hazin olacaktı. Salim Aziz partisi, bağırmaktan yorulmuş ve sesleri kısılmıştı. Mısırlızade Necati Bey bunu fırsat acz ederek ve hitabet kürsüsüne çıkarak nutkunu, alkışlar ve ”Yaşa” nidaları içinde bitirdi.
Necati Bey, bu nutkunda “Münir Bey’in hükümet memuru olması hasebiyle Kavanin Azası olmasının doğru olmadığını, halk ile hükümet menfaatleri karşılaştığında hükümet tarafını iltizam ettiğini ve bunun neticesi olarak çok fena kanunlar geçirildiğini bir tarafsil izah ettikten sonra, Evkaf Murahhası sıfatıyla Münir Bey’in hizmet edemediğini, lisemize (Lefkoşa Türk Lisesi) İngiliz müdür getirerek Cemaatin parasını israf ettiğini, Mektepte çocuklarımıza ve Cemaatimize hakaret edildiğini, resmi günlerimizi tesit etmek isteyen talebimizin hakaretle dövüldüklerini anlattı ve dinleyenleri hüngür hüngür ağlattı.” Necati Bey müftülüğün ilgasından da acı acı şikâyetlerde bulunmuş ve Münir Bey’in salahiyeti dâhilinde olmayan işlerde girişimiyle hükümeti de izlal ettiğini ve bize pek büyük fenalıklar yaptığını söyledi ve çok alkışlandı.
Necati Bey’in konuşmasından sonra fikir arkadaşları Baflı Avukat Ahmet Sait Efendi elindeki Türk bayrağıyla milli duygulara hitap eden bir konuşma yapmış onun ardından kürsüye çıkan Avukat Fadıl Niyazi Bey ise toplantının huzurunu kaçırmak için gelen zeytin dallı Münir Bey’in adamlarına hiddetlenerek mekânı terk edip otele çıkmış ve halka bakan pencereden olanca kuvvetiyle halka şöyle seslenmişti: “Halkın Sesi, halkın sesidir ve bir avuç sarhoşun gürültüsü ile bu ses susturulamaz.” Fazıl Bey’in ardından Avukat Raşit Bey konuşmuş onun ardından ise Söz Gazetesi Baş Muhabiri Muallim Mehmet Remzi Bey söz almış ve halka şöyle seslenmişti: “Efendiler, sizi ve bizi buraya toplayan bir sebep vardır. Bu sebepleri meydana getiren, Evkaf Murahhası Münir Bey’dir. Beş senedir ıstırap çekiyoruz. Beş senedir şikâyet ediyoruz. Münir Bey, halkın bu şikâyetlerine hiç ehemmiyet vermedi ve hala da verdiğine delalet edecek bir işaret yoktur. Bu ıstıraplardan hepimiz bunaldık. Bundan kurtulmağa çare arıyoruz. İşte bizi bir nokta etrafında toplayan saik budur. Kurtulmak istiyoruz ve kurtulacağız. Kimseye hakaret etmek istemeyiz. Herkese hürmet ediyoruz. Fakat içinde bulunduğumuz vaziyet bizi kımıldatıyor. Kımıldayış, çok mühim ve kıymetlidir efendiler. Lefkoşa ve Girne kazalarını baştanbaşa gezdik. Halk ile yakından temasa geldik. Dertlerimiz birdir. Menfaatlerimiz müşterektir. Halkın bizi istikbal etmesi, halkın bize yanaşması ve halkın bakışı aşikâr gösteriyor ki meselemiz, kurtuluş davamız halk tarafından anlaşılmış ve benimsenmiştir. Onun için diyoruz ki bu, halkın kımıldanışıdır. Halkın hareketi en cebbar kuvvetleri bile devirir. Halkın pazusunu bükecek bir kuvvet yoktur. Bu hareketi durdurmak ve halkın hak isteyen sesini boğmak isteyenler ve buna çalışanlar vardır; fakat bunlar halka yanaşmaktan korkuyor, saklanıyorlar ve kendi namlarına işte size bu keyifli ve şataretli çocukları gönderiyorlar. Eğer Münir Bey’in halka hürmeti olsaydı şüphe etmeyiz ki bu sarhoşları buraya göndermez ve sizi mütemadiyen rahatsız etmeye tenezzül etmezdi. Sevininiz, eğleniniz çocuklar, çünkü sevincinizin son saatlerini yaşıyorsunuz. Şimdi halk ağlıyor siz neşeleniyorsunuz. Yarın halk gülecek ve siz susmağa mecbur olacaksınız.            “
Aynı mitingde son olarak Münir Bey’in Türk Lisesinden mektepten kovdurduğu Tahsin Bey duygusal bir konuşma yapmış ve İngilizci Münir Bey’in lise üzerindeki baskısını şöyle anlatmıştı:”Efendiler, ağalar, ayaklarınıza kapanıp size yalvarıyorum, başımıza bir İngiliz müdür getirdiniz, mekteplerimizi bir zindan haline koydunuz. Türk çocukları bu mektepte milli benliklerini kaybediyor. Çocuklarınız hüviyetlerini kaybediyor ve bütün milli varlığınız mahvoluyor. Buna fırsat vermeyiniz. Bizi kurtarınız efendiler. Bundan şikâyet ettiğim ve halkı matbuatta, ceryan eden vaziyetten haberdar ettiğim için İngiliz Münir beni mektepten kovdu, tardetti efendiler. Ben çok sevdiğim mektebime gittim, fakat kaktırılarak kapı dışarı edildim ve tekrar gidersem polise verileceğim emri ile tehdit edildim efendiler. Sizin insafınız yok mu? Bize acıyınız, evlatlarınıza acıyınız! Şimdi bile lise müdürü Mr. Grant buraya, içinize geldi ve burada liseli arkadaşlarımız teker teker çağırarak mektebe götürmek istiyor. Tek, burada söylenecek milli nutukları dinlemesin, tek burada tezahüratı görmesinler. Tekrar ederim efendiler bize merhamet ediniz ve bizi bu karanlıktan kurtarınız.”1
Söz Gazetesinin başyazarının aktardığına göre Ekrem Tahsin Bey’in bu konuşması çok etkili olmuş ve Mısırlızade Necati Bey olduğu yerden kalkarak liselilerin maruz kaldıkları bu durumdan haberdar olduğunu ve seçimden sonra ilk iş lisenin ıslahatı ile ilgileneceğini, liseye mutlaka bir Türk müdür getireceğini vaat eder. Necati bey’in bu vaadi halk tarafından “Yaşa, Varol” sloganlarıyla alkışlar içinde karşılanır.
Mersin Dallı amblemleriyle halkın yüreğine su serpen Necati Bey’in Liderliğindeki Kemalist Halkçılar, İngiliz Hükümetinin desteğini alan Evkaf Murahhası Mehmet Münir Bey’i siyaseten yenmişler ve Münir Bey’in yerine Kavanin Meclisine Necati Bey’i sokmayı başarmışlardır. 1930 Kavanin Meclisi seçimlerinde kavga, esasen Türk Lisesine Türk Müdür atanması ve Müftünün nasıl atanacağı konuları üzerinden şekillenmiştir. Daha 1925 yılında genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs’a atadığı ilk Türk Konsolosu Asaf Bey’in adaya gelir gelmez tanışıp fikirsel yakınlık kurduğu Halkçı Cephe adayı Necati Bey’e gittiği her yerde destek istemesi üzerine, İngiliz Hükümetinin desteklediği Evkafçı adayların tepkisini almıştı. Asaf Bey, toplum içindeki bazı yolsuzluklara müdahale etmek istemişti. Fakat Evkaf Murahhası Mehmet Münir Bey bunu Evkaf işlerine dışarıdan karışma olarak yansıtmış ve nihayetinde Türk Konsolosu Asaf Bey’i İngiliz Vali Storrs’a şikâyet etmişti. 1930 Kavanin Meclisi bu ortamda yaşanmıştı. Daha sonra seçim propagandalarının yaşandığı esnada Baf Kazasını ziyaret eden Konsolos Asaf Bey, Halkçılar lehine destek konuşmaları yapmış ve bu durumdan oldukça korkan Gelenekçilerin Baf adayı Dr. Eyyüp’de konsolosu İngiliz Sömürgeler Bakanlığına yazdığı bir mektupla şikâyet etmişti. İngilizlerin Türkiye Hükümetine yapmış olduğu yoğun baskıya dayanamayan Türkiye Hükümeti de kısa süre sonra Konsolosu Asaf Bey’i geri çağırmak zorunda kalmıştı.
Lefkoşa’da seçimlerin sonucunun açıklanmasının ardından Sarayönü’nde toplanan kalabalığa ateşli bir teşekkür nutuk atan Necati Özkan Bey, daha sonra kendisine militanca destek olan Lefkoşa Türk Lisesi talebelerinin gönlünü almak için miting alanından Liseye kalabalıkla birlikte yürür. Burada Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Marşı okunup, İngiliz müdür nezaretinde Lise’ye daha önce Mehmet Münir Bey’in izin vermediği Türk Bayrağı çekilir. Oradan da Köprübaşı’nda yol yapımı için bir kısmı yine daha önce Münir Bey tarafından kaldırılması onaylanan şehitlik ziyaret edilir ve kalabalık oradan dağılır. Seçimlerden iki hafta sonra 29 Ekim kutlamaları için Kıbrıs’ta hazırlıklar yapılır. Bu törenler esnasında Türklere ait işyeri, evlere, binalara, derneklere, kahvehanelere ve lokallere bayraklar asılarak milli duygular tatmin edilir. Bu kutlamalara Mehmet Münir Bey’in idaresinde olan Evkaf Dairesi, camiler ve minareler iştirak etmiyor, Mehmet Münir Bey bir kez daha İngiliz Hükümetine biat ediyordu. Vali Storrs, 29 Ekim kutlamalarının olduğu günün sabahı Necati Özkan’ı polis nezaretinde makamına getirtmiş, iki hafta önceki seçimlerin sonrasında Lise’de marş söyleyip, bayrak çekme olayını okullara siyaset karıştırmak olarak gördüğünü söyleyip bundan sonrası için tehdit etmiştir. Fakat oradan ayrılan Necati Özkan, valinin uyarılarına kulak asmayarak öğleden sonraki lisedeki resmi kutlamalara katılmış orada bir konuşma yapmış ve bunun sonucunda da tutuklanmıştır. Lise talebeleri, 29 Ekim kutlamaları sırasında, o gün okulun tatil edilmesini ve direğe bayrak çekmek istediklerini söylerler. Müdür Grant’ın bu isteklerine onay vermemesi sonucunda ise talebeler, bayrağı çeker ve istiklal marşını okuyarak okulu terk ederler. Bu dönemde Lefkoşa Türk Lisesi, Ada’nın tek Türk lisesi olması nedeniyle uzun zamandır politik tartışmaların merkeziydi. Evkafçılar ve Halkçıların birbirilerine üstünlük kurmak için çatıştıkları odaktı. Evkaf Murahhası görevi dışında aynı zamanda Lise komisyonu başkanı olan Mehmet Münir Bey, komisyonda devamlı Fikirdaşı Baf’tan Kavanin Meclisine girmeyi başaran Dr. Eyyüp ile birlikte, Lise’ye İngiliz Müdür gereklidir şeklinde direnirler. Fakat olaylı 29 Ekim kutlamaları sonrası komisyonda Evkafçılar ve Halkçılar arasında çok ciddi tartışmalar yaşanır. Bu tartışmaların sonucunda Müdür Grant’ın görevine son verilir. Bu olay Halkçıların ilk ve son başarısı olarak tarihe yazılır.
Mehmet Münir Bey’e gelince, İngilizlerin kraldan çok Kraliçeci olan bu muhterem kişiye Vali Storrs’un önerisiyle verdikleri mükâfat şuydu; 14 Nisan 1931’de yapılan Kavanin Meclisi (yasama meclisi NP) açılışında Mehmet Münir Bey’e “Officer of the British Empire” ile tanımlanan “Sir” unvanı verilir. Bu unvan İngiliz İmparatorluğuna üstün hizmetlerde bulunanlara verilmekteydi. Necati Bey mücadelesini sürdürür: Daha önce ilk kez 1918 tarihindeki Meclis-i Milli Hareketi diye bilinen hareketin bir devamı sayılabilecek “İkinci Milli Kongre” diye adlandırılabilecek harekete girişir. Necati Özkan, 20 Nisan 1931 tarihli mektubuyla adanın her tarafından gelecek olan Kıbrıslı Türk ileri gelenlerini 1 Mayıs 1931 günü sabah saat:10.00’da Lefkoşa’daki evinde toplantıya çağırır. Kongrede, Cemaati ilgilendiren konular tartışılır. Burada alınan kararlardan dikkat çekenler: Evkaf İdaresinin Topluma devrinin sağlanması, yeni müftünün seçilmesi ve üç yıl görev yapacak bir heyet oluşturulmasıdır. Kongre sonucunda,  tabi ki İngilizler hemen müftüyü tanımadıklarını açıklarlar. Daha sonra malum olay cereyan eder, 21 Ekim 1931’deki Vali Konağının yakılması ile başlayan isyan sonucunda sansür yıları…
Bu baskı döneminde yıldızı yeniden parlayan Sir Mehmet Münir Bey Kraliçesine hizmete devam eder. 12-13 yıl süren bu baskı dönemi esnasında ada halklarına çeşitli yasaklar konur. Bu yasaklar daha çok Milliyetçilik bilincinin bastırılmasına yönelik tedbirleri içermektedir. Bu dönemde Eğitim, Şer-i Mahkemeler, Müftülük, Evkaf konularında artık tam yetki Evkaf Murahhası Sir Münir Bey’e yani İngilizlere geçer. İkinci Milli Kongre olarak adlandırılan hareketin kararları uygulanmadan askıya alınır. 2
Mersin Dallı amblemleriyle yüreklere su serpen Necati Özkan Bey, İngilizlerin sıkıyönetimi altındaki dönemlerde güç kaybetse de 1943 yılındaki Belediye seçimlerde yine aday olur. Fakat bu defa yeni rakipleri vardır. Bu kez onlar da milliyetçi cepheden olduklarını söylemektedirler. Ayrıca K.A.T.A.K’ın kuruluşunda daha önce büyük kavgalar verdiği Sir Münir’de vardır. Dahası öğrencisi Dr. Fazıl Küçük’te artık siyaset sahnesinde yer almaktadır…

Devam Edecek…
1 Girne Milli Arşivi, Söz Gazetesi, 9 Ekim 1930, sayı:458, sayfa:2-3’den naklen Ergin M. Birinci, M. Necati Özkan (1899-1970) IV. Cilt, Necati Özkan Vakfı Yayınları, İstanbul, Mayıs 2001, S:25-35
2 Tarih ve Toplum, Temmuz,1999, Sayı:187, S:13-14’den naklen Ergin M. Birinci, M. Necati Özkan (1899-1970) IV. Cilt, Necati Özkan Vakfı Yayınları, İstanbul, Mayıs 2001, S:19-24
*Girne Milli Arşiv, Sir Mehmet Münir Beyin olduğu resimler, Nazif Bozatlı’nın arşivinden (Nazif 2-1 albümünden)





















8 Mart 2015 Pazar

“KADIN’IN DERDİ - BİLİMİN RENGİ”

Naim PINAR
“KADIN’IN DERDİ - BİLİMİN RENGİ”
Bugün hemen herkes “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” nedeniyle kadına yönelik şiddet başta olmak üzere, her türlü haksızlığa ve ayrımcılığa karşı ses verecektir. 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisinin daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlayarak gerçekleştirmiş oldukları cesaret dolu isyanın ve greve katılan kadınlara yönelik kolluk güçlerinin hunharca saldırısını ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesini, ardından da çıkan yangın sonucunda 129 kadın işçinin yaşamlarını yitirmesini konu alan köşe yazıları, makaleler, siyasi bildiriler veya daha yüzeysel olarak bazı kesimler “kadınlar çiçektir” babında çok tumturaklı söylemlerde bulunacaklardır.  Bugünün öneminin iyice idrak edilmesinde ve kadınların uzun soluklu mücadelesinde kat edilen yolun öneminin daha derinlerde aranması gerektiğine inanıyorum. Derinlikten kastım; bu çetin, cesaret, irade ve onur dolu mücadelenin siyasi öncülerinin bile çoğu zaman gözden kaçırdığı daha evrensel değerlere ve bilgiye ulaşmamızda bizleri aydınlatan kadın bilim insanlarının kat ettiği o müthiş başarı serüvenidir.
Bu haftaki yazımı yazmadan kafamdaki konu şekillenmişti. Konu; bilim dünyasına damgasını vurmuş fakat çoğumuzun ismini bile duymadığı kadın bilim insanlarımızın zorlu serüvenleriydi. Yazımın başlığını bir gaflete düşerek fonetik uyum ve ilgi çekici olsun diye “Kadın’ın Fendi Bilimin Rengi” şeklinde düşünmüştüm. Bunu da ilk olarak sevgili eşimle paylaşmış, bir de utanmadan en değer verdiğim kadından takdir bekler gibi bir hisse kapılmıştım. Sonra gecenin ilerleyen vaktinde neden bu başlık bu kadar kolay ağzımdan çıkıvermişti diye düşündüm. Üniversite yıllarımda en sevdiğim hocalarımdan biri olan Prof. Sabri Yetkin’in “bak oğlum bu Osmanlıca dersini sevmesen de, gereksiz görsen de öğrenmelisin” dediğini hatırladım. Yazımın başlığında Osmanlıca bir kelime olduğunu düşündüğüm “fend”i fonetik uyum için kullanmak istemiştim. Yazımın başlığını bana çağrıştıran aslında ataerkil düşünce yapımızdaki saçma sapan bir atasözünden öte bir şey değildi. Sonra fend kelimesinin kökenine ve anlamına baktığımda, farsça kökenli bu kelimenin; hile, desise, el altından yapılan oyun demek olduğunu öğrendim. Fend, kadının akıllılığını, kurnazlığını veya kadının erkeğe olan üstün vasıflarını anlatan bir kelime olmaktan çok uzaktı. Bu daha çok kadınları aşağılamak için ataerkil zihnin dile yansımasıydı. Önce, yarın eşime bu cehaletimi nasıl söylerimin derdine düştüm sonra ise iç sesim aracılığıyla yaptığım hesaplaşma esnasında, ataerkil kalıntılarımızdan kurtulmak için ne kadar gayret ettiğimi, buna rağmen böyle bir gaflete düşmekten geri kalmadığımı itiraf ederek üzüntümü iç sesimle paylaştım. 
Böylelikle yazımın başlığının nasıl “Kadın’ın Derdi Bilimin Rengi” olduğunun samimi itirafını yaparak yazıma başlamanın en hayırlı iş olacağına karar verdim. Egemenlerin otoritesi her alanda var olabilir fakat bilim için önemli olan kanıt ve ileri sürülen argümanların mantığıdır. O nedenle kadın bilim insanlarımızın çalışmaları çok kıymetlidir. Onların en önemli derdi, insanlığın geleceği üzerine çabalamak olmuştur. Her türlü baskıya ve ayrımcılığa karşı zihinlerinin parlaklığını önümüzü aydınlatma yolunda kullanmışlardır. Ortaçağ’dan beri en köklü eğitim kurumları olan Oxford, Leipzig, Paris ve Bologna bile kadınlara kapılarını uzun yıllar kapalı tutmuştur. 19. yüzyıldan itibaren Paris ve Oxford gibi kurumlar, kadın öğrencileri kabul ettiğini açıklasalar da bu ancak bir kadının erkeklerle eş olduklarına yönelik çeşitli testler sonucunda gerçekleşebiliyordu. 18. ve 19. yüzyıllarda yüksek öğrenim, orta sınıf ve aşağısı kadınlar için imkânsızdı. İngiltere’nin başkenti Londra’da 1660 yılında kurulan Royal Society 1945 yılına değin tüzüğünde kadınların üye olmasına izin vermemiştir. Amerika Bilimler Akademisi ancak 1925 yılında kadınları üye olarak kabul etmiş, Rusya Ulusal Akademisi ise 1939’da, Fransız Bilimler Akademisi ise 1962 gibi çok daha geç bir tarihte kadınları üye olarak bünyesine kabul edecekti. Bilindik bir kadın bilim insanı Marie Curie ikinci Nobel ödülünü aldığı 1911 yılında Fransız Bilimler Akademisine başvurmuş ve akademi tarafından ret cevabı almıştı. Fakat erkek egemen yapının bunaltıcı dışlamasına rağmen kadınlar evlerinin yolunu tutmazlar. Onlar, insanlığın geleceği önündeki her engeli bilimsel metotlarla aşmanın derdindedir. Bilimin rengi siyahtı ve bu bilimsel ruha aykırıydı. 1667 tarihinde İngiliz bilim dünyasının aristokrat üyelerinden William Cavendish ile evli olan Margaret Cavendish bu avantajını kullanarak Royal Society toplantılarının birine iştirak eder. Tüm erkek üyelerin protestosuna uğrayan Margaret erkek egemen Royal Society üyelerinin renksiz, ampirik yaklaşımını eleştirir. Canlı hayvanlar üzerinde yapılan cerrahi deneylere karşı çıkar ve kadınların dışlanmasının ne kadar zavallı bir duruş olduğunu savunur. Margaret’in bu cesur çıkışı, Royal Society’ye egemen olanları çok korkutmuş olacak ki; bu girişim sonrası kadınlar ancak 200 yıl sonra benzer bir deneyimi yaşayabileceklerdi. 1786 yılının ağustos ayında ilk kez bir kadın tarafından yürütülen bilimsel bir araştırma uzayla alakalıydı. Araştırmadan çıkan sonuçları Royal Society’nin Philosophical Transcations isimli dergisi çok ilginç bir başlıkla yayınlıyordu: “ Yeni bir kuyruklu yıldız hesaplaması, Bayan Caroline Herschel’den Bay Charles Blagden’e bir mektup, Royal Society Sekreterliği’ne”. Bu dönemde 30’dan az bilinen kuyruklu yıldız varken Caroline tek seferde sekiz tane keşfetmişti. Astronom Caroline Herschel’nin uzmanlık alanı kuyruklu yıldızlardı. 1847 Yılında Amerikalı astronom Maria Mitchell ise “Miss Mitchell Kuyrukluyıldızı” olarak anılacak keşfinin ardından üne kavuşmuştur. Kadına karşı tüm baskı ve dışlamalara karşın 1850’de American Philosophical Society’ye (Amerikan Bilimsel İlerleme Derneği ) kabul edilen ilk kadın üye olur. Kadın bilim insanlarımızın engel tanımaz duruşları sayesinde birçok bilim insanı insanlık tarihindeki gelişmelere katkı koyabilmiştir.

Jane Marcet’in 1806 yılında “Kimya Üzerine- Deneylerle” * adlı eseri yıllar sonra ilk popüler bilim kitabı olarak gösterilecektir. Bu kitap sayesinde fizikçi Michael Faraday bilime heyecan duyacak ve birçok keşfin anahtarı olacaktı. 20. Yüzyılın başında erkek egemen yapı bilim dünyasına hâkim olmaya devam etmekteydi.

1901’de erkek egemenliği altındaki diğer bir bilim yuvası Harvard Üniversitesinde, gökbilimci Edward Charles Pickering erkek egemen yapıyı yıkarak kendisiyle çalışmak üzere özel odasında çağımızın bilgisayarlarından daha çok iş başaracak olan bilim kadınlarını toplamıştır. Burada çalışkan kadın bilim insanları, yıldızların içeriğine dair sahip olduğumuz bilgilerin anahtarı oldular. Bilimin cinsiyeti olmadığını tarihin silinmez kayıt defterine adeta yüreklerinin ışıklarıyla yazdılar. Bilim kadınlarından biri evrenin boyutunu hesaplayabilmemiz için yeni bir yöntem geliştirmişti. Takımın lideri olan Annie Jump Cannon ise çeyrek milyon yıldızı kataloglamayı başaracaktı. Cannon gençlik yıllarında geçirdiği kızıl hastalığı nedeniyle duyma yetisini kaybetmişti. Fakat bu durum onun kararlılığını kırmadığı gibi bilime olan sevdasına da engel olamamıştı. Kadın bilim ekibindeki diğer duyma engelli bilimci Henrietta Swan Leavitt’ti. Gökbilimcilerin bir yüzyıl sonra bile yıldızların uzaklığını ve evrenin boyutunu ölçmek için kullanacakları yöntemi bulan oydu. Harvard Gözlemevinde çalışmalarını sürdüren bilim kadınlarımız inanılmaz buluşlara imza atmışlardır. Bugün onların isimlerini birçoğumuz bilmiyor olabiliriz fakat bilimin gökkuşağını oluşturan bu azimli ve parlak zihinlerdi. Annie Jump Cannon liderliğindeki kadın bilim ekibinin tam olarak ne yaptığına gelince; teleskopun içine yerleştirilmiş bir prizmaya yıldızların ışığının düştüğünü fark ettikleri zaman gerçeği anlamışlardı. Yani büyütülen yıldız ışığı bir şerit halinde ayrışıyordu. Bileşen renklerini kırmızı ışınlar bir uca, mor ışınlar diğer uca gidecek şekilde dışa vuruyordu. Bu da yıldızın tayfı oluyordu. Tayf, ince ve karanlık çizgilerin varlığını gösteriyordu. Bunları laboratuardaki parıltılı maddelerden gelen çizgilerle kıyaslarsak bizim Dünya’dan tanıdığımız elementlerin en dıştaki yıldızlarda da var olduğunu tespit edebilirdik. Cannon’ın geliştirdiği şemaya göre yüz binlerce yıldızın tayfsal karakterini sınıflandırmanın mümkün olduğu görüldü. Her yıldızın tayfsal çizgi şablonlarıyla yedi geniş kategoriden oluşan kesintisiz bir dizilime sahip olduğunu keşfettiler. Bu kategorilerin her birine birer numara verilmişti. Ama iki yıldızın aynı harf sınıfındaki tayf çizgileri belirsiz biçimlerdeydi. Cannon, bu tayfları birbirinden ayırt etmek için her bir sınıfa on adet nümerik alt kategori tayin etti. Annie J. Cannon, Yıldızları düzene sokan ilk bilim insanıydı. Ama onun çalışmasının arkasındaki gizli anlamı çözmek başka bir kadın bilim insanına düşecekti. 1923 yılının İngiltere’de kadınların bilim alanında kariyer yapmaları halen yasaktı. Ama Cecillia Payne Londra’da Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’nın doğru olduğuna dair ilk delili bulan bilim insanı olan astronom Sir Arthur Eddington’ın verdiği bir derse katıldı. O andan itibaren hiç bir şeyin onu büyük hayallerini kovalamaktan caydıramayacağını anlamıştı. Amerika’ya kadınların daha rahat yıldızlar üzerine çalışma özgürlüğünü kazanmış olduğu yere gitmenin amacına ulaşmak için en mantıklı seçenek olduğuna karar verdi.
Harvard’a yaptığı başvuru kabul edildi. Payne’in Harvard Gözlemevinde keşfedeceği şey, astronomideki en merkezi inançlardan birini sarsacaktı. Ortaya çıkan etki ise modern astrofiziğin temellerini oluşturacaktı. Harvard’daki bilim kadınları Annie J. Cannon liderliğinde yıllarca yıldızları gözden geçirmeye, her birinin tayfsal imzasına hızlıca bir bakışla kontrol edip sonra da onları yedi kategoriden birine koymaya devam ettiler. Yıldızlar henüz kimsenin anlayamadığı daha büyük bir resimdeki yüz binlerce nokta halini alıyorlardı. Kadınlardan oluşan bu topluluğa Cecilla Payne’de katılmıştı. Cannon, yıldızların tayflarına ait her şeyi Payne ile paylaştı. Payne, Cannon’un verilerini analiz ederek yıldızların kimyasal bileşimini ve fiziksel durumlarını belirleyip belirleyemeyeceğine göz attı. Payne, bu araştırmasına, kuramsal fizik ve atom fiziği üzerine sahip olduğu uzmanlığı da katınca ortaya çıkan sonuç; yıldızların tayfındaki en belirgin özelliğin ağır elementlerin varlığını işaret ettiğini gördü. Örneğin; kalsiyum ve demir. Bu ikisi Dünya’daki elementler arasında da bolca bulunuyor.  Gökbilimciler bu çalışmalardan yola çıkarak yıldızların, Dünya’dakilerle aynı elementlerden oluştuğunu ve bu elementlerin de kabaca aynı oranlarda bulunduğu sonucuna vardılar. Yıldızlara dair anlayışımıza büyük katkılar yapmış olan Henry Norris Russell, 1924 yılında Amerikalı gökbilimcilerin en kıdemlisiydi. Russell, Dünya’da sahip olduğumuz kimyasal elementlerin 40 veya 45 tanesi aynı zamanda güneşin tayfında da mevcut diyordu.  Dolayısıyla Güneş’in bileşiminin de Dünya’dakine benzediğini varsayabiliriz tezini savunuyordu. Russel’a göre; eğer Dünya’nın kabuğu da akkor olana dek ısıtılırsa onun tayfı da Güneş’inkine benzeyecektir.
Annie Cannon ile yeni fikirlerini paylaşan Payne, geniş bir sıcaklık yelpazesinde tayfların nasıl görüneceğini hesaplamayı başarır. Bu yeni teori Cannon’ın sınıflandırma sistemine kusursuz biçimde uyuyordu. Bir yıldızın tayfı, onun tam olarak ne kadar sıcak olması gerektiğini söylüyordu. Cannon’un çalışması sayesinde Payne, yıldızların neredeyse tamamen hidrojen ve helyumdan oluştuğunu keşfetmişti. Payne, yıldızlarda metallerden bir milyon kat kadar fazla hidrojen ve helyum olduğunu söylüyordu.  O günün yaygın anlayışına göre Payne’in bu görüşü çılgınca bir görüştü.  Bu görüşlerini tez haline dönüştüren Payne, dönemin en gözde gökbilimcisi olan Profesör Russell’a tezini gönderir.  Russell, tezi okur okumaz ilk yorumu “zavalı kadın” olur. Russell ‘a göre Payne’in tezi temelden hatalıydı. Prof. Russell, Payne yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Hidrojen’in metallerden bir milyon kat fazla olması açık bir biçimde imkânsızdır.” Payne’in çok emek vererek topladığı kanıtlar geleneksel bilimsel anlayışa tersti. Russell’ın mektubu sonrası yıkılan Payne, dönemin en büyük bilim insanının yanılmasının imkânsız olacağını düşündü ve tezine son verdi. Russell’ın, Payne’in haklı olduğunu anlaması dört yıl alacaktı. Russell, Payne’in haklı olduğuna kanaat getirince Payne’in hakkını teslim edecekti. Payne’in “Yıldız Atmosferleri”  isimli tez çalışması, gökbilim tarihinin en iyi tezi olarak kabul edilir. Gökbilimin ana kaynaklarından biri olur. Egemenlerin otoritesi her alanda var olabilir fakat bilim için önemli olan kanıt ve ileri sürülen argümanların mantığıdır. Bugün bilimsel gelişmenin önünü açan birçok çalışmada kadın bilim insanlarının imzası vardır. 1925 yılında doğan biyofizikçi Rosalind Franklin’in DNA’nın yoğunluğunu, sarmal yapısını ve birçok önemli özelliğini saptayan ilk bilim insanımızdır. Uzun yıllar bilim dünyası Franklin’in başarısını görmezden gelmiştir. DNA’nın günümüzde bilinen çift sarmallı merdivene benzer yapısı 1953’te çözüldü. Bilim dünyasında birçok alanı etkileyecek olan bu buluşla ismini en çok duyuran kişiler; James Watson ve Francis Crick oldu. Bu başarıda ayrıca pay sahibi olan Franklin’in çalışma arkadaşı Maurice Wilkins de zaten 1962’de Fizyoloji ve Tıp Nobel Ödülü’nü Watson ve Crick ile paylaşmıştır. DNA’nın keşfinde çok önemli katkısı olan fakat 1962’de Nobel heyeti tarafından tanınmayan Rosalind Franklin ise aslında DNA’nın keşfinde öncü olan bilim kadınıdır. Neyse ki artık bilim dünyası Rosalind Franklin’in DNA üzerine yaptığı katkıyı kabul etmektedir.
Geçmişten günümüze kadın bilim insanlarımızın yaşadığı zorlu mücadele sadece cinsiyet ayrımcılığına karşı verdikleri onurlu mücadele ile anlatılırsa eksik kalır. Aynı zamanda erkek egemen anlayışın dışlamalarına karşı insanlığın geleceği için bilim adına paylaştıkları evrensel gaile için gösterdikleri mücadele de unutulmamalıdır. Bazen ataerkil yapının kurbanı oluyor ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda yapılan çalışmaları gelenekçi bir bağnazlıkla alaya alarak eğleniyoruz. Örneğin, kullandığımız dile dikkat etmezsek gelecek kuşak erkekler de tüm bilim insanlarına “bilim adamı” demeye devam edecektir. Yukarıdaki kadın bilim insanlarımız en azından bilim insanı olarak anılmayı hak ediyorlardır. 1667 tarihinde Margaret Cavendish’in Royal Society toplantısına katılarak canlı hayvanlar üzerinde yapılan cerrahi deneylere karşı çıkışı, muazzam bir vizyonun da işaretiydi. Bu gibi konular, ancak bugünlerde bilimin etiği altında tartışılabiliyor. O dönem erkek egemen yapının protestolarına ve saldırılara rağmen cesurca fikirlerini ortaya koyan yine bir bilim kadınıydı. Onun da derdi, o dönemki bilimin rengiydi. Harvard Gözlemevinde bir grup kadın bilim insanının yaptığı çalışmalar, Franklin’in DNA konusundaki öngörüsü, kuyruklu yıldızlar konusunda uzman astronom Caroline Herschel’nin azmi, Annie Jump Cannon’un yıldızları sınıflandırarak ilk yıldız haritasını oluşturması, Cecilla Payne’in muazzam tezi, Henrietta Swan Leavitt’in evrenin boyutlarını anlamamızda ortaya koyduğu hesaplama yöntemi ve daha niceleri için evrensel bir teşekkürü hak ediyorlar. Bilim içerisindeki kadının derdi; bilimin rengini değiştirmiştir.


KAYNAKLAR
http://www.nat-geo.tv/cosmos-bir-uzay-seruveni-8-bolum/2/
http://arsiv.salom.com.tr/news/print/15041-DNA-kesfinin-ardindaki-gizli-kahraman-Rosalind-Franklin.aspx
http://haber.sol.org.tr/bilim-teknoloji/unutulan-bilim-kadinlari-haberi-36596
 * Conversations in Chemistry in which the elements of that science are familiarly explained and illustrated by Experiments











6 Mart 2015 Cuma

“BENCİL” MİYİZ YOKSA “ÖZGECİL” Mİ?

Naim PINAR
“BENCİL” MİYİZ YOKSA “ÖZGECİL” Mİ?
Evren’in 15 milyar yıllık ömrünü ilk kez tek bir yıla indirgeyerek bizlere Cosmos’taki yerimizi ve varlığımızı anlamlandırmamızda yardımcı olan astronomi ve uzay bilimleri profesörü Carl Sagan’dır. Sagan’ın ortaya attığı Kozmik Takvim’e göre evrenin 13,8 milyarlık yaşını bir yıla indirgediğimizde dünyamızda ortaya çıkan ilk yaşam izleri ancak 21 Eylül gününe denk geliyor; yani var olan kanıtlar bizleri yaklaşık olarak 3,5 milyar yıl önceye götürmektedir. Bilim dünyası için yaşamın kaynağı henüz çözülmemiş bir muamma olmasına rağmen çeşitli teoriler de halen tartışılmaktadır. Fakat bilimin ışığından gittiğimiz zaman kutsal kitapların 7 günlük masalımsı anlatısı artık çağın dışına itilmiştir. Carl Sagan’ın öğrencisi ve çağımızın kuşkusuz en çok konuşulan bilim insanlarından biri olan ve 2007 yılında Time dergisince "dünyayı etkileyen 100 kişi"den biri olarak gösterilen Neil de Grasse Tyson, Carl Sagan’ın mükemmel kozmik takviminden hareketle ilk yaşam izlerinin belki de galaksimiz olan Samanyolu Galaksi’si dışından bile gelmiş olabileceğini söylemektedir. Dünya’daki ilk canlı organizmaların mikroplar olduğunun da biliyoruz. Bilim insanlarının yaygın görüşü, yaşamın oluşmasında önemli mineral ve molekülleri barındıran ilksel yaşam çamuru adını verdikleri ortamda gelişen mikropçukların zamanla “Doğal Seçilim” yoluyla üreyerek Taksonların (çeşitli biyolojik yapıların genel adı) oluşumuna yol açtıkları yönündedir. Doğal olarak seksin ilk mimarı da mikroplar oluyor. Biyoloji dünyasında bir devrim niteliğindeki buluş; 19. Yüzyılın ortalarında Charles Darwin ve Alfred Russel Wallace’ın keşfi olan “Doğal Seçilimle Evrim” teorisidir. Doğal Seçilimle Evrim, kazara çevrelerine daha iyi uyum sağlamış organizmaların varlıklarını sürdürüp, çoğalarak, çağdaş yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasını açıklar. Carl Sagan’ın tanımıyla “biyoloji, fizikten çok tarihe benzer; geçmişteki kaza, hata ve rastlantılar bugünü fazlasıyla etkiler.” Sagan’ın Kozmik takvimine göre dünyamız çok yaşlı, insan evladı ise çok gençtir. Kozmik Takvime göre bir ay yaklaşık olarak bir milyar yıla denk gelirken, bir gün ise yaklaşık olarak 40 milyon yıla denk düşmektedir. İnsanlığın tarihi kozmik yılın ancak son ayının son gününe rastlar. Sagan, kozmik yılın son günü olan 31 Aralık gününü var olan bilimsel verilere dayanarak aşağıdaki tablo ile açıklamaya çalışmıştır.
SAGAN’IN KOZMİK TAKVİMİNDEKİ 31 ARALIK GÜNÜ
OLAYLAR
SAAT
Maymun ve insanın muhtemel ataları olan “Proconsul ve Ramapithecus”un ortaya çıkışı
13,30
İlk İnsanlar
22,30
Taş aletlerin kullanımının yaygınlaşması
23,00
Pekin insanının ateşi evcilleştirmesi
23,46
Son buzul devrinin başlaması
23,56
Denizcilerin Avustralya’ya Yerleşmesi
23,58
Avrupa’daki mağara resimleri
23,59
Tarımın icadı
23,59,20sn
Neolitik Uygarlık; ilk şehirler
23,59,35sn
Sümer, Ebla ve Mısır’daki ilk hanedanlar; astronomide gelişme
23,59,50sn
Alfabenin icadı; Akad İmparatorluğu
23,59,51sn
Babil’deki Hammurabi Kanunları; Mısır’daki ortak krallık
23,59,52sn
Bronz metalbilimi; Miken kültürü; Truva Savaşı; Olmec kültürü;  pusulanın icadı
23,59,53sn
Demir metalbilimi; :Birinci Asur İmparatorluğu; İsrail Krallığı; Fenikelilerin Kartaca’yı kurması
23,59,54sn
Asoka Hindistan’ı; Çin’deki Chin Hanedanı; Perikles, Atina; Buda’nın doğumu
23,59,55sn
Öklit geometrisi; Arşimet fiziği; Batlamyus astronomisi; Roma İmparatorluğu; İsa’nın doğumu,
23,59,56sn
Hint aritmetiğinde sıfır ve ondalıkların icadı; Roma’nın çöküşü; Müslüman fetihleri
23,59,57sn
Maya uygarlığı; Çin’deki Sung Hanedanı; Bizans İmparatorluğu; Moğol İstilası; Haçlı Seferleri
23,59,58sn
Avrupa’da Rönesans; Avrupa ve Çin’deki Ming Hanedanı’nın keşif seferleri; bilimde deneysel yöntemin ortaya çıkması
23,59,59sn
Bilim ve teknolojinin büyük çapta gelişmesi; küresel bir kültürün ortaya çıkması; insan türünün kendi kendini yok etmesine yarayan araçların yapılması; gezegenlerin uzay aracıyla keşfinde ve dünya dışı zekânın araştırılmasında ilk adımlar
Şimdi Yeni yılın ilk saniyesi…


Sagan, kozmik takvimle evreni anlamlandırmaya çalışmanın insanı doğal olarak alçak gönüllülüğe sevk edeceğini söyler. “Bu kozmik yılda, eylül başına kadar yıldızlararası maddenin yoğunlaşarak dünyayı henüz oluşturmamış olduğunu; dinozorların Noel arifesinde; çiçeklerin 28 Aralık’ta ve kadınlar ile erkeklerin yılbaşı gecesi saat:22,30’da ortaya çıkmış olduğunu görmek rahatsız edicidir. Kayıtlı tarihin tümü 31 Aralık’ın son on saniyesine karşılık gelir ve Ortaçağ’ın sonundan günümüze kadar olan süre ise bir saniyeden biraz daha fazladır.”1 Sagan, kendi düzenlemesinin birinci yılının son bulduğunu ve ikinci kozmik yılın başlangıcında dünya üzerinde ve yakınlarında olacakların, bilimsel bilgeliğe ve belirgin biçimde insanların duyarlılığına bağlı olacağını söyler. İnsanlığın duyarlılığının artmasını beklerken, canlı organizmaların birer hayatta kalma makineleri olduğunu söyleyen dünyaca ünlü evrim biyologu Profesör Richard Dawkins’in 1976 tarihinde kaleme aldığı “Bencil Gen” adlı kitabında ortaya koyduğu genlerimiz “bencil mi özgecil mi” tartışması ile biyoloji dünyasında yeni bir devinim yaratmıştır. Bakterilerden fillere kadar tüm canlıların bir DNA kodu vardır. Dawkins, “Değişik çeşitten hayatta kalma makineleri dış görünüm ve iç organlar açısından çok çeşitli görünürler. Ahtapotun fareye benzer tarafı yoktur ve her ikisi de meşe ağacından oldukça farklıdır. Ancak içlerindeki temel kimya açısından oldukça benzerdirler ve özellikle de içlerinde taşıdıkları eşleyiciler olan genler, hepimizde ( tüm canlılar) temel de aynı tür moleküldür. Hepimiz, (DNA ismi verilen moleküller olan) aynı tür eşleyiciler için birer hayatta kalma makineleriyiz fakat dünyada yaşamı sürdürebilmenin birçok farklı yöntemi bulunur ve eşleyiciler bu yöntemleri kullanmak için çok geniş bir çeşitlilikte makineler inşa etmişlerdir.”2 Canlıların hayatta kalmak için Doğal Seçilimle Evrim geçirerek varlıklarını sürdürdüğünü biliyoruz. Sanırım asıl soru şu olmalıdır: genlerimizin hayatta kalmak üzere DNA’larımıza kodladıkları bencil veriler mi yoksa özgecil veriler mi davranışlarımız da ağır basmaktadır. Bir varlık eğer başka bir varlığının refahını artıracak biçimde davranıyorsa, özgeci olduğu söylenir. Bencil davranış ise bunun tam tersi etkiye sahiptir. Hayvanlarla ilgili bencil davranışsal örneklerden biz insanlara doğru yol alacak olursak, bireysel hayvan davranışlarına baktığımızda, siyah başlı martıların büyük topluluklar halinde yuva yaptıklarını ve bu yuvaların birbirilerine bir metre kadar yakın olduğu görülür. Yavrular yumurtadan ilk çıktıklarında küçük ve savunmasızdırlar ve kolaylıkla yutulabilirler. Bu martılar için komşunun arkasını dönmesi veya balık avlamaya gitmesini bekleyip, sonra da komşunun yavrusunun üzerine atılıp bir lokmada yutmak sık görülen bir durumdur. Bu davranışla balık avlama zahmetine girmeksizin ya da kendi yuvasını savunmasız bırakmazsızın, besleyici, güzel bir ziyafet çekmektedir. Dawkins’in “Gen Bencildir” kitabında hayvanlarda bencil davranışa ait verdiği daha bilindik bir örnek ise, iri ve etobur peygamberdevelerinin dehşet veren yamyamlığıdır. Dişi peygamberdeveleri, çiftleştiklerinde, erkek ihtiyatlı bir şekilde dişinin üzerine tırmanır, tepesine çıkar ve onunla ilişkiye girer. Buraya kadar her şey üreme eylemi olarak görünmektedir. Fakat dişi fırsatını bulursa, ister erkek en başında çiftleşmek için yaklaşıyor olsun, ister üzerine tırmanıyor olsun, isterse de çiftleştikten sonra ayrılıyor olsun, erkeği yiyecektir ve buna erkeğin başını ısırarak başlar. Dişi için en mantıklısının, erkeği yemeye başlamak için çiftleşmenin bitmesini beklemek olduğu gibi görünebilir. Fakat kafanın kaybı, erkeğin bedeninin çiftleşme yürüyüşünü durduruyor gibi gözükmez. Dawkins, böcek kafalarının bazı kısıtlayıcı sinir merkezleri barındırdığından, dişinin erkeğin başını yiyerek onun cinsel performansını artırmakta olmasının olası olduğunu söyler. Fakat burada esas yarar dişinin iyi bir ziyafet çekmesidir. Diğer bir örnekteyse, güney kutbu penguenlerinin suya dalmakta korkak davrandığı gözlemlenmiştir. Eğer içlerinden biri suya dalsa suyun içinde ayıbalığı olup olmadığı anlaşılacaktır. Fakat hiçbiri deney faresi olmak istemez. Bu nedenle hep beraber uzunca bir süre suya yakın beklerler ve bazen de birbirilerini suya itmeye bile çalışırlar. Öte yandan hayvanlardaki özgecil davranışlara bakacak olursak, örneğin bal arıları kovanlarını korumak pahasına intiharı göze alarak sokma davranışında bulunurlar. İşçi arıları sokma işlemi sırasında iç organlarının dışarı çıkmasıyla ölürler. İşçi arıların bu kamikaze savaşçısı durumu sayesinde koloninin hayati gıda stokları korunur. Fakat intihar eden işçi arı bundan bir fayda sağlamak için artık orada olmayacaktır. Bireyin başkalarının refahını korumak için yaptığı bu davranış özgecildir. En yaygın olan hayvansal özgecil davranış daha çok ebeveynler tarafından, özellikle de anneler tarafından yavrularını korumak üzere sergilenir. Yere yakın yuva yapan kuş türlerinin çoğu yuvalarına tilki gibi bir düşman yaklaştığında dikkat dağıtma numarasını sergiler; sekerek bir kanadı kırıkmış süsü vererek kanadı yarım açık olarak yuvadan uzaklaşırlar. Daha sonra yavruların güvende olduğu bir mesafeye gelince tilkinin saldırmasından hemen önce uçarak kaçarlar. Risk alan anne hayatını ortaya koyarak özgecil bir davranış sergiler. Dawkins, özgecil davranışların yaygın olarak yapılan bir hata ile “grup seçilimi” teorisine bağlanmasının Darwin’in ortaya koyduğu “Doğal Seçilimle Evrim” teorisine ters düştüğünü söyler. Yaşayan varlıkların “türün hayrı için” veya “grubun hayrı için” bir şeyler yapmak üzere evrildiği görüşü yanlış yorumlamaya dayanan bir hatadır. Zira evrim geleceğe karşı kördür.
Dawkins’e göre, evrimsel biyolojide türcülüğün gerçek bir temeli yoktur. “Hayvan yaşamının çoğu üremeye adanmıştır ve doğada gözlenen özgecil kendini feda etme hareketlerinin çoğu ebeveynler tarafından yavruları için yapılır. “Türün devamı” üreme yerine kullanılan yaygın bir edebi örtmecedir ve türün devamı, inkâr edilemez bir şekilde üremenin bir neticesidir. Üreme “fonksiyonunun” türü sürdürmek için olduğu sonucunu çıkarmak için mantığın sadece biraz esnetilmesi yeterlidir.”3 Dawkins’in esaslı olarak ortaya koyduğu şey özgecil bireylerin oluşturduğu grupta bile, herhangi bir fedakârlık yapmayı reddedecek farklı düşünen bir azınlık olacağı hemen hemen kesindir. Eğer diğerlerinin özgeciliğini istismar etmeye hazır olan tek bir bencil asi bile varsa, tanım gereği hayatta kalma ve çocuk sahibi olma şansı diğerlerinden daha yüksek olacaktır. Sahip olduğu bu çocukların her biri, onun bencil özelliklerini taşımaya meyilli olacaktır. Bu doğal seçilimin birçok nesil boyunca devam etmesiyle “özgecil grup” bencil bireylerle dolacak ve bu grubu bencil bir gruptan ayırt etmek olanaksız hale gelecektir.” 4 Dawkins, bireysel seçilimciliğin evrimsel biyolojide çok önemli bir yer tutuğunu söyler. Dawkins, insan etiğinde özgeciliğin hangi seviyede arzu edilir olduğu karmaşası için şunu sorar: aile mi, ulus mu, ırk mı, tür mü veya bütün canlılar seviyesinde mi? Zira biyolojideki, özgeciliğin evrim teorisine göre hangi seviyede beklenmesi gerektiği şeklindeki bir başka karmaşayla karşılaşırız. Dawkins’e göre grup seçilimcileri bile rakip grupların birbirilerine karşı çirkin şeyler yaptıklarını gördüklerinde şaşırmayacaklardır. Dawkins, grup seçilimcinin hangi seviyede önemli olduğuna nasıl karar verildiğini sorguladığında şu ironik yorumu yapmaktadır: “Eğer seçilim tür içindeki gruplar arasında ve türler arasında işliyorsa, neden aynı zamanda daha büyük gruplanmalar arasında işlemesin? Türler gruplanarak cinsleri, cinsler gruplanarak takımları, takımlar da gruplanarak sınıfları oluştururlar. Aslanlar ve antiloplar bizim gibi memeliler sınıfındadırlar. Öyleyse, aslanların “memelilerin hayrı için” antilopları öldürmekten kaçınmasını mı beklememiz gerekir? Kuşkusuz, sınıflarının neslinin tükenmesini önlemek için kuşları veya sürüngenleri avlamayı tercih etmeleri gerekir. Peki ya sonrasında, tüm omurgalılar şubesinin neslini koruma gereği ne olacak?”5Dawkins, doğal seçilimin temel biriminin (kişisel çıkarın temel birimi) ne tür, ne grup ve ne de tam olarak bireydir der. Dawkins, Doğal Seçilimin temel birimini kalıtım birimi olan gen olarak ortaya koyar. Burada genlerimizin hayatta kalmamız için üremeye mecbur ve bir kör saatçi olarak belirttiği “Doğal Seçilimle Evrim”in ise tamamen rastlantısal olarak çalıştığını söylemektedir. Genlerimizin bizleri (tüm canlıları) bencil davranışlara meyilli birer organizma ve hayatta kalma makineleri haline getirdiğini ortaya koyar. Gen düzeyinde özgecil olmak kötü, bencillik ise iyi olmalıdır. Burada esas olan biz insanların genlerimizin bizleri nasıl eşlediği değil, nasıl bununla mücadele edeceğimizin yollarının bulunmasıdır. Dawkins’in deyimiyle; “Genlerimiz bize bencil olma talimatı veriyor olabilir fakat hayatımız boyunca bu talimatlara uyma mecburiyetinde değiliz.” İnsan etiğinde özgeciliğin hangi seviyede arzu edilir olduğu sorusu önemlidir. Aile mi, ulus mu, ırk mı, tür mü veya bütün canlılar seviyesinde mi? Yaşayan en yakın akrabalarımız olan şempanzelerle aramızda sadece % 2,5 farka sahibiz. “İnsan genomu, yaklaşık 1,5 milyar nükleotid çifti veya 150 megabayt bilgi içerir. Bunun yaklaşık % 97,5’ini şempanzelerle paylaşıyoruz.” 6  % 2,5’i küçümsememek gerek zira bu oranda insanlığın tüm icatları, kültürel gelişmesi, sanat ve daha birçok alandaki muazzam fikirleri yatmaktadır. Bu farkla düşünebilmemiz ve genlerimize karşı bilgili olmamız bile bir başlangıç olmalıdır. Bugün ülkemizde toplumun yararına konuştuğunu söyleyen siyasiler, sendikalar ve diğer grup seçilimci davranan bireyleri sıklıkla görürüz. Hatta iki toplumu Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Elenlerin ortak mücadelesine çağıran bireylerde bile bir evrensel özgecilik gözlemlemek mümkün değildir. Dünya görüşü gereği ideolojileri ırkçı özgeciliğe meyilli olanların kendilerini bir gruba adadığı açıktır. Diğer yandan toplumsal hareket ve çıkar için hemen hemen her gün ses veren sendikaların kısıtlı imkânlara rağmen grup seçilimci davrandıkları aşikârdır. Sanırım evrensel çapta bir ortak mücadele için önce genlerimizin talimatlarına karşı bilimin ışığından gidilerek özgecil davranışlarımızın evrene fayda sağlayacak şekilde genişletmeliyiz. Bunu yapmak için evrendeki konumumuza bakmak kuşkusuz iyi bir adım olacaktır. Bugün ülkemizde halen bir bilim enstitüsünün olmaması düşündürücü olduğu kadar üzücüdür de. Genlerin talimatına “Evrensel Özgecil” bir duruşla karşı duran Carl Sagan,11 Mayıs 1996'da, bir konuşmasında 6,4 milyar km uzaklıktaki Dünyamızı bakın nasıl yorumlamıştı: “Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her "yüce önder", her aziz ve günahkâr onun üzerinde - bir günışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde. Evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne. Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir anlık efendisi oldular. O zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez eziyetleri düşünün, ne çok yanılgıya düştüler, birbirlerini öldürmek için ne kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı. Böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu hakkındaki hezeyanımız, hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. 
Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok. Dünya, üzerinde hayat barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. En azından yakın gelecekte, gidebileceğimiz başka yer yok. Ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz. Beğenin veya beğenmeyin, şu anda Dünya sığınabileceğimiz tek yer. Gökbilimin mütevazılaştırıcı ve kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. Belki de insanın kibrinin ne kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. Bence, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor.” Herkesten Carl Sagan olmasını beklemek büyük bir bencillik olurdu. Ama en azından herkesin kendini sorgulaması için takip edilecek ışığın kaynağına bakmasında fayda vardır.

DİPNOTLAR
1 Sagan, Carl, Cennetin Ejderleri, Say Yayınları, 2. Baskı, 2014, İstanbul, S:24-25
2 Dawkins, Richard, Gen Bencildir, Kuzey yayınları, 30. Yıldönümü Basımı, Temmuz 2014, İstanbul, S:45
3 Dawkins, Richard, Gen Bencildir, Kuzey yayınları, 30. Yıldönümü Basımı, Temmuz 2014, İstanbul, S:30
4 Dawkins, Richard, Gen Bencildir, Kuzey yayınları, 30. Yıldönümü Basımı, Temmuz 2014, İstanbul, S:31
5 Dawkins, Richard, Gen Bencildir, Kuzey yayınları, 30. Yıldönümü Basımı, Temmuz 2014, İstanbul, S:33
6 Aunger, Robert, Memetik Evrim, Alfa yayınlar, Birinci Basım, Kasım 2011, İstanbul, S:41