29 Eylül 2013 Pazar

ANAMIZ BELLİ, YA BABAMIZ?

Naim PINAR
ANAMIZ BELLİ, YA BABAMIZ?
Kıbrıs Türk ekonomisi için çok şey söylenmiş, birçok makale yazılmış, sayısız tartışma yapılmıştır. Fakat ne yazık ki bir arpa boyu yol alınamamıştır. İşin ilginç yanıysa, çözüm önerileri arasında bir birine zıt görüşleri olan kesimler de dâhil olmak üzere herkesin üzerinde uzlaştığı nokta bu düzenin bu haliyle sürdürülebilir olmadığıdır. Kıbrıs sorununun ekonomiye etkisi, kamu düzenindeki yozlaşma, kurumsallaşmamış iş çevreleri ve kısır döngü içerisinde kendiyle dövüşe tutuşmuş sendikalar, sivil toplum örgütleri, dernekler hepsi de bu yapının bir yerine ilişik varlıklarını sürdürmektedir. Kıbrıslı Türkler, konunun hem kurbanı hem de zanlısı durumundadır. Bu arada 1983 tarihinde KKTC’nin ilanıyla başlayan süreçte uluslararası camianın dışına tamamen itilen bizler, adeta Türkiye Devleti’nin meclis avlusuna tek ayağı topal, tek gözü kör, tek kulağı sağır bir bebek gibi bırakılmış olduk. Artık kendi kendimize yetmeyeceğimiz kesindi. Bakıma muhtaç bedenimize zaman zaman isyan ederek çeşitli operasyonlar geçirdik veya bu bedenin düzelmesi için çeşitli yabancı profesörlerden akıl aldık. Operasyonu yapan doktorlarımızın bazıları, sağlıklı olmamızdansa kör topal yaşamamızı / yaşatılmamızı başarı saydı. Bir kısmı ise elde olmayan imkanlarla hayal kurmamızı, bu süreç zarfında da kör, topal o güne dek yaşamamızı, protez veya çeşitli aparatlarla rahatlayabileceğimizi hep önerip durdular. Osmanlıdan gelen Babıali’ye bağlılığımızdan olsa gerek, hep çareyi “Anadolu” topraklarında aradık. Fakat KKTC kurulduğunda Türkiye’nin durumu, dizleri üzerine çökmüş ABD’li doktorlardan tavsiye alan bir kötürümden farksızdı. İşte tam da bu dönemde, Kıbrıslı Türklerin “yeniden doğduk” dedikleri bir anda doğumda oluşan özürlerimizin tedavisini talep ettiğimiz doktorların çoğu ilk kez böyle bir vaka ile karşılaşınca önce bocalar sonra sırayla taleplerimize yanıt vermeye çalışırlar. Kısaca herkes akıl vermeye, çare aramaya koyulur. Fakat bedenimiz üzerinde yapılan tedavi maksatlı denemeler her defasında daha büyük sorunlar yaşamamıza neden oluyordu. Tüm bu tedavi adı altında yazılan reçeteler ya yanlıştı ya da bizler reçeteye uymayarak yanlış ilaçları almıştık. Şimdi, 1983’tarihinde ilk kez bizlere yazılan reçete ile başlayan sürece geri dönerek, bu reçetenin uygulanmadığı halde nasıl olur da 30 yılda hasta bedenimize reçetede yazılandan daha ağır ilaçların enjekte edildiğini anlamlandırabiliriz. Acaba bu yanlış tedavide bizlerin payı ne kadardır? Bir gözümüz körken renkli lens alarak güzelleşmeye çalışmış olabilir miyiz? Veyahut kulağımızın biri tamamen sağırken havalı diye müzik seti alarak tedavi paralarını heba etmiş olabilir miyiz?
Bazı idarecilerimizin tek gözü kalmış, bencilleşmiş bir canavara dönüşmeleri özürlerimizi kamufle etme başarılarıyla eş güdümlü olabilir mi? Herkesin bir gözünün kör olduğu bir ülkede acaba bu psikoloji iki gözü kör olanın kral olmasını sağlıyor olabilir miydi? Vizyon sahibi olması gereken kesimlerin gerçeği erozyona uğratarak ört pas ettikleri sakatlıklarımızın çaresini nerde aramalıyız. Otuz yıldır çocuklarımız daha doğdukları gün bir kulakları sağır, bir gözü kör doğuyorsa bunun suçlusu sadece ana mı? Yoksa bakire Meryem’in çocukları olarak tanrı babamızın mucizesiyle birer İsa mıyız? Sanırım bu dünyaya çile çekmeye gelen İsa’ların oluşturduğu bir topluk gibi yaşam sürmemizdeki gizem burada yatıyor olamaz…
Turgut Özal ve ilk Reçete…
KKTC kurulduktan bir ay kadar sonra 13 Aralık 1983 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan Turgut Özal, Türkiye için uluslararası bir sorunu daha ilk nefesinde kucağında bulur. Özal, KKTC’nin kurulmasına ilk etapta sempatiyle bakmaz. Özal’ın hükümet programında KKTC için öngördüğü açılım şöyleydi: “Bütün meşru haklarına karşılık 20 yıldır sürdürülen ve varlığına kast edilen saldırılar, Kıbrıs Türk halkının kendi kaderini tayin hakkını bağımsız bir Cumhuriyet kurma istikametinde kullanmaya mecbur bırakmıştır. Ancak bu konu da federal bir çözüm yolunun kapanmadığına ve makul bir neticeye ulaşılabileceğine inanıyoruz.”1
Özal’ın hükümet programda yapmış olduğu manevra hiçbir işe yaramamış, ABD ve İngiltere’nin baskılarıyla KKTC uluslararası camiadan dışlanmıştır. Kıbrıs’ta federal bir çözüm öngören Turgut Özal, ikinci darbeyi de İKÖ’den yemiştir. 5-11 Aralık 1983 tarihlerinde İslam Konferansı Örgütü’ne üye ülke Dışişleri Bakanları’nın Dakka’da buluştuğu toplantıda;  “KKTC’yi hiçbir, İKÖ üyesinin tanımaması, İKÖ ile ilişkilerini çok iyi düzeye çeken Özal’ı hayal kırıklığına uğratmıştır”2 Bu andan itibaren Özal’ın KKTC için düşündüğü politikasında 180 derecelik bir dönüş yaşandığı söylenebilir. Özal, çaresizlik içerisinde kucağında bulduğu sakat bedenli yavrusuyla ne yapacağını kara kara düşünmeye başlar. Özal, uluslararası camiadan destek alamayınca KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak yaşamasını ve güçlenmesini desteklemeye başlar.  2 Temmuz 1986 tarihinde UBP-TKP koalisyon hükümeti sırasında Ada’nın kuzeyini ziyaret eden TC Başbakanı Turgut Özal, kuzey Kıbrıs’taki sorunları uluslararası siyasi bir sorundan çok ekonomik olarak gördüğünü belirtmiştir. Kuzey Kıbrıs ziyaretinde Özal’a eşlik eden bir grup iş çevresi de çeşitli akılar vererek ilk KKTC-TC Ekonomik Paketinin önemini vurgulamaktaydı. Bu iş çevreleri içerisinde rahmetli iş insanı namı diğer Sakıp Ağa’da (Sakıp Sabancı) bulunuyordu. Özal, bu ziyareti sırasında Türkiye’de uyguladığı reçetenin bir benzerini burada da uygulamak istediğini söylüyordu. Fakat bu öneriler çok gerçekçi öneriler değildi. Bu vizyon ancak Özal’ın Türkiye’si için geçerli olabilirdi. Paketin içerisinde doğru tespitler olsa da; bu bizden bir hal çaresi değil, Türkiye’nin bizler için hazırladığı oldukça acı bir reçetesiydi. Özal’ın bu paketi, tek gözü gören ahali tarafından tepkiyle karşılandı. Ve uygulanamadı. İki gözü kör olan yöneticilerimiz ise zaman içerisinde Özal’ın programına adım adım yanaşırız diyerek; Ada’nın kuzeyini Ana’nın kara para aklama bölgesi, fuhuş ve kumar alanı yapmıştır. Özal, ekonomik paketinin uygulanması konusunda ısrarcı olsa da, bizim iç tartışmalarımız sonucunda onun yerine parça parça dilenci paketi yaratarak sakatlıklarımızı ört pas etme yoluna gittik. Özal’ın ortaya koyduğu paket, hastalıklı yerlerimizin tedavisi bir yana sağlam olan üç dört uzvumuzun da bozulmasına yol açabilirdi. Meryem Ana’nın tanrı sihriyle doğurduğu mucizevî KKTC’ye Turgut Özal’ın gelişiyle, iki gözü kör basının kepazeliğe de ortaya çıkıyordu. Sözde Özal’a halkın durumunu yansıttığını ima eden yazılar, belli basın organlarından peşi sıra yayınlanıyordu. Bunlar genel anlamda kuzeydeki ekonomik sorunu değil yapılan yanlışlıkların altını çizen fakat kaş yapayım derken göz çıkaran yazılardı. Bugün kişilikli duruş ve politika bekleyen halkımıza bu dönemde Turgut Özal’a yazılan yazılardan örnekler vermeden bazı basın mensuplarının kalemlerindeki mürekkep yerine kullanmış oldukları grassonun dozuna dikkat çekmek istiyorum. 1 Temmuz 1986 tarihli “Günaydın Kıbrıs” gazetesinde haftanın yazısı başlığı altında yayınlanan Reşat Akar’ın grasso akan kaleminden çıkan yazıya dikkatlice bakalım: “Sayın Özal, Kıbrıs Türk halkının tek güvencesi olan Anavatan Türkiye’nin Başbakanı olarak sizleri, şehit kanıyla sulanmış kuzey Kıbrıs topraklarında karşılamaktan büyük mutluluk duymaktayız. ( …) Türkiye’de olduğu gibi kuzey Kıbrıs’ta da bazı yeni vergilendirmeler, batan KİT’lerin satılması, faizlerin artırılması ve KDV gibi hususların ilk günlerde büyük tepkiler yaratacağı aşikârdır. Ancak yaklaşık 12 yıldan beri verimli bir hale getirilemeyen ve sürekli olarak devletin sırtında bir yük olan batmış sanayi tesislerinin kapatılması veya satışa çıkarılması genelde herkesin beklediği bir gelişme olacaktır. Uzun yıllar vergisiz yaşamaya alışmış olanlardan vergi toplamayı teşvik edici önlemler de büyük alkış toplayacaktır. (…) Sayın Özal, Dünya’nın gözü önünde, Anavatan-Yavruvatan ilişkilerini bu denli geniş çapta ele alırken ve Türkiye’deki tüm ekonomik önlemlerin kuzey Kıbrıs’ta da uygulanması gibi oldukça ciddi bir karar alma cesaretini gösterirken, ufak gibi görünen, ancak Türk halkını yakından ilgilendiren sorunlara da artık çözüm getirme zamanının geldiğine inanmaktayız. Bugün Yunanistan Başbakanı “Ulusal Topraklarımız” dediği Kıbrıs’ın güney kısmına daha çok Yunanlı göndermek ve onlara kahramanlık öğütleri verebilmek amacıyla güneyi ziyaret edecek Yunanlılara neredeyse mükafat vermeye çalışıyor ama, kuzey Kıbrıs’ta evladını, torununu, akrabasını şehit bırakan Anavatan’daki kardeşlerimiz, şehitlikleri ziyaret edebilmek, Yavruvatan’ın düşman esaretinden nasıl kurtulduğunu öğrenebilmek için çıkış vergisi ödeme zorunluluğuyla karşılaşmaktadır. Bunlara bazı belediyelerin “Orman Kanunları” çerçevesinde almaya çalıştığı “Çıkış Vergileri” ilave edildiği zaman, şehitlerimizin kemiklerinin sızlatıldığı, milli mücadelemizin yara aldığı düşüncesine kapılmaktayız. Bu nedenle, Avrupa seyahatlerine bir kısım daha artış mı yaparsınız, yoksa başka bir gelir kaynağı mı bulursunuz, ne bulursanız bulun, fakat Allah aşkına, Kıbrıs için şu seyahat vergisini kaldırın ve tüm Türkleri, Ankara’dan –Adana’ya gider gibi, Yavruvatan’a serbestçe gelme hakkından mahrum bırakmayın. (…) Sayın Özal, Dileğimiz, bu ziyaretinizin yararlı olması ve Afrikalaşan Yavruvatan’ın, hak ettiği gibi küçük bir İsviçre’ye dönüşebilmesidir. Bunun için de Anavatan’ın yardımlarına büyük ihtiyaç duyulduğu kesindir. Ana, yavrusuna ne kadar iyi bakar, onun hastalıklarını ne kadar erken tedavi ederse, büyüyen ve sağlıklı gelişen yavru da bir gün anaya ve babaya bakar. Ayrıca ana ve baba için dünyanın gözü önünde bir gurur kaynağı olur!”3
Tüm yazı Özal’a övgü, sorun saymakla geçmekte, ayrıca yazar “vizyon” sahibi olduğundan bir az ölçüyü kaçırarak da olsa bugün yaşanan demografik yapıdaki sorunların temelini oluşturacak olan Türkiye’den kuzeye girişlerde Türk vatandaşları için kolaylık rica etmektedir. Bunu yaparken de ekonomik bir gelir beklentisi yok, aksine tamamen duygusal nedenlerle arzu ettiğini belirtmektedir. Bu konseptte birçok yazının yazıldığı günlerde, Kıbrıslı Türklerin ciddi sorunlarla boğuştuğu bir dönemden geçerken, kendi yöneticileri tarafından bir çözüm programı üretilerek çıkış yolu aranmaması da üzücü olsa gerek. 
2 Temmuz 1986 tarihinde Turgut Özal’ın yanında Kıbrıs ziyaretine katılan dönemin TÜSİAD Başkanı iş insanı Sakıp Sabancı’da konuk yazar olarak “Günaydın Kıbrıs” gazetesinde “KKTC Ekonomisi Nasıl Düzlüğe Çıkabilir” başlıklı bir yazı yayınlar. Bu yazının tamamını okumanızı önermekle birlikte Sakıp Ağa’nın bir iki incisini sizlerle paylaşmak istiyorum:  “… Kıbrıs’ı Türkiye’ye ve dünyaya bağlamak için, ulaşım ağının güçlendirilmesine önem vermek zorundayız. Kıbrıslıların kendi uçak şirketlerini kurmalarına yardımcı olmalıyız. THY ve DDY’nın Kıbrıs bağlantılarını devlet desteğini göze alarak güçlendirmeliyiz. Unutmayalım ki ulaşamadığımız toprak bize ait değildir…4
O tarihlerde TÜSİAD Başkanı olan Sakıp Sabancı’nın fikirleri bizlere yol göstermiş olacak ki, bahsettiği birçok alanda girişimler yapılmış, kendimize ait KTHY şirketini de kurmuştuk. Nedense son on yılda yeni ekonomik paketlerle Türkiye hükümeti eski uygulanan politikaların iflas ettiğini, buradaki beslemelerin bunları batırdığını dile getirerek tekrardan yeni reçeteyle bizlerin sakat bedenine çare bulmaya çalışmaktadır. 1983’den bugüne 30 yıl geçmiş halen kör, topal ve sağır yaşamımızı sürdürmekteyiz. Artık, ana-baba ve yavru üçlemesi yerini araştırma-saygı ve vizyon üçlemesi kulaklarda çınlamalıdır.  Reşat Akar’ın yazısındaki ana ve babasına bakacak olan o gurur verici devletin babası halen bilinmemektedir. Bu nedenle, yeni kuşaklara araştırmacı, kişilikli duruş ve vizyon sahibi siyasilerin örnek olması gerektiğini düşünüyorum. Acaba bizim babamız kim? Sorusunun yanıtını bulmak zor değil; 15 Kasım 1983 bizim için “Milat”tır, Tanrı babamızın sihriyle doğduğumuz gün, tüm KKTC vatandaşları artık mucizevî İsa’nin kardeşleriydik. Fakat İsa’dan tek farkımız havarimizin olmamasıdır. Sanırım çektiğimiz çile tanrı babamızın diplomatik cennetine vardığımız zaman bitecek…


Dipnotlar
1 I.Özal Hükümeti, Hükümet Programından, Aralık, 1983.
2 Ahmet Aydoğdu, Kıbrıs Sorunu Çözüm Arayışları, Ankara, Asil Yayınları, 1. Baskı, 2005, S, 185.
3 Girne Milli Arşivi, Günaydın Kıbrıs, “Haftanın Yazısı”, 1 Temmuz 1986, S,1-11.
4 Girne Milli Arşivi, Günaydın Kıbrıs, “KKTC Ekonomisi Nasıl Düzlüğe Çıkabilir”, 8 Temmuz 1986, S,5.










22 Eylül 2013 Pazar

KENNEDY SUİKASTI / APOLLO 11 VE KIBRISLI TÜRKLER

Naim PINAR
KENNEDY SUİKASTI / APOLLO 11 VE KIBRISLI TÜRKLER

ABD Başkanı John F. Kennedy’nin, 25 Mayıs 1961'de Kongre'de Ay yüzeyine insanlı bir uzay mekiğinin indirilip astronotların tekrardan dünyaya sağ-salim dönmelerini hedef olarak gösterdiği tarihi konuşmasıyla, insanlığın Ay macerası resmen başlamış oluyordu. Apollo Projesi olarak açıklanan Ay’a insanlı yolculuk projesi, NASA’nın Gemini Projesi'nden sonraki proje olarak tarihteki yerini alıyordu. ABD ve SSCB arasındaki Uzay Yarışı ve Soğuk Savaş, Apollo Projesine giden yolda etkili olmuştur. Apollo Projesi, adını Yunan tanrısı Apollon’dan almaktaydı. NASA’nn beşinci insanlı uçuşu olan,16 Temmuz 1969 tarihinde Florida’nın Merritt Island kasabasındaki Kennedy Uzay Merkezi’nden Saturn V aracılığıyla fezaya fırlatılan Apollo 11, dünya tarihinde yeni bir sayfa açıyordu. ABD’nin tüm dünyaya yeni bir çağın habercisi olan Apollo 11’in fezaya çıkışını canlı yayında izlettiğini düşünürsek; az gelişmiş veya gelişmemiş toplumların dahi en azından izlediği hiç yoksa haberdar edildiği an olması nedeniyle bile çok önemliydi.  Günümüzde iletişim teknolojisinin zirve yaptığı, her şeyin internet aracılığıyla saniyelerle ölçülecek bir hızda anında tüm dünyaya yayıldığı bir çağdan değil 1969’dan bahsettiğimizi hatırlarsak, bu olayın canlı yayınla dünyaya izletilmesi başlı başına bir olaydır. Apollo 11’in mürettebatı, Neil Armstrong ve Buzz Aldrin 20 Temmuz 1969 günü saat 20.18’de Ay yüzeyine iniş yapan ilk insanlar oluyordu. Ay’ın Sessizlik Denizi bölgesine inen astronotlar, Ay yüzeyine inişlerinden altı saat sonra yani 21 Temmuz 1969 tarihinde saat: 01:56'yı gösterdiğinde komutan Neil Armstrong ay yüzeyine ilk adımı atarak tarihe geçiyordu. Uçuş mürettebatının üçüncü astronotu Michael Collins, Armstrong ve Aldrin’i taşıyan modülle bir araya gelmek için Ay modülünde beklemekteydi. Görevin üç üyesi de sekiz gün uzayda kaldıktan sonra dünyaya dönmüştü. 20 Temmuz 1969'da Ay'a ayak basan ilk insan Neil Armstrong, canlı yayında Ay yüzeyinde ilk adımını atarken ''Bir insan için küçük, insanlık için büyük bir adım'' ifadesiyle tarihe geçiyordu. Bu sözleri canlı yayında duyan dünya nüfusu yeni bir çağın başladığını da işitiyordu.  ABD Başkanı John F. Kennedy’nin 1960’ların sonuna kadar Ay’a ulaşma hedefi böylelikle gerçekleşmiş, ABD, Apolllo 11’in bu başarısıyla Soğuk Savaş döneminde SSCB ile yaşanan “Uzay Yarışı”nı da bitirmiş oluyordu. ABD Başkanı Richard Milhous Nixon, artık SSCB ile yaşanan Soğuk Savaş’ta en az Neil Armstrong’un adımı kadar öndeydi. ABD’nin otuz beşinci Başkanı John Fitzgerald Kennedy, 22 Kasım 1963 cuma günü saat 12.30'da Dallas'da uğradığı suikasta öldürüldüğünden Apollo 11’in bu başarısını görememişti.
Peki ama Dünya üzerinde bir nokta büyüklüğünde olan Kıbrıs adasında Ay Macerası nasıl takip edilmişti? Kıbrıslı Türkler ne yapıyordu? Acaba o günlerde dünyadan kopuk bir yaşam mı sürdürülüyordu? Kıbrıslı Türkler, 1963’de patlak veren çatışmalardan sonra kendi sorunlarına bağlı olarak yaşıyordu. Bir yandan çatışmaların verdiği acı, bir yandan kendi ülkesi içerisinde göçmen duruma düşmüş, evini, köyünü bırakmış yurttaşlar. Öte yandan ülke içerisine nifak sokmuş milliyetçilik illetinin etkisinde hareket eden liderlikler. Dünya ile ilgilenmektense kendi dünyalarının sorunlarına düşmüş bir toplum olmalıydı. Fakat Kıbrıslı Türkler öyle bir dönemde bile dünya ile bağlantısını kesmemiş, dünyadaki gelişmeleri yakinen takip etmiştir. Kıbrıslı Türk demokrat aydınlarının yayın organı olan Savaş Gazetesi’nde, 1969 yılının başından itibaren NASA’nın Apollo Projesiyle ilgili birçok yayın yapıldığını görüyoruz. Kıbrıs’ta 7 Temmuz 1969 pazartesi günü Savaş Gazetesi okuyan bir kimse gazetenin dördüncü sayfasındaki “Dünyaya Açılan Pencere” bölümünde “Ay’a insan yollama denemesinin facia ile bitmesi mümkün” başlığı altında şu haberi okuyordu: “Washington:- Ulusal Havacılık ve Uzay İdaresinin (NASA) Müdürü Dr. Thomas Paine, Ay’a ilk insanı gönderme denemesinin (Apollo-11uçuşunun) facia ile sonuçlanmasının “Gayet mümkün” olduğunu söylemiştir. Paine, Amerikalıların aşırı bir güven havası içine girdiklerini belirterek “Apollo-11 uçuşunun, son derece tehlikeli bir uçuş olduğunu ve astronotlardan çok şeyler beklediğimizi unutmamalıyız” demiştir. Paine, insanoğlunun, şimdiye kadar hiçbir insanın ayak basmamış olduğu başka bir bölgeye gideceğini, bu uçuş için her şeyin çok dikkatli bir şekilde planlandığını, tehlikeleri azaltmak için elden gelen bütün gayretin sarfedildiğini belirtmiş fakat bu tehlikelerin bertaraf edilemeyeceğini, zira gerçek olduğunu anlatmıştır. “NASA” müdürü, bu uçuş sırasında, bazı aletlerin ilk defa kullanılacağını kaydetmiş, en tehlikeli anın Neil Armstrong ile Edwin Aldrin’in dört ayaklı ay kapsülünü Ay yüzeyine indirecekleri dakika olduğunu belirtmiştir. Paine, Ay kabininin dengesini kaybetmesi veya yeniden havalanamayacak bir şekilde hasara uğraması halinde Ay’da kalan iki astronotu kurtarmanın mümkün olmayacağını açıklamıştır.”1 Haberden anlaşılacağı üzere Kıbrıslı Türklerin bu olaya ilgisi en az diğer çağdaşları kadar olmuştur. Dikkatle tarihin arka bahçesinde kalan gazete sayfalarını çevirdiğimiz zaman görüyoruz ki Kıbrıslı Türkler kendilerini dünya sorunlarından uzak tutmuyor, dünyadaki gelişmeleri an be an takip ediyordu. Bu Kennedy suikastinde de böyleydi. Üstelik toplumun en uç milliyetçi kanadını temsil eden TMT’nin yayın organı “Nacak”, 29 Kasım 1963’de ABD Başkanı Kennedy’nin suikasta kurban gitmesinin ardından “Kennedy’siz Bir Dünya” manşetiyle yayınladığı sayıda bakın konuyu nasıl işlemişti: “… İnsan aklının almak istemediği, kabullenmediği, inanamadığı, isyan ettiği ve insanlığından utandığı bir statü bu.. Kendisini yüreklerimize o kadar yerleştirmesini bilmiş, kendisini o kadar sevdirmiş, o kadar saydırmış, milyonlarca gönülde o kadar yer etmişti Kennedy.  Pırıl pırıl ifadeli yüz hatları, hür dünyamızın güvenliğini saklayan bakışları, su katılmamış centilmen havası ve büyük devlet adamlığı vasıflarıyla eksiksiz şekilde bağdaştırdığı delikanlı davranışlarıyla sanki televizyon akranına yapışmış hala bizi seyrediyor. Öylesine ısınmıştık Kennedy’ye, öylesine peşine takmıştık umutlarımızı Kennedy’nin… İnanmıyoruz, inanamıyoruz öldüğüne, aramızdan gittiğine. Topuyla, tüfeğiyle, arpası ve buğdayı ile, Kore’den Utanç Duvarına kadar cephedeki delikanlısıyla, petrolü ve madeniyle, uçağı ve gemisiyle kısacası her şeyiyle kanatlarını yaralı ve dertli Batı dünyasının semalarına bir emniyet unsuru olarak germiş bulunan Amerika Birleşik Devletleri 2. Dünya harbinin sonundan beri bir cesur ve kararlı, gözünü budaktan sakınmayan lider arıyordu. (…) … Bu seksen yaşındaki devlet adamlarına taş çıkartacak kadar politika ustası, ama gerektiğinde hür dünyamızın yaralarına cesaretle bıçak vuracak kadar cesur ve ne yaptığını bilen, masum yüzlü, delikanlı görünüşlü bir adamdı: J.F.Kennedy..  Haberin devamında Kennedy’nin Komünizmle savaşı, ırkçılığa karşı takındığı politik tutum ve liderlik vasıfları göklere çıkartılıyordu. Dahası yazının son bölümünde nerdeyse bir Amerikan vatandaşı kadar acı bir hissiyatla şöyle deniyordu:… Büyük Amerikan milletine, bütün hürriyetsever halklara ve kendimize başsağlığı dileyelim. O’nun kaybı yalnız Amerikalılar için değil, bütün dünya için telafi edilmesi güç bir kayıptır. Türk milleti herhalde Atatürk’ün ölümünden beri bu kadar büyük bir acı ile Kennedy’den ayrılmış olmak kadar büyük bir acı ile karşı karşıya gelmemiştir. Kıbrıs Türk’ü de cesur başkanı kaybetmenin verdiği büyük bir acı ve elem içinde bulunmaktadır. En az Amerikan milleti kadar üzüntü ve acı duymakta, dost Amerikan milletinin acısını paylaşmakta ve kendilerine başsağlığı dilemekteyiz. Kennedy, büyük insan, rahat uyu…”2
 Nacak Gazetesi’nin manşetten Kennedy suikastına yaktığı ağıt aslında gerçekçi değildir. Bu sadece Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un Doğu Bloğu ile ilişki içerisinde olduğu bilinciyle ABD’nin olası desteğini almak üzere yazılmış bir yazıdır. Fakat bizim üzerinde durmamız gereken yazının komedi boyutu değil, bu lütfü kendinde görerek bunun okunacağını bilen dönemin milliyetçi liderliğinin dünya ile kopuk olmayışıdır. Bunu politik amaçla dahi yazmış olmaları, Kıbrıslı Türklerin dünya ile iletişim içinde olduğunu kanıtlar niteliktedir. Konuya bu açıdan bakıldığında Kıbrıslı Türklerin dünyadan kopuk olmadığı ve 1969’daki Apollo 11’in Ay yolculuğunu da dikkatle takip etiğini görürüz. Dünya’da yaşanan değişime, gelişmeye savaş yıllarında bile ayak uydurmaya çalışan Kıbrıslı Türkler, dünyadan koparılıp izole yaşamaya mahkûm bırakıldıkları günümüzde bunu kabul etmemektedir. Toplumsal bellek buna izin vermemektedir. Gençler, bugün Facebook, Twiter, MSN vb. internet ağlarını kullanarak bireysel olarak dünyayla bütünleşmiş durumdadırlar. Dünya ile entegrasyonun 2000’li yılların başında yeniden gündeme gelmesi ve Kıbrıslı Türklerin toplumsal belleklerindeki geçmiş yaşam izlerini takip etmeleri sonucunda Annan Planı ortaya çıkmıştır. Kıbrıslı Türkler için, Apollo 11 ve Kennedy örnekleri geçmişte de dünya ile iletişimin hangi boyutlarda olduğunu göstermektedir. 14 Temmuz 1969 tarihinde Savaş gazetesinin üçüncü sayfasında yayınlanan “Demeden Edemediklerim” başlığı altında Özker Yaşın’ın Ay için yazdığı şiir ne kadar global bir ölçektedir. Yazar, kendisini bir ulusun parçası olarak değil, insanlığın bir parçası olarak saymaktadır:
“Merhaba Ay
Merhaba Ay
Ben İnsanoğluyum
Ayağım basacak ya toprağına
Göreceksin Ay
Neler edeceğim sana
Bitti rahat ve huzur
O uzaktan bakıp dünyamıza
Şairlere ilham verdiğin günler bitti
Ben geldim Ay
Ben insanoğluyum
Parselleyip satacağım toprağını
Kayalarını parçalayacağım
Söküp çıkaracağım madenlerini
Dünyamıza benzeteceğim seni
Hapı yuttun Ay.”3






Dipnotlar
1 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Dünyaya Açılan Pencere”, 7 Temmuz 1969, Sayfa:4.
2 Girne Milli Arşivi, Nacak Gazetesi, “Kennedy’siz Bir Dünya”, 29 Kasım 1963, Sayfa 1-4

3 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Demeden Edemediklerim”, 14 Temmuz 1969, Sayfa:3.

15 Eylül 2013 Pazar

100 BİN KİŞİDEN BAHŞİŞ ALDIM!

Naim PINAR
100 BİN KİŞİDEN BAHŞİŞ ALDIM!
Kıbrıs’ın en köklü, tarihiyle büyüleyici Dome Hotel’in 28 yıllık emekçisi, iki çocuk, bir torun sahibi olan,  çalışkan, zeki ve alın teriyle geleceğe hep umutla bakan Erol Höyük. O’nun için pul, eski para koleksiyonu yapmak ve Kıbrıs’ın eski tarihini öğrenmek vazgeçilmez tutkular arasında... Bugün, 46 yaşında, halen yaptığı işi severek ve büyük bir saygıyla yaptığını söylüyor. Ayrıca esprili bir dille bir de itirafta bulunarak “meslek hayatımda ortalama 100 bin kişiden para aldım” diyor…

v  Poli: Erol Höyük kimdir?

v  Erol Höyük: 8 Temmuz 1967 Evdim (Düzkaya) doğumluyum.  Ailenin ilk çocuğuyum. Çocukluğum neşe içinde çok mutlu geçmiştir;1974-75 yıllarındaki kamp hayatı (Episkopi Göçmen Kampı NP) bile bizim mutluluğumuzu zerre etkilememişti. Savaştan sonra kuzeye göç edip Çatalköye yerleştik. Bu tarafa geldiğimizde 8 yaşındaydım. Buradaki yeni hayata ve çevreye uyum sağlamak çok kolay olmadı. Tam üç kez ev değiştik, çünkü girdiğimiz evler İngilizlere ait çıkıyordu: O zaman göçmenler sadece Rumların terk ettiği evlere girebiliyordu. Yani ilk girdiğimiz evler Rum evi değildi. İskândan adamlar gelip çıkın diyordu. Ülke içinde göçebelik yaşadık. Hatırladığım kadar, 1977’de Girne limanında babam, pamuk şekeri makinesi alıp, 20 Temmuz kutlamamalarında 10 günlüğüne bu işi yapmaya başlamıştı. Bugün, Dome Taksi’nin durağının olduğu yerde stand kurmuştuk. Dome Hotel’i ilk görüşüm o gündü…

v Poli: Çocukken hangi mesleklere ilgi duyardınız ve çocukluk hayaliniz neydi?

v  Erol Höyük: Belki birçok insana tuhaf gelecek ama benim çocukken hayal ettiğim meslek Dome Hotel’de belboy olarak çalışmaktı. O gün (20 Temmuz 1977)  babamla sohbet eden arkadaşlarının konuştuğu konu; Dome Hotel’de çalışan belboy’un çok iyi tips aldığı ve hatta maaşından fazla para kazandığı şeklindeydi. İlk kez o gün aklımdan geçti; Dome Hotel’de belboy olmak. Yani artık bu benim hayalimdeki iş olmuştu. Fakat bu hayalimin gerçekleşmesi için 9 yıl beklemek zorunda kalacaktım…

v  Poli: Dome Hotel’de işlemeye nasıl başladınız?

v  Erol Höyük: Babamın (Namı değer Ayhan Işık NP) dönemin siyasileriyle arası iyiydi;1986 yılında Girne Kaymakamı İlkay Kamil’in aracılığıyla Dome Hotel’de ilk olarak kat hizmetlerinde işe başladım. O günlerde yeni nişanlanmıştım ve işe ihtiyacım vardı. Maalesef ülke gerçekleri böyle biri konuşmadan, aracı olmadan işe girmek mümkün değildi. Üç yıl bu bölümde Kat Valesi olarak çalıştıktan sonra 1989 tarihinde Hotel’e yeni müdür atanan Mustafa Değirmencioğlu sayesinde hayalim olan belboyluğa geçiş yaptım. Bu olay; yeni gelen müdürün, genç, eli yüzü temiz kişilerden yeni bir ekip kurmak istemesi sayesinde gerçekleşmişti. 1989’dan itibaren belboy olarak Dome Hotel’de çalışıyorum. 24 yıldır bu işi severek yapıyorum. İşlediğim her gün, rahmetli anneannemin küçükken söylediği; “Hayır duam dutsun seni, toprağı dutasın da altın olsun, para verenlerin çok olsun” sözleri kulaklarımda çınlar. Bu dua beni hayatım boyunca çelik bir zırh gibi korudu. Yani ben böyle inanırım…
 
v  Poli: Mesleğinizi biraz anlatır mısınız?

v  Erol Höyük: Bu işi yapabilmek için insanları sevmek, sabırlı olmak ve güler yüzlü olmak lazım. Bendeki sabrın yarısına sahip olana peygamber denir. 24 yıl boyunca onlarca belboy geldi ve gitti. Bu işin en zor yanlarından biri, düzenli bir çalışma saatinin (Vardiya) olmamasıdır. Örneğin, 24-08 vardiyasında çalışan belboylar çok zorlanıyor ve genelde işi bırakıyorlardı. Ben, bu vardiyada 24 yılın içerisinde ortalama 2500 gece çalıştım. Sabırla çalıştım. Bu mesleğin benim için en güzel yanı, birçok insan tanıyor olmam ve tabi ki misafirlerin duydukları memnuniyetten ötürü verdikleri bahşiş’dir.  Bugüne kadar 24 yıl içerisinde binlerce kişiyi tanıdım. Ortalama 100 bin kişiden para aldım, diyebilirim. Bu beni çok zengin biri yapmadı, fakat hiçbir zaman parasız da kalmadım. İnsanlarla konuşmayı, yeni insanlar tanımayı çok severim. Özellikle belboy’luk yaparken tanışıp da halen görüşüp konuştuğum dostlarım vardır. Dome Hotel Kıbrıs’ın ilk hoteli olmasından ötürü de çok uzun süre buraya kalmaya gelen aile gibi olduğumuz konuklarımız vardır. Bugün eski misafirlerin bir kısmı hayatta değil, bir kısmının ise artık torun ve çocukları geliyor. Kısaca, Dome Hotel tanıtım reklamlarında “Dome is Home” diye söylenen söz aslında reklamdan çok bir tarihsel gerçektir…

v  Poli: Meslek hayatınızda başınızdan geçen ilginç anılar olmuştur. Bu anılardan bir- iki tanesini bizlerle paylaşır mısınız?

v  Erol Höyük: …1990’ların başıydı, dönemin TC Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Abdullah Tenekeci hotelimizde kalıyordu. O dönem, Başbakan olan Dr. Derviş Eroğlu, 3. Katta Tenekeci’yi koridorda bekliyordu. Ben, Dome Hotel’in resepsiyonunun önünde duruyordum; bu arada Cumhurbaşkanı Denktaş makam aracıyla geldi, arabadan iner inmez Başbakan Derviş Bey’in nerede olduğunu sordu? Kapıdaki korumalar Derviş Bey’in 3. Katta koridorda Abdullah Tenekeci’yi beklediğini söylediler. Denktaş Bey buna çok sinirlendi: “Söyleyin insin aşağı, hiç Başbakan adam bir bakanı koridor da bekler mi?” dedi. Hemen korumalar 3. Kata çıkıp Derviş Bey’e haber vermişlerdi…  Bir da hiç unutmadığım bir başka siyasi hikâye var; gene 1990’larda tam tarih hatırlayamıyorum ama 90’lardı: Azerbaycan’dan KKTC’yi tanıtmak için davet edilen milletvekilleri hotelimizde konaklıyorlardı. Ayrılacakları gün odadan arayıp Belboy istediler. Oda numaraları hala hatırımdadır: 311 nolu odaydı. Bagajlarına yardımcı olmak için yukarıya 311nolu odaya gittim ve kapıyı çaldım: beni içeriye aldılar, bir tanesi bana küçük bir Azerbaycan halısı ve bir şişe Azerbaycan konyağı gösterdi, ilk olarak, ben sandım ki memnuniyetlerini göstermek için hediye olarak takdim ediyorlar. Fakat daha sonra bunlara kaç dolar verebileceğimi soruncalar olayı anladım ve teşekkür ederim,  istemem dedim. Daha da ısrar ettiler. Israrlı pazarlamaya yenik düştük ve 20 Türk lirasına halıyı ve konyağı da almış bulunduk. Dome Hotelin basamaklarını elimde bir şişe Azerbaycan konyağı ve bir halı ile inerken içimden; bunların,  KKTC’ye katkısı olmak bir yana donumuza kadar alacaklar diye geçirdiydim…


v  Poli: Kıbrıslı Türkler arasında memur olma isteği, devlette iş bulma arzusu çok yüksektir. Fakat işsizlik oranı çok ciddi boyutlara ulaşan ülkemiz de gençlere son olarak söylemek istediğiniz sözler ve öneriler var mıdır?

v  Erol Höyük: Her işin kendine göre zorlukları vardır. Sabırlı olmak gerekir. Üniversite okuyan gençlerin severek yapacakları meslekleri seçmelerini öneririm. İşten korkmamalarını ve yaptıkları iş ne olursa olsun saygı duyup, işlerinde başarılı olmayı düşünmeleri gerektiğini söyleyebilirim. İnsan istedikten sonra her şeyi başarır. Örneğin, pazarda bir yer kiralayıp, zeytinyağı, zeytin, hellim satıp ailesini geçindirebilir. Namusu ile çalıştıktan sonra utanmaya çekinmeye gerek yoktur. Bunun için de bizim gençlerin girişken olması ve hiçbir meslekten utanmaması gerekir. Alın teriyle ve emek verilen her iş yapılabilir. Devlet’te memur olmak işin kolay tarafıdır. Ama hayatta devlet işinden daha farklı yapılacak çok meslek, başarılacak çok yön vardır. Özel sektörde de emeğiyle çeşitli zorluklara göğüs gererek çalışan insanlarımız vardır. Bizler, Dome Hotel’de şanslı olanlardanız, zira sendikalıyız ve özlük haklarımız güvence altındadır. Umarım ileride tüm özel sektör emekçileri böylesi bir güvence altında alın terlerini akıtma şansı bulur. 


v  Poli: Bizimle hayatınızdan bir kesit paylaşıp vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Kolay gelsin…





8 Eylül 2013 Pazar

ELÇİYE ZEVAL OLUR – MU?


Naim PINAR
ELÇİYE ZEVAL OLUR – MU?
“Elçiler, diplomaside temsil ettikleri devlet ile nezdinde görevli oldukları devletlerarasında, sürekli bağlar kurmak ve bu bağları barışçı yollardan korumakla görevli olan kişilerdir. Elçiler hiçbir zaman şahsi hareketlerde bulunamaz. Temsil ettiği devletin en yüksek otoritesi tarafından verilen direktifleri uygulamak zorundadır.  Tabi ki bu direktiflerin oluşmasında görevli elçinin verdiği bilgiler ve tavsiyeler hayati önem taşımaktadır. Elçi bir anlamda temsil ettiği devletin tercümanlığını da yapar. Görev süresince sunduğu belgeler, verdiği demeçler ve bildirdiği konularda sorumluluk taşımaz. Esas sorumluluk temsil ettiği devlete aittir.” Klasik anlamda,  “Elçi’ye zeval olmaz” konuyu özetlese de acaba bu doğru mudur? 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti döneminden günümüze TC’nin Kıbrıs’a atadığı elçi sayısı tam on dokuzdur. Bu on dokuz kişiden ilki 16 Ağustos 1960 tarihinde TC Büyükelçisi olarak Kıbrıs’a yollanan Emin Dırvana’dır. Nasıl olmuşsa! Emin Dırvana’ya “Zeval” olmuştu.  Kıbrıs Türk Liderliği (Denktaş’ın başını çektiği kadro NP) ile arasında çıkan uyuşmazlık nedeniyle Emin Dırvana 12 Eylül 1962’de Türkiye’ye geri çağrılmıştı. Kıbrıs’ın ilk büyük elçisi olma unvanına sahip Emin Dırvana, Osmanlı Sadrazamı Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın torunuydu. Eskilerin deyimiyle kökleri Kıbrıs’tan yetişen emekli Yarbay Emin Dırvana Kıbrıs Cumhuriyeti’nin huzur içinde yaşayabilmesi için iki toplum içerisindeki aşırı uçlara karşı daima sert durmuş ve ödün vermemiştir. Dırvana,  “Milliciler” diye bilinen, başını Rauf Denktaş’ın çektiği gurupla her zaman ters düşmüş, Denktaş’a muhalif olan Kıbrıslı Türklerle ise her zaman arası iyi olmuştur. Emin Dırvana ve dönemin egemen sınıfı olan “Kıbrıs Türk Liderliği” ile çatışması mevzularını daha önce Poli Dergisinde işleyen sevgili hocam Dr. Turan Korun ve değerli yazar Halil Paşa bu konuda tarihe gerekli notu düşmüşlerdi.
Yazımız kapsamında, Emin Dırvana ile başlayan bu sürecin bugünlerde revaçta olan, Kıbrıslı Türk Solu ve Kıbrıslı Türk Milliyetçilerinin beklide ilk kez birleştikleri “Dış Karışmacılık”  sorununun yarattığı toplumsal reaksiyon çerçevesinde; “Elçi’ye Zeval olur mu?” sorusuna yanıt aramak olacaktır. Kıbrıslı Türklerin, 28 Temmuz 2013 genel seçimleri sonucunda ortaya koyduğu irade Türkiye yetkililerinin ve buradaki üst düzey temsilcisi Büyükelçi Halil İbrahim Akça’nın söylem ve önermelerinin aksi yönünde cereyan etmiştir.  Kıbrıs Cumhuriyeti döneminin ilk TC Büyükelçisi olarak Ada’ya gelen Emin Dırvana, Kıbrıslı Türklerin elitist egemen sınıfı hariç her kesim tarafından sevilen bir kişilik olarak hatırlanmaktadır. Fakat bu sevgi ne kadar büyük olursa olsun sonuçta Dırvana’da görevinin dışında bazı köyleri ziyaret etmiş, çeşitli temaslar yaparak iki toplum arasında iletişimin otoritesi olmaya çalışmıştır. Dönemin Liderliğine karşı “ilerici- solcu ve demokrat”  kesimler bu olaya “Dış Karışmacılık” olarak bakmaktansa aksine bu olaydan fayda sağlama yoluna gitmişlerdir. Fakat dönemin baskıcı rejimi (Dırvana’nın değimiyle Raufcular) Dırvana’ya karşı boyun eğmemiş ve sonunda elçiye “Zeval” olmuştur. Yani klasik anlamının dışında, elçi TC dış politikası gereği yapmış olduğu hareket ve açıklamalarından sorumlu tutularak görevden alınmıştır. Bu dönemden sonra Dırvana’nın yerine TC Büyük Elçisi olarak atanan Faruk Şahinbaş, Denktaş ve yönetimle istişare ederek görevini sürdürebilmiştir.
Bu dönemde, her türlü baskı ve sindirmeyle de olsa Kıbrıslı Türkleri temsil eden “milliyetçi” kesim “Dış karışmacılık” olarak değerlendirdiği ve kendi kontrolleri dışına çıkan her harekete ciddi reaksiyon vermiş, hatta bu uğurda demokrat aydın insanlarımızı bile katledebilmiştir. “Dış Karışmacılığı” kabullenmeyen bu kesim, kendi baskı ve barbar yöntemleriyle TC Büyük Elçilerini kontrol altında tutmuşlardır. Bu dönemdeki dış karışmacılığın, milliyetçi kesimin ezdiği ilerici-sol ve demokrat aydınlar tarafından farklı algılandığını görmekteyiz. Bu döneme tam egemen olan milliyetçi kesime halk arasında “BEY” idaresi denmekteydi: Burada “BEY”; B:Bayraktarlık, E:Elçilik ve Y: Yönetim kelimelerinin kısaltılmış haliydi. Bu yapının içerisinde Türkiye’nin 1960 darbesi sonrası gücünü yeniden hissettiren askeri kanadı ile siyasi kanadı arasındaki dengeyi tespit etmek zor olmasa gerek. Bunu iyi tespit eden ve askeri kanadın yanında duran anti-demokratik kesimler toplumu kendilerinin başat rol oynadığı bir yapıda idare etmişlerdir. Bu dönemde yapılan barbarlıklara ve baskıcı yöntemlere katılmak mümkün değildir. Fakat erk ve idarenin Kıbrıslı Türk Liderliğinde olduğunu söylemekte yanlış olmayacaktır. KKTC’nin kuruluşuna değin bu yapı sürdürülmüş, 1979’da KTFD’ne TC Büyükelçisi olarak İnal Batu atanmıştır. Batu’nun birçok kez Denktaş Bey’in yeniden Devlet Başkanı olmak için KKTC’yi Turgut Özal’a haber vermeden kurduğunu söylediğini biliyoruz. Ayrıca TC’nin Kıbrıslı Türkler üzerindeki vesayeti için de önemli olacak açıklamaları yaptığını biliyoruz. Akademisyen Gül İnanç’ın “Büyükelçiler Anlatıyor: Türk Diplomasisinde Kıbrıs (1970- 1991)” isimli kitabında alıntılarla hazırlanan haberden TC’nin Kıbrıslı Türkler üzerindeki vesayeti birinci ağızdan şöyle aktarılıyordu;  “ …Geçmişte Türkiye kökenlilerin parti kurma girişimleri oldu, karma listeler oluşturuldu, biz de büyükelçilik olarak bu oluşumları destekledik. Dönemin UBP hükümeti de bu gibi girişimlere destek vererek, adayları listelerde öne çıkardılar, ancak, tercihli oy sistemi nedeniyle bu kişiler seçilemediler. Bunları yaşadık ve üzüldük. Bugün (2004-2005 NP)bu kopma daha da kesinleşti ve referandum sürecinde toplum bıçak gibi kesildi ortadan. Bugün itibarıyla Denktaş, yakınları ve Anadolu’dan gidenler ile Kıbrıs aydınları iyice bölünmüş durumdalar.” … Gül İnanç, İnal Batu’ya 1966- 1967 döneminde elçilik ile TMT arasında yaşanan sorunları anımsatıyor ve kendi döneminde de böyle sorunlar olup olmadığını soruyor. İnal Batu’nun cevabı kısa: “Özel harp, derin devlettir, onun uzantısı da TMT. İnanç yeniden ekliyor: “Bu üçlü yapı nasıl bir sorun yaratıyordu? Aslında bir de bunun hükümet ayağı var, Kıbrıs Türk liderliği ayağı var…” Batu’nun cevabı yine kısa ama ilginç ve açılması gereken ifadeler: “Bir de Kıbrıslılar var. Üçlü değil ayak: Elçilik, Genelkurmay, Türk derin devleti, Kıbrıslı liderler ve Kıbrıslılar. Bu nasıl bir sorun yarattı diye mi soruyorsunuz?” İnanç’tan “evet” yanıtını alınca da çok ilgi çelici şeyler söylüyor İnal Batu; “… Kısacası Genelkurmayla TMT birdir. Ben büyükelçilerle de Genelkurmay veya TMT arasında bir problem yaşandığını tahmin etmiyorum. Belki bireysel bazı olaylar olmuştur, (İnal Batu, belki yaşanmıştır, belki olmuştur diyor ama bu tür olaylar olduğu bugün dahi anlatılmaktadır) mesela bir TMT komutanı falanca yerde birisine bir büyük haksızlık yapmıştır, şiddet kullanmıştır belki, bilmiyorum ya da o kişi, Genelkurmay ve büyükelçilik tarafından cezalandırılmıştır, geri alınmıştır. Ama gerçekleştiyse bunlar bireysel olaylar olarak kalmışlardır. Genelkurmay, büyükelçilik -büyükelçilik derken, Türk hükümeti- ve TMT arasında kurumsal bir çatışma olmamıştır. Geriye kalıyor Kıbrıs Türk yönetimi. O da 1980’li yıllara kadar çok zayıftı. Sistem içi muhalefet, yani Türkiye’ye bağlı, Denktaş’a ve onun arkadaşlarına karşı muhalefet, ancak 1970’li yılların sonunda, 1980’lerde başladı ve bu bir sol muhalefet olarak gelişti. İşte o dönemde CTP ile bizim kurumlar arasında çatışmalar başladı. Nitekim Özker Özgür, Alpay Durduran gibi Kıbrıslı liderler Genelkurmay, büyükelçilik ve Denktaş’ı üzecek, kızdıracak çıkışlar yapmaya başladılar. Onlara karşı bir şiddet uygulanmadı, radikal tedbirler alınmadı, ancak, onlar dışlandı. Seçimlerde bütün kurumlar açık bir şekilde mevcut hükümetin ve Denktaş’ın yanında yer aldı, bu şekilde sol muhalefete karşı konuldu. Bu tarz gerginliklerin yaşandığı dönemde CTP liderlerinin ellerindeki diplomatik pasaportlara el konulması ve onları suçlayan sert açıklamaların yapılması gibi oldukça sert tedbirler de uygulandı. Bu tür bir muhalefet eğer TMT döneminde yaşansaydı, birtakım Kıbrıslı solcu liderlerin bugün yaptığı çıkışlar o dönemde yapılmış olsaydı, iş şiddete dönüşebilirdi. Olmadı, ustalıkla geçiştirildi, bir evrim yaşandı ve bugün sol birinci parti oldu ...”  İnal Batu, anlattığı dönemin, KKTC’nin ilanına kadar olan dönem olduğunu söylüyor. KKTC’nin ilanından sonra devlet protokolü değişmiş ve bu değişiklikleri bizzat Batu önermiş. Çok geniş yetkilerini iade ettiğini söyleyen Batu, bu durumu şöyle anlatıyor: “… Kendi yetkilerimin azalmasını yazılı olarak bizzat ben talep ettim. Nedir bunlar? Mesela protokol sırasını değiştirttim, Türkiye Büyükelçisi hemen Denktaş’tan sonra geliyordu. Dedim ki, ‘artık böyle şey olmaz, artık burada başka bir devlet var, benim bu devletin başbakanından daha önde olmam, meclis başkanından daha önde olmam yakışık almaz’ ve kendi yetkilerimi azalttım. Bu anlamda atılan diğer önemli bir adım ise şuydu: Türk Büyükelçiliği’nin ikinci adamı bütün Bakanlar Kurulu toplantılarına katılır, ikinci bir başbakan gibi davranırdı ve akabinde büyükelçiye o günkü toplantıyı rapor ederdi, bunu ben 1984’te kaldırttım. Kısacası gelişmelere uyduk. Orada bizim tanıdığımız yeni bir devlet doğdu ve biz o devlete gereken saygıyı göstermek için gerekli protokol değişikliklerini yaptık. Tabii tam demokrasinin uygulanması, Türkiye ve KKTC ilişkilerinin daha sağlıklı zemine oturması zaman aldı. Bir TMT geleneği var, oralardan gelinmiş, Türk Büyükelçisi’nin Kıbrıs’ta ikici adam olması döneminden geçilmiş, tüm bunların aşılması zaman aldı.” 1
Aslında İnal Batu’nun anlattıkları Kıbrıslı Türklerin bilmediği şeyler değildi. Fakat her daim meşruiyetini Türkiye Hükümetlerinin desteğine bağlayan Kıbrıslı Türk sağı, sonunda Rauf Denktaş gibi bir “Lideri”ni kaybedince Türkiye Hükümet yetkilileri tam egemenlik için düğmeye basmıştır. Burada, fikir ve dünya görüşüne katılmadığım rahmetli Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın cesur ve karizmatik kişiliği yanı sıra Türkiye (Askeri ve hâkim siyaseti NP) ile kurduğu saygı temeline dayalı ilişkinin önemli olduğunu söylemek zorundayım. Dünya görüşüm açısından beni temsil etmediğini düşündüğüm Denktaş’ın Liderliğinde, Kıbrıslı Türklerin “kendisinin aşağılamaları hariç” hiçbir zaman son dönemde olduğu kadar rencide edilip aşağılandığını hatırlamıyorum. Denktaş ve UBP’nin birlikte 1990 seçimlerinde doruğa çıkardığı “Dış Karışmacılığa” karşı alkış tutması bugünlere gelmemizi sağlayan donelerden biri, beklide en önemlisidir. O gün, koşullardan dolayı buna ses çıkartmayan Kıbrıslı Türk Sağı ve 1960 döneminde Emin Dırvana olayına farklı bir gözle bakan Kıbrıs Türk Solu arasında aslında ortak bir nokta vardır. Kıbrıs Türk Solu da Sağ cenah gibi meşruiyetini Türkiye Hükümetleriyle güçlendirmek istemiştir. Son on yılda yaşanan siyasi gelişmeler göstermiştir ki, “Demokrasi” ve “Adalet” kavramları her koşulda, her dönemde aynı bakış açısı ile değerlendirilmelidir. Yoksa ilerici olmak, değişimden, devinimden bahsetmek sadece işimize geldiği zaman başvuracağımız bir kaçış rotası olarak kalacaktır. TC Elçilerinin Kuzey Kıbrıs’taki rolleri itibarıyla son TC Büyükelçisi Halil İbrahim Akça’dan önce Ada’ya 1 Ağustos 2010 tarihinde TC Büyükelçisi olarak atanan değerli diplomat Kaya Türkmen, Kıbrıslı Türklerle, görevinin emrettiği iyi ilişkiler kurma yönünden çok başarılı bir yöntem izlemiş, Kıbrıslı Türklerin hassasiyetlerine saygı göstermiş ve bu sayede sol ve sağ kesimin neredeyse tamamından destek almıştır. Aynı oranda da sevilip sayılmıştır. Türkmen, Kıbrıslı Türklerle Türkiye arasındaki tarihsel bağları yeniden hatırlatmış, sosyo-kültürel anlamda yeniden bir saygı köprüsü kurmuştu. Ama nedense AKP Hükümeti tarafından 17 Mart 2011 tarihinde görevden alınmış, onun yerine de kuzey Kıbrıs’taki sivil toplumun istenmeyen adam ilan edilmeli dediği, KKTC’de TC Yardım Heyeti Başkanı sıfatıyla görevli Halil İbrahim Akça, 10 Şubat 2011 tarihiyle TC Lefkoşa Büyükelçisi olarak atanmıştır. Bu atama sonrası Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğu rahatsızlık duymuştur. Fakat bir kez meşruiyeti TC’ye dayandırmaya alışmış kesimlerle, aslında “vesayet altında rahat ise yaşanır”  anlayışını benimseyenler bu atamayla geri adım atıp, “TC ile iyi ilişkiler kurulmalıdır” demeye başlamıştır. Bugün, ülkede güçlü bir siyasi gençlik hareketinin yoksunluğu sayesinde bu boşluğu doldurmaya çalışan sivil toplum örgütleri ve özellikle ilerici genç kitleler arasında söylemleriyle popüler olan “Baraka Kültür Merkezi”, 13 Şubat 2009’da ilk kez Elçilik Önünde eylem yapıp, basın bildirisi okuduğunda bunlar “marjinaller”dir diyenler, -özellikle sağdan ve soldan her kesimin buluştuğu ortak tanım olduğu için önemlidir-, şimdilerde “acaba TC Kıbrıs işlerinden sorumlu bakanı Beşir Atalay’ın CTP-BG liderini arayıp DP-UG ile hükümet kurmaması için uyardı mı?” diye kara kara düşünmektedirler. Zira bu kabul edilemezdir. Fakat, 9 Şubat 2009’da Baraka Aktivistlerinin yapmış olduğu basın açıklamasındaki eleştiriler “Marjinal” bulunmuştu. Bu eylemde okunan basın açıklamasında Polis Teşkilatı için açılan münhâle açık şekilde TC yetkililerinin müdahalesi eleştiriliyor ve devamında şöyle deniyordu; “…Bu duruma son vermek için ‘Polisin sivil otoriteye bağlanması’ önerisi yetersizdir ve geçersizdir. Kuzey Kıbrıs TC işgali altında olduğu müddetçe TC Kuzey Kıbrıs’taki her türlü olaydan sorumludur. Bilhassa da Kuzey Kıbrıs’taki halkın güvenliğinden. Bu olguyu unutturmanın hiç kimseye bir yararı yoktur. Tam tersine, işgal durumu sürdükçe TC şunu iyice bilimelidir ki Kuzey Kıbrıs’taki vatandaşlarımızın burnunun dahi kanatılmasından TC sorumludur! Ve dolaylı olarak onların işgali şartlarında hükümet etikleri yalanıyla iştigal eden kuklalar! Hükümet olduğunu iddia edenler, tüm bunlara rağmen demokrasicilik oyununa devam etmektedir. Hiçbir anlamı olmayan sitemkar açıklamalar yapmaları halkımızın sıkıntılarına çare olmamaktadır. Eğer mevcut durumdan gerçekten rahatsız iseler somut siyasi tavırlar geliştirmelerini ve adaletsiz uygulamaların esas sorumlusu olan TC makamları ile ilişkilerini gözden geçirmelerini kendilerine tavsiye ederiz. Ancak onların böyle bir niyeti yoktur. Tek çabaları mevcut durumu sözde bir siyasi şov ile seçim sandıklarına malzeme yapmaktır. İşgale karşı mücadele etmiş halkımıza ise bin bir mazeret sunmaya devam etmektedirler. Biz ise bu mazeretleri duymaktan bıktık. Bu yüzden de mevcut rejimin kuklalarını dinlemek yerine asıl sorumlularını protesto etmeye geldik.

Kıbrıslı Türk toplumu olarak, diyetimiz ne ise ödemeye hazırız. Bunun simgesi olarak kendilerine bu seramik heykelciği sunuyoruz. Artık kendi kendimizi yönetmek istiyoruz. Ne birilerinin vesayetini ne de işbirlikçilerinin gerekçelerini duymak istemiyoruz.” 2
Karl Marks’ın şu cümleleri aslında her şeyi özetlemeye yetmektedir: “Koşuldan dolayı yanılsamalardan vazgeçme isteği, yanılsamalar gerektiren bir koşuldan vazgeçme isteğidir”. Koşullardan dolayı dünya görüşünde sapmalar olan ideologlar, sadece kendisi için demokrasi isteyen aydınlar ve siyasiler, çıkarları için vesayeti görmezden gelenler; bilmelidir ki, herkes tarih önünde hak ettiğini er geç alacaktır. “Zeval” elçinin olmasa da toplum, bunun “Zeval”ini gün gelir sizlerde arar. En kısa sürede TC Büyükelçisi’nin bu gerçekleri anlaması ve Kıbrıslı Türklerin hassasiyetlerini göz ardı etmemesi dileğiyle…


Dipnotlar
2http://www.baraka.cc/index.php?option=com_content&task=view&id=358&Itemid=407







*Girne Milli Arşiv, Emin Dırvana’nın olduğu resim

1 Eylül 2013 Pazar

HÜKÜMET OYUNLARI ( IV )

Naim PINAR
HÜKÜMET OYUNLARI ( IV )
24 Nisan 2004 Referandumu sonrası CTP-BG – DP koalisyonunu ilk firesini verir. DP’den milletvekili seçilen Ahmet Kaşif ve Ünal Üstel ile birlikte toplam 10 kişilik bir grup, parti içi kavgalar ve çeşitli pazarlıklara adlarının karışması sonucu disiplin kuruluna verilirler. Fakat 26 Nisan 2004 tarihinde disiplin kurulunun kararı açıklamasından önce istifa ederek “Özgür Düşünce Hareketi” adı altında toplanırlar. Bu istifalar neticesinde Talat Hükümeti, 24 milletvekili ile azınlığa düşer. CTP’nin Birleşik Güçler konseptinden milletvekili seçilen dönemin Göçmenler Derneği Başkanı Nuri Çevikel’in CTP’ni BG’lileri benimsememekle suçlayarak, 17 Mayıs 2004 tarihinde istifa etmesiyle Talat Hükümeti, mecliste 23 sayısına düşürülerek erken seçime gitmek zorunda bırakılır. Siyasettin bu yönde hareketlenmesi yeni Hükümet Oyunlarının yaşanmasına zemin hazırlamıştır. 2003 Seçimlerinde Barış ve Demokrasi Hareketi altında aday olan TKP’li Hüseyin Angolemli ve Birleşik Kıbrıs Partili İzzet İzcan seçimlerden sonra eski partilerine geri dönerek ittifaktan ayrılmış, DP’den istifa ederek bağımsız kalan Ahmet Kaşif ve Ünal Üstel ile birlikte hareket etme kararı alarak “Toplumcu Kurtuluş Partisi-Birleşik Özgürlük İttifakı” (TKP-BÖİ) adı altında mecliste birlikte hareket etme eğilimine girerek “Hükümet Oyunlarına” dâhil olmak istemişlerdir. Bu dönemde özellikle Denktaş’sız bir hükümet oluşumu için hem muhalefet hem de iktidar partileriyle çeşitli pazarlıklar yapmışlardır.
Talat Hükümeti’nin azınlığa düşmesiyle erken seçim gündeme gelmiş, ilginç olan ise erken seçime gidilmesi için CTP-BG’nin 14 Temmuz 2004 tarihindeki “erken genel seçim yasa tasarısı” önerisine karşı muhalefetin, 19 Temmuz 2004 tarihli meclis genel kurulunda bu tasarıyı 22’ye 24 oy ile red etmiş olmasıdır. Bu kaotik hükümet krizi sonunda, 20 Şubat 2005 seçimleriyle CTP-BG 25 milletvekili çıkararak Hükümeti kontrol altına almayı başarmış, 2004 Mali bütçesinin mecliste onaylanmamasıyla başlayan hükümet krizi, CTP-BG’nin seçimlerden daha da güçlü çıkmasını sağlamıştır. Daha sonra, Mehmet Ali Talat’ın Cumhurbaşkanı olması ve Ferdi Sabit Soyer’in önce CTP Genel Başkanı görevine seçilmesi ardından da I. Soyer Hükümeti’ni DP ile koalisyon kurarak oluşturması takip etmiştir. Soyer Hükümeti, 26 Nisan 2005 tarihinden 25 Eylül 2006’ya kadar devam etmiştir. AKP’nin de KKTC siyasetine şekil verme arzusunun arttığı bu dönemde, UBP’den ayrılarak ÖRP’yi kuran Turgay Avcı ve arkadaşlarıyla CTP-BG hükümet kurarak siyasi arenada yıpranacağı bir hata yapmış, kısa sürede sivil toplum ve çeşitli kesimlerden tepki toplamıştı. 4 Mayıs 2009’tarihiyle çeşitli yönlerden yıpranan Soyer Hükümeti, küresel ekonomik krizin baskısı, AKP’nin ekonomik protokoldeki olumsuz dayatmaları sonucunda istifa ederek erken genel seçime gitme kararı almıştır. Akabinde yaşanan 19 Nisan 2009 seçimleri sonucunda UBP 26 milletvekili çıkararak yeniden tek başına iktidar olmuş, ardında da Derviş Eroğlu Cumhurbaşkanı makamına oturmuştu. Her şey sağın istediği yönde ilerlemiş, UBP’nin başına da İrsen Küçük getirilmişti. Böylelikle 17 Mayıs 2010 tarihiyle Küçük Hükümeti kurulmuş oluyordu. Başbakan Küçük ile kısa sürede arası açılan UBP’nin ruhani Lideri Derviş Eroğlu önce UBP kurultayında İrsen Bey’i devirmek istemiş bunda muvaffak olamayınca çeşitli çirkinliklerle kavga daha da büyümüştü. Kıbrıslı Türklerin siyasal tarihindeki en onur kırıcı Hükümet olarak tarihe geçen İrsen Küçük Hükümeti, Cumhurbaşkanlığından yürütülen operasyonla azınlığa düşürülmüş ve 28 Temmuz 2013 tarihinde erken genel seçime gitmek zorunda bırakılmıştı. Burada hemen belirtmekte yarar vardır: Küçük Hükümetleri boyunca Kıbrıslı Türkler gerek AKP yetkilileri tarafından gerekse de UBP’li bakanlar tarafından sürekli aşağılanmıştır. 28 Temmuz 2013 seçimleriyle, CTP 21, DP-UG 12, UBP 14 ve TDP ise 3 milletvekili çıkartmış, bu durum KKTC meclisinde çözümü kolay ama anlaşılması zor bir “Hükümet” arayışının başlamasına yol açmıştır. 14 Ağustos 2013 tarihiyle Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, hükümet kurma görevini seçimlerden birinci parti olarak çıkan CTP-BG’e verir. Hükümet Kurma görevini alan CTP-BG genel başkanı Özkan Yorgancıoğlu, sırayla tüm partileri ziyaret etmiş, fakat derinlemesine toplantılarla Hükümet Kurma çalışmalarını DP-UG ile sürdürmüştür.
HÜKÜMET OYUNLARI SON PERDE…
CTP-BG ve DP arasında gerçekleşen toplantılar çok olumlu giderken 20 Ağustos tarihinde tarafların yapmış olduğu açıklamalar “belli hassasiyetlerde” anlaşamadık. Olmadı, şeklindeydi. Bu süreci, CTP-BG Parti Meclisi toplantıları ve basın açıklamaları takip etti. CTP-BG ilçe meclislerini toplayıp gelinen aşamada UBP ile de görüşme dâhil her opsiyonun masada olacağı bir müzakere sürecinin onayını almış, artık CTP-BG, UBP ve DP-UG ile eş zamanlı görüşme sürecine başlamıştı. DP-UG’lerin Maliye ve içişleri bakanlıklarında ısrar ettiği kamuoyuna duyurulmuş, DP-UG ise bunu yalanlamamıştı. DP-UG birçok konuda yakınlaşma olduğu halde gelinen aşamada sonuç elde edilemediğini bu nedenle Parti meclisinin UBP ve TDP ile görüşmelere başlama kararını aldığını, bu yönde Genel Başkan Serdar Denktaş’ın yetkilendirildiğini açıklıyordu. CTP-BG ise parti meclisini mesaiye alarak her karar için toplantılar düzenleyerek pazarlık aşamaları hakkında yol haritasını çiziyordu.
Sonuç olarak, 28 Temmuz seçimleri öncesi toplumun hem onurunu hem de ekonomik olarak cebini yıpratan UBP ile görüşmelere başlayan CTP-BG, ciddi şekilde eleştirileceği bir yola girmiş bulunuyordu. Bu arada DP-UG’den gelen yeni sinyaller UBP ile de görüşmelere başlayan CTP-BG’nin kararından sonra diğer partilerle görüşmelere başlanacağı yönündeydi. Öte yandan CTP-BG’nin her iki partiyle de (UBP ve DP-UG) eş zamanlı yapmış olduğu pazarlıklar toplumun dikkatinden kaçmamıştır. Toplumda çeşitli dedikodular sürüp gidiyor, bir kısım insanımız; “CTP-BG blöf yapıyor, UBP ile koalisyon olmaz” diyor. Bazıları ise; “artık tabular yıkılmalı en hayırlısı UBP-CTP-BG koalisyonudur” diyordu. Siyasal etik, CTP-BG’nin halkın hilafına UBP ile koalisyon görüşmesi yapmasını kabul etmiyordu. Fakat kuzey Kıbrıs’ın siyasi yetisi ve çapı belliydi. Toplum bu görüşme sürecinden şu mesajı da almış oluyordu: “Herşey koltuk ve menfaat için”dir. Gelen de aynı giden de aynıdır. Neyse ki CTP-BG son anda DP-UG ile koalisyon kararı aldı ve yeni koalisyonun adı, CTP-BG-DP-UG olarak belirlendi. CTP-BG basın bürosu, 28 Ağustos tarihli bülteninde DP-UG ile anlaşıldığını ve pazarlıkların sonucunu şöyle duyuruyordu: “28 Temmuz Erken Genel Seçimleri’nde CTP-BG, Kıbrıs Türk Halkı tarafından ülkede yaşanan sorunlara çözüm üretmek için hükümet kurma görevi ile yetkilendirilmiştir. Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu tarafından iki hafta önce verilen hükümeti kurma görevini yerine getirmek için başlattığımız çalışmaları, seçim döneminde halkımıza verdiğimiz sözleri yerine getirebilecek bir hükümet programı temelinde koalisyon hükümeti oluşturmak amacı ile sürdürdük. CTP-BG Parti Meclisi’nin verdiği yetki ile MYK’ımız DP-UG ve UBP ile koalisyon görüşmeleri sürdürmüş ve sürecin sonunda DP-UG ile halkımızın 28 Temmuz Erken Genel Seçimi’nde sandığa yansıttığı iradeyi temsil edeceğine inandığımız bir zemine yaklaşılmıştır. Bu akşam CTP Parti Meclisi’nin bilgi ve onayına sunulduktan sonra sonuç resmiyet kazanacaktır. DP-UG ile oluşturulacak olan koalisyon hükümetinin Kıbrıs’ta iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe dayalı federal bir çözüme ulaşılması için pozitif ve girişimci bir yaklaşımla katkıda bulunan, Anayasayı değiştirilebilmesini kolaylaştıracak maddelerin değişikliğini sağlayarak Haziran 2014’de yerel seçimler ile eşzamanlı referanduma götürmek, Seçim ve Halkoylaması Yasası ve Siyasi Partiler Yasası’nın değiştirilmesi, uzun ve stratejik planlama ile ekonominin yönetilmesi gibi partimizin ve halkımızın hassasiyetlerine cevap veren bir uzlaşı temelinde olduğunu belirtmek isterim. PM’nin onayından sonra resmiyet kazanması beklenen CTP-BG, DP-UG koalisyon hükümetinin belirttiğimiz hassasiyetleri hayata geçirebilecek bir icraat hükümeti olacağını ve hükümet içindeki bakanlıkları bu kapsamda yeniden düzenleyerek aşağıda olduğu gibi oluşturulduğunu kamuoyunun bilgisine getiririm. Başbakanlık (CTP-BG), Başbakan Yardımcılığı, Turizm ve Ekonomi Bakanlığı (DP-UG),İçişleri Bakanlığı(CTP-BG), Dışişleri Bakanlığı (CTP-BG), Maliye Bakanlığı (CTP-BG), Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı(DP-UG), Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı(DP-UG), Gıda, Tarım ve Enerji Bakanlığı(CTP-BG), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı(CTP-BG).”

Gelinen son aşama, toplumun sindirebileceği bir hükümetin oluşmasıyla noktalanmış oldu. Hükümet Oyunları’nın sonuncu bölümünü yazarken henüz yeni kabinedeki isimler belirlenmediğinden burada kimlerin bakan olduğunu sizlerle paylaşamıyoruz.  Zaten kimin bakan olacağı konusu bizler için çok da önemli olmamalıdır. Önemli olan toplumun ne beklediği, hükümet programının ne dediği ve yeni hükümetin ne yapacağıdır. Yeni hükümet, toplumun başında asılı olan çağdışı kalmış Anayasa’nın ve seçim sisteminin yenilenmesi, özel sektör emekçilerinin korunması, kamunun verimli çalışması, eğitim ve sağlığın geliştirilmesi gibi hayati konulara dokunmak zorundadır. Toplum nezdinde siyasetin nasıl algılandığı konusu apaçık ortadadır: Toplum siyasete ve siyasetçiye güvenmiyor! Siyaset kurumunun bunu bir realite olarak alması ve siyasetin temizlenip yeniden halka sunulması değişimin hareket noktası olmalıdır. Neden Hükümet Oyunları?  Son 7-8 yıldır siyasette yaşanan kirlenme ve hükümet pazarlıkları göstermiştir ki, her şey sadece ve sadece iktidarda kalmak uğruna yapılmaktadır. Kıbrıs Sorunu, ekonomik refah veya toplumsal sorunlar ikinci hatta üçüncü planda kalmaktadır. Siyasetin ve siyasetçinin toplumda uyandırdığı algı “Hükümet Oyunları” olarak özetlenebilir. Umarım “Yeni Hükümet”,  beş yıl sorunsuz, entrikasız ve uyum içinde vatandaşın yaşam standardını yükseltecek icraatlara imza atar. O zaman, Hükümet Oyunları yerine siyaset konuşulur, projeler tartışılır ve toplumsal dönüşümün önü açılmış olur. Şimdilik perde kapandı, perde yeniden açıldığında sahneye çıkacak olan kabinenin göstereceği performans çok önemlidir. Zira son genel seçimler göstermiştir ki, Kıbrıslı Türkler, her perde açıldığında ödediği biletin hakkını arayacaktır. Sergilenen performans eski, yapay halinde kalırsa -ki bu kötü bir klasik olarak zihinlerimize yer etmiştir-, vatandaşın tekrardan bilet alarak ayni oyunu izlemesi beklenmesin…