30 Haziran 2013 Pazar

ÇANAK ÇÖMLEK PATLADI !!!

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com
ÇANAK ÇÖMLEK PATLADI !!!
Her Kıbrıslı çocuğun anıları vardır saklambaç oyununa dair. Hele bir de oyunda; yumanın yanılıp da yanlışlıkla başka birini tuladığı (sobelediği) zaman var ya, hani herkesin saklandığı yerden hızla ortaya çıkarak “çanak çömlek patladı” naralarını attığı, o çocukça mutluluk anı, yediden yetmişe hepimizin belleklerinde canlıdır. İşte geçen hafta başı KKTC Meclisinde sergilenen oyun, bana bu sözü hatırlattı. Yeni Hükümetin güven oylaması yapılırken bir anda Ejder Aslanbaba yerinden kalktı ve söz hakkı istedi. UBP Genel Başkanı İrsen Küçük’de nedense Meclis Başkanı’nın söz hakkı veremem demesine rağmen, Ejder Aslanbaba’ya destek verdi. Daha sonra Ejder Aslanbaba elindeki dolarları sallayarak kürsüye yürüdü… Gerisi malum…
Olanlar bir anda TC medyasında “KKTC Meclisinde Rüşvet” başlığı ile yer aldı. Başlık altı ise şöyle doldurulmuştu; “Demokrat Parti-Ulusal Güçler oluşumundan (DP-UG) istifa eden İskele Milletvekili Ejder Aslanbaba, DP-UG Genel Başkanı Serdar Denktaş ile Milletvekili Ahmet Kaşif’in kendisine güven oylamasında ‘Evet’ demesi ve milletvekilliğinden istifa etmesi karşılığında 7 bin 700 dolar rüşvet teklif ettiğini iddia etti. Aslanbaba, Kaşif ve Denktaş’ın kendisine ayrıca maaş bağlama, İskele Belediye Başkanlığı gibi vaatlerde bulunduklarını da öne sürdü. KKTC Cumhuriyet Meclisi’nin Hasan Bozer başkanlığında, güven oylaması gündemi ile toplanan Genel Kurulu’nda, güven oylaması başlamadan önce Ejder Aslanbaba, kürsüde konuşma yapmak istedi. Aslanbaba’nın talebi Bozer tarafından reddedildi. Bunun üzerine Aslanbaba’nın elinde paralar ve CD ile kürsüye çıkması üzerine oturuma ara verildi.”
Son yıllarda KKTC “Meclisi”nde yaşananlar, siyaset kurumunun saygınlığına ciddi zararlar vermiştir. Meclisimiz, adeta bir kahvehanede yaşanan sohbetleri, dedikoduları, kavgaları ve bahisleri aratmaz hale gelmiştir. Mebuslar, politik üretkenliklerini kaybetmiş, iktidarsız bireyler olarak eski anılarını anlatarak, eski kaideden türkülerle işleri götürebileceklerini sanmaktadırlar. Son sahnelenen oyundan bir hafta önce meclis kürsüsünde okkalı laflar ederek “Etik” kelimesinin “kendince” önemini vurgulayan, UBP eski, DP-UG’lerin ise çiçeği burnunda vekili Afet Gürcafer hanım, nedendir bilinmez, hep “eski” siyasi partisi UBP içerisindeki haksızlıklardan bahsederek “Etik” kelimesini açıklamaya gayret etmiştir. Fakat UBP’den ayrılmadan önce sağlık bakanları Ertuğrul Hasipoğlu’nun gece kulüpleri ile ilgili konuda “kapatalım da 40 bin asker bizi mi…” diye başlayan ahlaki açıklamasına toplumun verdiği tepkinin urubunu göstermemiştir. Daha birçok ahlaksız konuşmaya, kavgaya vesile olan siyaset katili vekiller, halk nazarında maskara durumuna düşmüşlerdir. Fakat diyeceksiniz ki nasıl olur da her seçim tekrar aday ve tekrar “vekil” seçilmektedirler. Eh! Herhalde oda bizim “Etik” anlayışımızdır. Siyasetle alakası olmayan, politika üretmek bir yana üreteni de sevmeyen siyasi parti idarecileri durumu idare etmekten yana tavırlarını sürdürmektedirler.
“Siyasette yozlaşma” herkesin dilinde türkü olmuştur. Gazetecisinden, sanatçısına, sanatçısından zanaatkârına, zanaatkârından iş çevrelerine, iş çevrelerinden öğretmenine, öğretmeninden öğrencisine kadar toplumun her kesiminin dilindedir.  Peki ama siyasette yozlaşma nedir?

“Siyasal aktörler, politikacılar ya da yetkililerin resmi karar süreçlerini, kaynak ve olanakları bir taraf adına kullanması. Kamusal konumları bu kişilerin bu kaynaklara doğrudan erişmesini sağlar. Bu uygulamada, önerilen ya da ele geçirilecek bir çıkar kilit rol oynar. Bu tür davranışı yasaklayan formel (resmi, usule uygun ) kurallar çiğnenir. Makamın bir biçimde kötüye kullanılması ya da siyasal aktörlerin kendilerini gözeten tüm davranışlarını yozlaşma olarak ele alan tanımlara bakıldığında bu tanım daha dar ve daha yasacıdır. Aslında bu tanım, yozlaşmayı diğer yasa dışı ya da etiğe aykırı davranış türlerinden ayırır. Çünkü aktörün fayda sağladığını, rüşvetin verildiğini ve bunların önerilmesi ya da alınmasını önleyen ya da yasaklayan kurallar olduğunu belirtir. Yozlaşma şunları içerir: En az iki taraf arasında gerçekleşen bir işlemdir; taraflardan en az birinin resmi yollardan erişilemez olduğunu düşünmediği bir sonuca erişme yoludur; bu resmi yollar özel olarak rüşveti yasaklar… Siyasal aktör, resmi konumu ya da görevine adanmadığı ya da onunla özdeşleşmediği için yozlaşmaya bulaşabilir. Siyasal ortam bu tür davranışlara karşı yeterli ahlaki, mesleki ya da ideolojik baskı uygulamayabilir. Makam ya da kurum, özelikle işlevlerin yerine getirilmesi ya da siyaset ya da müşteri amaçlarının doyurulması açısından yeterli hesap verirlik prosedürlerine sahip olmayabilir ya da davranış standartlarına gerekli önemi vermeyebilir… Siyasal sisteme ve sistemin karar süreçlerine sadakat ve güven duyulmaması yüzünden yozlaşma ortaya çıkar.”1
Bireysel yozlaşmanın kurumsallaşması da şöyle; “… Formel prosedür ve sorumlulukların göz ardı edildiği ve aktörlerin rüşvete katılmasa da iş arkadaşlarının davranışlarına göz yumması gerektiği durumlardaki düzenli ya da standart etkinlik olarak yozlaşma işaret eder. Bu yozlaşma türü, yozlaşma ya da göz yummanın hiyerarşik olması durumunda kalıcılığını sürdürür. Aktörlerin kasıtlı olarak makamlarının yetki ve işlevlerini rüşvet karşılığı örgütlemeleri ve pazarlamaları durumunda kurumlaşabilir. Kamusal konum ve resmi otoritenin açık biçimde siyasal sistem içinde kişisel zenginleşme için kullanılmasıyla sistemle ilgili yozlaşma ortaya çıkar.” 2 Bu tarz yozlaşma örnekleri daha çok üçüncü dünya ülkesi dediğimiz ülkelerde görülmektedir. Yani KKTC’de oluşan siyasal yozlaşma bu tanıma çok uygun görülmektedir. Eksik bırakmayalım bu tip yozlaşma; siyasal sistemin işleyişine bağımlıdır. Blackwell’in Siyaset Bilimi Ansiklopedisi, Üçüncü dünya ülkeleri dışında kalan ülkelerin, yozlaşmayı tarihsel bir olgu olarak gördüğünü ve buna neden olan durumların da ya yasaklarla yasaklandığını ya da yer yer meşrulaştırıldığını söylemektedir. “Bu ülkelerde yozlaşma değişmez biçimde, bireysel yozlaşma bağlamında görülür. Düzenli bir sistematik yozlaşmaya ilişkin kanıtlar olmadığı ve diğer suçlarda olduğu gibi doğrudan kurban ya da kayıp olmadığı sürece önemli bir kamu sorunu olarak görülmez. Kurumsal yozlaşma örnekleri ortaya çıktığında resmi soruşturmalar işlevsel, kültürel ya da diğer açıklama türlerinden kaçınır (üçüncü dünya ülkeleri dışındaki ülkelerdeki yozlaşmayla ilgili skandallar ve tartışmalar bu tür yozlaşmayla ilişkilidir). Bu soruşturmalarda örnek olaylar sapma olarak yargılanır ve önemsiz konuma sokulur. Bireysel yozlaşmanın hoş görülebileceği sınırlar yükseltilerek temel kurumsal reformların gerekli olup olmadığı biçimindeki sorulardan kaçınılır. Bu durumda, yozlaşmanın bir amaca ulaşma aracı olduğu unutulur. Rüşvetin sunulması, en azından kısmen, rüşvet verenin resmi karar süreçlerini ve prosedürlerini benimsemediğini gösterir. Bir siyasal aktörün rüşvet istemesi ya da alması da onun bu süreç ve prosedürleri benimsemediği anlamına gelir.”3
Siyasal yozlaşmanın tavan yaptığı KKTC’de,  yozlaşmanın mimarı olan siyasetçilere bir bakıyorsunuz turuncu, bir bakıyorsunuz yeşil, bir bakıyorsunuz mavi, bir bakıyorsunuz kırmızı sanırsınız ki renkli kişilikleri vardır. Fakat bu renk değiştirme esnasında bir de açıklamalara bakarsınız, o daha renkli, zira genelde hafızaları unutkan ve tembeldir. Unutmayanlar da en zekilerdir. Onlar, renk değiştirse bile ideolojik olarak, dünya görüşü hep aynı kalanlardır. KKTC’nin son 5 yılda yaşadıkları, siyasetin bittiğinin, etiğinde tatile gittiğinin resmidir.
İnsanlık tarihi açısından siyaset çok önemli bir yer işgal etmektedir. Antik çağda “erdem siyaseti” , ortaçağda “inanç ve iman siyaseti”, modern dönemde “çıkar siyaseti” derken bugünlere gelindi. Fakat bizim siyasetçilerin bu türden süreçleri değerlendirmesi beklenmemelidir. Onlar için siyaset ve etik, sadece memlekete nasıl daha kolay “etik”leri ile ilgilidir.
TDK Türkçe Sözlüğünde “Etik” sözcüğüne karşılık, Töre Bilimi ve ahlakla ilgili denmektedir. Kıbrıslı Türklerin bir kısmının gözünde “Etik” sözcüğünün değişik anlamlandığı kesin gibidir. Bay Turuncuya göre, Ejder Aslanbaba dürüstçe sadece 100-200 dolar harcadığını söyleyerek “Etik” olmayan bir rüşvet olayını deşifre ederek, mecliste bir halk kahramanı gibi doğruları dile getirdi ve saraydan başlayan oyunu bozdu. Bay Kırmızıya gör ise, Aslanbaba arkadaşlarından borç istedi ve onlarda iyi niyetlerinden kendisine yardımcı olup bir miktar maddi yardım yaparak iyilik yapmışlar. Fakat Aslanbaba, Bay Turuncudan daha fazlasını almış olacak ki hiç “Etik” olmayan bir davranışla DP-UG’lerden aday olmayacağını anladığı andan itibaren Bay Turuncu ile anlaşmıştır. Bay Yeşile göre ise, yeni hükümeti itibarsızlaştırma hareketi olarak yapılan ve hiç “Etik” olmayan bir davranış sergilenmiştir. Bay Maviye göre ise, bu olay yeni hükümete yönelik çirkin bir saldırıydı. Etik, renkten renge değişiyor olabilir mi? Peki ülkenin her yanı gece kulübü ve kumarhane dolarken, Etik nerdeydi? Turuncular kırmızıya, kırmızılar turuncuya, yeşiller maviye, maviler yeşile dönüşürken ilkeler nerdeydi?
David Hume şöyle diyor; “İnsan türü tüm zamanlarda ve mekânlarda öylesine aynıdır ki, bu özellik nedeniyle tarih bize yeni ya da yabancı hiçbir şey hakkında bilgi vermez. Onun başlıca yararı ise bize insan doğasını birçok koşul ve durumda göstererek ve böylece gözlemlerimizi oluşturacağımız materyali sağlayarak ve bizi insan davranışının düzenli işleyişine aşina hale getirerek insan doğasının daimi ve evrensel ilkelerini keşfetmemize imkân tanımasıdır”4
Tarih bizlere deneyimleme olanağı sağlıyor. 50 yıldır “milliyetçi” cepheden siyaset yapan politikacılarımız üretmek bir yana tüketmek için her şeyi denediler. Ülkenin en köklü partisi olan CTP ise duranlaştı ve üretmek yerine sistemde var olmanın inceliklerini öğrendi. Sol görüşlü bir fert olarak, 22 yıl önce hayata gözlerini yuman sevgili Naci Talat’ın halen siyaseten kullanılması ne kadar “Etik”tir. Naci Talat’ın toplum nezdindeki saygınlığından fayda sağlamaya çalışmak bir politika olmasa gerek.
Bir bir elliye kadar sayalım, bu kez yuman biz olalım, gözlerimizi açmadan önce sağımda, solumda arkamda olan ahlaksızlara oy yok diyelim. Yine de sağımızda, solumuzda, arkamızda saklanan kalmışsa hemen tulayalım (sobeleyelim) ki oyundan çıksınlar. Biz mahallede çocukken bu tip kurallara uymayanları alışmıştık ve daha arkamızı dönmeden Tükürüldün derdik. Böylece oyun başlamadan onlar için eğlence son bulurdu. 28 Temmuz’a kadar sağımıza, solumuza ve arkamıza saklanan “uyanıkları” görür görmez Tükürmeyi unutmayın…

Dipnotlar
1Bogdanor, Vernon, Blackwell’in Siyaset Bilimi Ansiklopedisi, Ümit Yayıncılık, Birinci Baskı, Ankara, 2003, S:340-341
2Bogdanor, Vernon, Blackwell’in Siyaset Bilimi Ansiklopedisi, Ümit Yayıncılık, Birinci Baskı, Ankara, 2003, S:342
3Bogdanor, Vernon, Blackwell’in Siyaset Bilimi Ansiklopedisi, Ümit Yayıncılık, Birinci Baskı, Ankara, 2003, S:342
4Hume, David. (1993 [1748]). An Enquiry Concerning Human Understanding. Indianapolis: Hackett Pub. S:55


16 Haziran 2013 Pazar

SODOM-GOMORRA PİÇLERİ

Naim PINAR
naimpinar@gmail.com

SODOM-GOMORRA PİÇLERİ
“ O iki melek de akşamleyin Sodom’a vardılar; ve Lût Sodom’un kapısında oturuyordu; ve Lût onları görüp onları karşılamak için kalktı; ve yere kapandı; ve dedi; İşte, efendilerim, şimdi kulunuzun evine inin, ve geceyi geçirin, ve ayaklarınızı yıkayın, ve erken kalkıp yolunuza gidersiniz. Ve dediler: Hayır, fakat biz geceyi meydanda geçireceğiz. Ve onları çok zorladı; ve onun yanına indiler, ve evine girdiler; ve onlara ziyafet yaptı, ve mayasız ekmek pişirdi, ve yediler. Fakat onlar yatmazdan önce, şehrin adamları, Sodom adamları, her mahalleden gençten ihtiyara kadar bütün halk, evi sardılar; ve Lût’u çağırıp ona dediler: Bu gece senin yanına giren adamlar nerede? Onları bize çıkar, ve onları bilelim. Ve Lût onlara kapıya çıktı, ve arkasından kapıyı kapadı. Ve dedi: Ey kardeşlerim, rica ederim, kötülük etmeyin. İşte, benim ere varmamış iki kızım var; rica ederim, onları size çıkarayım, ve onlara gözünüzde iyi olana göre yapın; ancak bu adamlara bir şey yapmayın; madem ki damımın gölgesine geldiler. 
Ve dediler: Geri çekil! Ve dediler: bu adam garip olarak geldi, ve kendisini hâkim sayıyor; şimdi sana onlardan ziyade kötülük ederiz. Ve adamı, Lût’u, çok zorladılar, ve kapıyı kırmak için yaklaştılar. Fakat adamlar ellerini uzatıp Lût’u yanlarına, evin içine getirdiler, ve kapıyı kapadılar. Ve evin kapısında olan adamları, küçükten büyüğe kadar körlükle vurdular, şöyle ki, kapıyı bulmak için yoruldular. Ve adamlar Lût’a dediler: Senin burada daha kimin var? Damatlarını ve oğullarını ve kızlarını ve şehirde sana ait olanların hepsini bu yerden çıkar; çünkü biz bu yeri harap edeceğiz, çünkü Rabbin önünde onların feryadı büyümüştür; ve Rab onu harap etmek için bizi gönderdi. Ve Lût çıktı, ve kızlarını alacak olan damatlarına söyleyip dedi; Kalkın, bu yerden kaçın; çünkü Rab şehri harap edecektir. Fakat damatlarının gözünde şaka eder gibi göründü. Ve seher vakti olunca, melekler: Kalk karını ve buradaki iki kızını al, yoksa şehrin fesadı içinde yok olursun, diyerek Lût’u acele ettirdiler. Fakat yavaş davrandı; ve Rab onlara merhametli olarak, adamlar onun elinden, ve karısının elinden, ve iki kızlarının elinden tuttular; ve onu çıkarıp şehrin dışarısına koydular. Ve vaki oldu ki, onları dışarı çıkarmış oldukları zaman, dedi: Canın için kaç; arkana bakma, ve bütün Havzada durma; dağa kaç; yoksa telef olursun. Ve Lût onlara dedi: Aman efendim! İşte, şimdi kulun senin gözünde inayet buldu, ve canımı yaşatmakla bana yaptığın lûtfunu büyük ettin; fakat dağa kaçamam, yoksa kötülük bana yetişir, ve ölürüm. İşte, şimdi bu şehir, oraya kaçmak için yakındır, ve o küçüktür. Şimdi oraya kaçayım ( o küçük değil mi?), ve canım yaşar… Ve Lût Tsoara geldiği zaman, güneş yer üzerine doğmuştu. Ve Rab Sodom üzerine ve Gomorra üzerine Rab tarafından göklerden kükürt ve ateş yağdırdı; ve o şehirleri, ve bütün Havzayı, ve şehirlerde oturanların hepsini, ve toprağın nebatını altüst etti. Fakat karısı onun arkasından geriye baktı, ve bir tuz direği oldu. Ve İbrahim sabahleyin erken kalkıp Rabbin önünde durduğu yere gitti; ve Sodom ve Gomorra’ya doğru baktı, ve gördü, ve işte, yerin dumanı ocak dumanı gibi çıkıyordu.” 1
Eski Ahit’te anlatılan hikâyeye göre, Sodom ve Gomorra şehirlerinin halkı o denli ahlaksızmış ki Peygamber Lût’un misafiri olan iki meleğin ırzına geçmeye kalkmışlar. Lût onlara kendi bakire kızlarını teklif etmesine rağmen isteklerinde inat etmişler. Bu iki melek Lût ve ailesini kurtardıktan sonra şehri “yıkıp, yok edip” yerle bir etmişlerdir. Lût’un karısı son anda dönüp baktığı için o da taş kesilmiş.
Türkiye’de AKP iktidarından sonra çok şey değişmiştir. Sağlıktan, eğitime, ulaşımdan ekonomiye her alanda 90 yıllık Cumhuriyet’te yapılmayan birçok icraat hayat bulmuş, milli selamet geleneğinin son nesil sürümü olan AKP, üç dönem yüksek oylarla ve demokratik yollarla devlette tam hâkimiyeti sağlamıştır. Militarist devletten sivil devlete geçiş sağlanmış, devlet içerisindeki derinlik yerini serinliğe bırakmıştır. Fakat kişi hak ve özgürlüklerine gelince, AKP adeta geçmişte kendi dünya görüşüne yapılan saldırıların intikamını alırcasına, özgürlükleri başörtüsünün serbestliği mevzuuna indirgemiş ve kılık kıyafetten tutun da geriye kalan muhalif kesimlerin özgürlük alanlarına saldırmaya başlamıştır. Eline geçirdiği tek yüzü kör demokrasi kılıcını sağa sola sallamaya başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin “Ilımlı İslam”la yoğrulmak istenmesi halkın bir kısmında tedirginlik yaratmıştır. Öte yandan iktidardan her gideceğini hissettiğinde rejim tehlikede türküsünü söyleyen ve generalleri darbeye davet eden CHP’nin demokrasiden habersiz olması ve muhalefette bile halkına sosyal projelerle ümit veremeyen, değişmez yapısı sonucu, Türkiye’nin büyük çoğunluğunun ümitsizce, güçlü olandan yana biat etmesini getirmiştir.
Türkiye “aydınlarının” büyük çoğunluğu çağdaşlık ve demokrasi algısı ise çeşitli (Kemalizm, Türkçülük vb.) kalıplar nedeniyle perspektifi dar, vizyonsuz felsefi tartışmaların kısır döngüsünde kalmaktadır. Türkiye’de vizyon sahibi aydınlar ise, küçük azınlık bir grup olarak feryat etmektedirler. AKP hükümetinin 20 gündür başına adeta bela olan Taksim Gezi Parkı Direnişçileri aslında sadece yeşil dostu bir protesto için orda değildirler. Zaten bunu herkes açıkça görmektedir. Fakat Tayip Erdoğan’a göre küçük bir grup olan sade vatandaşların oluşturduğu yeşilci grup, sadece bu amaçla ordadır ve bunun dışında birde kışkırtıcı marjinaller var ki, “onlar ideolojiktir”. Refah Partisi iktidarı sırasında yaşanan anti demokratik darbe girişimlerine karşı mücadele vermiş bir kişi olan Tayip Erdoğan’ın ideolojilerle ve batılı anlamda giyinen kesimle hep arası açık olmuştur. Fakat ne gariptir ki, 1997 yılında Refah Yol Hükümetinin iktidardan uzaklaştırılmasından sonra, tekrar iktidara gelmenin anahtarı olarak, AKP hep demokrasiden ve sivilleşmeden bahsetmiştir. Şimdilerde ise Tayip Erdoğan keskin bir dille kitleselleşen bu özgürlük taleplerini dillendirenlere, çapulcu ve yoldan çıkmış ahlaksızlar demekte, gençlerin ulu orta seviştiğinden yakınmakta, alkol’ün sınırlandırması yasasının uygulamada yaratacağı toplumsal çatışma ve kamplaşmayı görmezlikten gelmektedir. Kendisine göre, İslami gençlik dışında bir gençlik ancak yoldan sapan sapkınlar olmaktadır. Bu nedenle medya üzerinde sıkı denetim şart, eğitimde “Ilımlı İslam”a yönelmek şarttır.  Bu amaçla devlet kamusal alanlarda bazı yasaklar koyabilir ve koymalıdır.
 
Şimdi siz değerli okuyucularıma Türkiye’de yayın hayatına 1997 yılında başlayan çok severek okuduğum Doğu-Batı Dergisinin ilk sayısında okuyup hayal kırıklığına uğradığım bir makaleden bahsetmek istiyorum. O günlerde Türkiye’de Refah Yol Hükümeti iktidardaydı ve CHP o bildik yanık türküsüyle Mustafa Kemal’in askerlerini demokrasi ve devletin rejimini korumak maksadıyla müdahaleye çağırmaktaydı, dergide birçok bilim insanı çeşitli konularda kapsamlı makaleler yazıyordu. Fakat bir tanesi vardı ki, Tayip Erdoğan’a ışık tutarcasına döktürmüştü. Kendi gençliğini, çağdaşlık ve demokrasi kavramlarını o müthiş felsefesiyle açıklıyordu. Makalesinin başlığı dikkat çekiciydi: “Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu Üzerine”. Yazar ise Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden Hacettepe’de Prof Dr. unvanı ile Felsefe bölümünde ders veren Fehmi Baykan beyefendiydi. Bu beyefendi, fikir, hürriyet kavramlarını açıkladıktan sonra insanlığın git gide yozlaştığını anlatıyor, ideolojileri bilimsellikten uzak hastalıklar olarak açıklıyordu. Batının ahlak değerlerinin ve biliminin ayakta kalmasını da kilise ve Hıristiyanlık dinine bağlıyordu. Dünyadaki bu “soysuzlaşma” kültürüne de “Sodom-Gomorra” kültürü adını veriyordu. Bakın hocamız Türkiye’nin o günkü portesini nasıl değerlendirmişti: “Piyasadaki pek çok gazete ve televizyon şirketine sahip olan bir-kaç ‘malûm’ holding, sırf kendi menfaatini azamileştirmek için her türlü hukuksuzluğu ve ahlaksızlığı yapmaktadır. Bunların gazete ve televizyonda yaptıklarını serlevhalarla (başlık NP) hatırlatayım: 1- Bunlar son birkaç yıl öncesine kadar Kürtçülüğü ve Alevi kışkırtıcılığını desteklediler. Bunu yaparken de ‘demokrasi, insan hakları, çağdaşlık’ sloganlarını paravan olarak kullandılar. 2- ‘malûm medya’, solcu, Kürtçü yazar-çizer taifesi mahkum edilmeye kalksa hemen yaygara koparır, hukuk düşmanlığı yapar ve o hakimleri teşhir ederler; sonra da ‘brifingci generallerin’ toplantısına katılıp onları ayakta alkışlayan hakim ve savcıları öve öve bitiremezler. 3- ‘malûm medya’ anarşistlerin, solcuların, Kürtçülerin kanunsuz gösteri yürüyüşlerini tarafgirâne bir biçimde sunar; bu esnada polis şayet bu mikropların birine birkaç cop vurmaya kalksa hemen –bu sahneleri milyon kere tekrar ederek- polis düşmanlığı yaparlar. Ama aynı olaylarda bu haşaratın polise küfretmesini, vurmasını, hatta kurşun sıkmasını ya göstermezler yada ‘gençlerin’(!), ‘öğrencilerin’  (!?) tabii haklıymış gibi sunarlar. ‘Malûm medya’ devamlı polis düşmanlığı yaparak, bir taraftan emniyet güçlerini ürkütüp sindirerek görevlerini yapamaz hale getiriyor, öte yandan da halkı polisten soğutuyorlar. Polisin kanunsuz gösteri yapanlara karşı cop kullanması vazifesi ve salahiyeti dâhilindedir. Televizyoncuların kameraları polisin copundan çok daha tehlikelidir ve zarar verir. Ben polisin sadece kanunsuz gösteri yapan şirret militanları değil, aynı şirretliği kalem ve kameralarıyla ika eden sözde gazeteci taifesini de coplamasını anlayışla karşılıyorum. Bu vesileyle hatırlatayım ki, polisin birkaç cop vurmasına ‘işkence’ olarak izam edenler, ‘demokrasiye, insan haklarına, çağdaşlığa’ aykırı diye yeri göğü inleten ilericiler (!), çağdaşlar (!) aynı anda da cuntacı askerleri ve darbeyi alkışlarlar! 4- ‘Malûm medya’ devamlı hadiseleri çarpıtarak sunar, yalan haberler verirler. Kendilerine düşman gördükleri siyasetçilere ve diğer görevlilere iftiralar atarlar; onların beyanlarını ve fiillerini tamamen çarpıtarak halkın gözünde kötülerler. Bunlar, gene kendi tabirleriyle devamlı ‘yargısız infaz’ ediyorlar, suç işliyorlar. 5- Bu cümleden olmak üzere, ‘bu medya’, şahısların özel hayatını ihlal eder, gizli kameralarla, konu fahişeleriyle her türlü edepsizliği ‘araştırmacı gazetecilik’ olarak piyasalarlar. Sonra da bu ‘ahlaksız medya’ döner, emniyet vatandaşın telefonunu dinliyor, diye, izam edilmiş iddialarla devlet düşmanlığı eder. 6- ‘Malum medya’ devamlı şehvet tahrikçiliği yapar, milletin ahlakını bozar. Bunların her gün ekranda gösterdiği filmlerde evlilik dışı cinsi ilişki, zina tabii yaşama şekli olarak sunuluyor. ‘Bu Medya’ her gün göğüsleri bacakları apaçık ortada kadın manzaraları sunar (sanki, ‘dersimiz jinekoloji’imiş gibi). Memlekette ne kadar fahişe varsa ‘sanatçı’(!) namıyla meşhur ediliyor ve bu kepaze mahlukların dejenere yaşama şekilleri ‘çağdaşlığın’ icabı olarak halka sunuluyor. Televizyonda beş vakit bunları seyreden yeni nesiller de, haliyle gördüklerinin tesirinde kalıyorlar ve bu şekilde davranıyorlar. Şu caddelerin haline bakın! Kadınlar kızlar, sanki ‘müşteriye çıkmış fahişe’ kılığında dolaşıyorlar. Oğlanlar, saçı-sakalı, kılığı, kulağında küpesiyle tam manasıyla dejenere hippiler. Bu ‘çağdaş gençler’(!) kamuya ait yerlerde, hatta üniversite koridorlarında dahi, sarmaş dolaş öpüşürler etraflarına aldırmadıkları gibi, yanlarından bir hoca geçerken bile takmazlar. Ben bu durumlara –Hacettepe Üniversite’nde- her gün şahidim: İkaz edildikleri zamanda şirretleşirler. Bu SODOM-GOMORRA PİÇLERİ ‘malum basının’, ilericilerin, solcuların, liberallerin, yani cümle garpperestlerin eseridir: İftihar etsinler! Bu münasebetle belirteyim: bu garpperest taife ve onların propagandasının tesirinde kalan askeriye, başörtülülere ve sarıklı-sakallı-sakolu tiplere savaş açtı. ‘Brifingcilerin’ emriyle İstanbul’un bazı semtlerinde de ‘sarıklı’ avına çıkıldı. Şimdi soruyorum; başörtülüleri ve sarıklı-sakoluları tehlike gören çevreler, SODOM- GOMORRA PİÇLERİNİ memlekete faydalı ve lüzumlu mu görüyorlar? Bu yaygınlaşan ve ‘normal yaşama şekli’ haline gelen Sodom-Gomorra Kültürü, yoksa ateizmin (atatürkçülüğün), çağdaşlığın, ilericiliğin, solculuğun tabii icabımı görülüyor? Neden cuntacılar, Batı Çalışma Grupları bu dejenerasyon karşısında tamamen sessiz ve pasiftir? ‘İrtica’ birinci derecede ‘milli tehlike’ de (askeri hedef), bu epidemik (yaygın) hale gelen patolojik ahlaksızlık ‘milli matlup’ mu (talep edilen, istenen), askeri gaye mi?! askeriye ya bu mevzulara hiç karışmasın (ki hukuki olan da budur), yok eğer karışacak ise bari nesnel (objektif) olsun da ‘da büyük tehlikeyi’ de görüp ona karşı tavır koysun (bu vesileyle belirteyim; ben sarıklı-sakolu tipleri savunmadığım gibi, bilakis bunlara da karşıyım. Karşı olmamın sebebi sadece görünüşlerini iğrenç bulmam değil-bu benim şahsi duygumdur- ama, bu taifenin bu kılıkta gezmelerine ‘dinin gereği’ olarak sunmalarıdır. Bu tavırları tamamen yanlıştır: Sarığı-sakoyu ‘sünnet-i seniyye’ görmek ve göstermek beyinsizliktir. İslam’ın sarıkla-sakalla, kıyafetle alakası yoktur. Benim nazarımda sarıklı sakallılar da bir tür hippidir. Nasıl ki 1960’larda batıda kurulu düzene başkaldıran serseriler protestolarını saç-sakala, dejenere kıyafetle ortaya koydular ise, bizdeki şuursuz dinbazlar da kurulu düzene olan tepkilerini aynı şekilde, saç-sakalla, sarıkla ortaya koyuyorlar. Bunların tepkileri aslında, Sodom-Gomorra Kültürünedir…”2
Prof. Dr. Fehmi Baykan, fikir hürriyetinin yasaklanmasının şart olduğunu söylemekte ve TC anayasasının 13. Maddesini (Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması)  hatırlatmaktaydı. Bu değerli hocamız, Türkiye’de 1923’e kadar olan dönemi bir düalizm olarak açıklıyor; “Bir yanda “bilâ kaydü şart” batılı olma yanlıları, öte yanda da dini dünya görüşünü terk etmeden ilim ve fennin alınmasından yana olanlar.”3
Baykan,  bu ikili dünya görüşünden batı yanlıları zaferle çıktı, diyor ve ekliyordu;  “YASAK RAHMETTİR”4
Bugün Türkiye’de Taksim Gezi Parkı ile alevlenen olayların 20. Gününe gelindi. Tayip Erdoğan deyim yerindeyse geri adım atmak yerine bu olaylara karışanları ve özgürlük talebinde bulunanları çapulcu ilan etmektedir. Fakat devletin bekası için bir olağanüstü halin ortaya çıkmak üzere olduğunu hissettiren açıklamalar yapmaktadır. Tıpkı ‘irtica’ korkusuyla generallerin ve derin siyasetin yıllarca İslamik değerlere saldırısı gibi, ülkenin (DEVLET) tehdit altında olduğunu ve bunun dış bağlantılı olduğunu söyleyerek bir olağanüstü hal çığırtkanlığı yapılmaktadır. Yasakçı zihniyetin demokrasiyle iktidara geldiği birçok örnek tarihte gizlidir. Bunların en çarpıcı olanı ve modern totalitarizmin en güzel örneğini teşkil eden Nazi devleti örneğine bakarsak; “Hitler iktidarı alır almaz (ya da daha doğru bir değişle, iktidar ona teslim edilir edilmez), 28 Şubat’ta Halkın ve Devletin Korunması Kararı’nı ilan etti; bu karar, Weimar Anayasası’nın kişisel özgürlüklerle ilgili maddelerini askıya alıyordu. Karar hiçbir zaman yürürlükten kaldırılamadı, öyle ki bütün Üçüncü Reich hukuki açıdan on iki yıl boyunca süren bir olağanüstü hal olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan modern totalitarizm, olağanüstü hal aracılığıyla yalnızca siyasi hasımların değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak tanımlanabilir.”5 Agamben, İşte Hitler’in uygulamalarından günümüze Olağan üstü hal uygulamaları, “kalıcı acil durum halinin iradi olarak oluşturulması (büyük bir olasılıkla teknik açıdan bu dile getirilmese de), çağdaş devletlerin demokratik denilenlerinin de temel uygulamalarından biri haline geldi” demektedir. Tayip Erdoğan başkanlığındaki Hükümet önümüzdeki günlerde olağan üstü hal çağrısı yapıp Prof. Dr. Fehmi Baykan’ın bahsettiği TC anayasasının 13. Maddesinden bahseder mi diye düşünmeden edemiyor insan!
Türkiye’de 1997’de Prof. Dr. Fehmi Baykan’ın Sodom-Gomorra Piçleri diye tanıttığı üniversite gençliğinin bugün, fikir hürriyeti için savaş veren çapulcular olarak sahne alması ve Tayip Erdoğan’ın Fehmi Baykan ile aynı örnekleri vermesi acaba bir tesadüf müdür?


Dipnotlar
1 Eski Ahit ,Tekvin, Bap 19
2 Baykan, Fehmi, Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu Üzerine, Doğu-Batı Dergisi, Yıl:1 Sayı:1 Kasım,Aralık 1997 Sayfa: 110-112
3 Baykan, Fehmi, Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu Üzerine, Doğu-Batı Dergisi, Yıl:1 Sayı:1 Kasım,Aralık 1997 Sayfa: 117
4 Baykan, Fehmi, Fikir Hürriyetinin Sınırlanmasının Lüzumu Üzerine, Doğu-Batı Dergisi, Yıl:1 Sayı:1 Kasım,Aralık 1997 Sayfa: 121
5 Agamben, Giorgio, Olağanüstü Hal, varlık yayınları, Sayı:967, 1.Basım, Nisan 2008, Sayfa: 9


3 Haziran 2013 Pazartesi

CTP-BG NE YAPMALI?

Naim PINAR

CTP-BG NE YAPMALI?
Saray Otel, 27 Aralık 1970 tarihinde bir grup demokrat aydına ev sahipliği yapar. Bu demokrat aydınlar, iki yıldır devam eden çabalarının sonucunda, halkın yararına çalışacak bir siyasal partinin kuruluş bildirgesini buradan duyurur, halkına… Yeni partinin ismi bile kesin değildir. Fakat partinin halkı ezenlere ve hamasetle uyutup soyanlara karşı kesin bir muhalif tavrı vardır. Gençlere önem veren, Kıbrıs Sorunu’nun bir an önce bitmesini isteyen, üreten bir toplum düşleyen aydınlar, cesaretle baştaki Kıbrıs Türk Yönetimi Yürütme Kuruluna (Liderliğe) karşı oldukça sert eleştirilerde bulunurlar. 25 Aralık 1970 tarihli “Savaş Gazetesi”nde, hazırlık çalışmalarını yürüten ekip, parti adı olarak “Cumhuriyetçi Türk Partisi”, “Demokrat Türk Partisi” ve daha başka isimler üzerindeki kesin kararlarını 27 Aralık 1970 pazar günü yapılacak kuruluş toplantısında açıklayacaklarını bildiriyorlardı. Açıklamada, aynı gün yapılacak kurucular toplantısında parti tüzüğü ile parti programı tespit edilip, genel kurula kadar partiyi idare edecek Parti Meclisi seçilecek ve toplantı sonunda bir bildiri yayınlanarak halka açıklamalarda bulunacak denmekteydi. 1



Yeni partinin liderliğini üstlenen Av. A. M. Berberoğlu “Savaş Gazetesi”ne verdiği mülakatta şöyle diyordu: “Siyasi Partinin kuruluşu ile Kıbrıs Türk Toplumuna çok önemli bir hizmette bulunacağımıza inanıyorum. Toplumumuzun böyle bir örgüte sahip olmanın huzur ve gururunu duyacağından eminim. Kıbrıs Türk Toplumu bu siyasi aşamaya çok evvelden layıktı. Her sahada olduğu gibi olağanüstü hal dolayısıyla bu gelişme gecikmiştir. Demokratik düzenin kökleşmesi, Toplum ve kişi haklarımızın en kısa zamanda gerçekleştirilmesi amaçlarımızın başındadır. Toplumumuzun var olma mücadelesinde ve gelişme direnmesinde bize sırt çevirenlere ve bu kişilerin tutumlarına kıymet vermeden doğru bildiğimiz yoldan ayrılmayacağız. Tek parti rejiminin karşısındayız. Kuruluşumuzdan sonra, görüşlerimizi paylaşmayan çevrelere mensup kişilerin de birleşerek ikinci bir siyasi parti kurmalarını olumlu karşılayacak, bundan kıvanç duyacağız. Aydın çevrelerle, işçilerimizle, köylümüzle, esnafımızla ve bilinçli gençliğimizle el ele vererek ortak bir cephe kurmayı gerçekleştirmek yönünde çaba sarf edeceğiz. Toplumumuzun huzur ve refah içinde, geleceğinden emin olabileceği bir düzende yaşamasını sağlamak asıl gayemiz olacaktır.”2 Berberoğlu’nun sözcülüğünü yaptığı demokrat aydın grup, toplumsal sorunlara değinmekte, diktatörlük rejimine dönüşen liderliğin adeta önüne dikilmekteydi. 27 Aralık 1970 Pazar günü gelip çattığında, değişimden, ilerlemeden ve demokrasiden yana olanların partisi ilan ediliyordu. Artık siyasi tarihimizde demokrasi, değişim ve ilerlemenin adresi olarak “Cumhuriyetçi Türk Partisi” adı hep yazılıp çizilecekti. Peki ama CTP kurulduğunda sol bir parti miydi? Tabi ki ideolojik olarak sol bir parti değildi. Fakat Sol’un felsefesi açısından kesinlikle bunu içinde barındırmaktaydı. Cumhuriyetçi Türk Partisi, iki yıllık sancıdan sonra bir pazar günü, Saray Otel’de siyasal yaşama şu bildiriyle merhaba diyordu: “27 Aralık 1970 tarihinde kurulan Cumhuriyetçi Türk Partisi, Aziz Kıbrıs Türk halkına programının önemli prensiplerinden bazılarını duyurmakla kıvanç duyar. 1- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Batılı anlamda demokratik düzeni; insan şeref ve haysiyetine yaraşır, yurttaşın düşünce, hareket ve vicdan hürriyetine saygılı, faziletli, ileri bir toplum düzeni olarak kabul eder. 2- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Kadın ve erkek her Türk’ün ileri ve müreffeh bir hayat düzeyine ulaşmak için, halinden ve geleceğinden emin olarak, bütün imkânlarını serbestçe kullanmasını, halk egemenliği, hukuk devleti, sosyal adalet ve güvenlik esaslarına dayanan milli değerlerden kuvvet alan demokratik bir toplum düzeninin gerçekleşmesini ve Anavatan Türkiye ile her sahada daha yapıcı ve daha sıkı ilişkilerde bulunmasını amaç bilir. 3-Cumhuriyetçi Türk Partisi: Devlet idaresinin, Türk toplumuna anlaşmalarla tanınan bütün haklar mahfuz kalmak şartıyla, Kıbrıs’ta iki milli toplumun ortaklık esasına dayanması gerektiğine inanır. 4- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Milliyetçiliği, Türk toplumunun bütünlüğünü ve bunun dayandığı milli ruh ve bilinci yaratmak ve korumak anlamına alır. 5- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Devrimciliği, daima değişen dünya ve memleket şartları karşısında hayatın güvenlik içinde yükseltilmesi, Türk toplumunu her bakımdan ileri bir düzeye eriştirmek ve Atatürk devrim ve prensiplerini özenle korumak anlamına alır. 6- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Toplumumuzu iktisaden kalkındırmak gereğine ve her sınıfın yaşama şartlarının sosyal adalet ve güvenlik içinde yükseltilmesine dayanan sosyal düzen ve sosyal demokrasi prensiplerinin eksiksiz uygulanmasını ister. 7-  Cumhuriyetçi Türk Partisi: Devlet idaresinde tarafsızlığın esas olduğuna inanır. 8- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Memurların gerek hizmete alınmasında gerek hizmet içindeki terfiinde, her türlü siyasi etkiden uzak kalınarak liyakat ve ehliyetin esas tutulmasından yanadır. 9- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Kanun koruyuculuğundan yoksun işçi bırakmamayı ve emeği sömürüden korumak için gerekli tedbirlerin alınmasını amaç bilir. 10- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Milli gelirimizin önemli bir kısmını meydana getiren zirai üretimin öncelikle artırılmasını ve pazarlanmasını, varlığımızın devamı için zaruri sayar. 11- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Toplumumuzun ekonomisinin gelişmesi için ön planda küçük sanayi tutulmak üzere sanayileşmeğe büyük önem verir. 12- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Olaylar nedeniyle göçmen durumuna düşmüş vatandaşlarımızın uğradıkları zarar ve ziyanın en erken bir zamanda karşılanması ve her türlü güvenlik tedbirlerinin alınarak yuvalarına dönmelerini ve tüketici durumdan üretici duruma geçmelerinin sağlanmasını gerekli görür. 13- Cumhuriyetçi Türk Partisi: Yüksek öğrenim gençliğini düşman kamplara ayıracak ve gençleri birbirine düşürecek her türlü davranışlara karşıdır. Gençlerimizi Atatürk prensiplerine bağlı bir bütün olarak kabul eder ve bu şekilde eğitmeği görev sayar.” 3
CTP’nin kuruluş bildirgesi yukarıdaki 13 maddelik metinden ibarettir. Bildiride, hemen dikkat çeken “Anavatan” ve “Milliyetçilik” gibi kavramların kullanılmış olmasıdır. Fakat hemen belirtmek gerek ki, bildiri “Devrimcilik”, “Demokrasi”, “Sosyal Adalet”, “Tarafsızlık”, “Liyakat ve ehliyetli kişilerin memur alınması”, “Sendikalaşma”, “Sanayileşme”, “Üreten toplum” ve “Gençliğe” büyük önem vermektedir. Kısaca yeni kurulan parti, Kıbrıslı Türklere değişimin kaçınılmaz olduğunu bildirmekteydi.  Aradan yıllar geçmiş ve CTP’nin demokrat aydın kurucularının önem verdiği gençlik partide etkin rol oynamaya başlamıştır. O günlerin yüksek öğrenim gençliği, partinin değişimden yana felsefesinden yararlanarak partiyi dönüştürmüş ve CTP artık 1980’lere gelindiğinde “Sosyalist” çizgiye daha yakın bir konuma gelmişti. Yıllar geçmiş 2000’li yıllara gelinmiş, o günün yeni partisi bugünlerin köklü partisi olmuş ve dahası artık “Sosyalist Enternasyonal”e üye olmuştur. Yani partinin sosyalist değerlerin dışında hareket etmesi, artık hem emek çevrelerini hem de “Sosyalist Enternasyonal”e üye partileri de ilgilendirmektedir.
Geçmişten günümüze solcu ve sağcı kavramı çok farklı anlamlar kazanmıştır. Değişmeyen tek şey solun felsefesi olmuştur. ilk kez siyasal literatüre sol ve sağ ayrımı, 1789 Fransız Devrimi öncesi girmiştir: Burada devrim öncesi kurulan Fransız Konvansiyon Meclisi’nde başkana göre sağda oturan temsilciler ki bunları kral seçmekteydi, sağcı, halkın seçtiği ve başkana göre solda oturanlar ise solcu, yani burjuvazi solu temsil etmekteydi. Zira o zamanlar sağda oturanlar; ruhban sınıfı ve aristokratlar statüko yanlısı, gerici kesimdi. Burjuvazi ise çağının ilerici, devrimci kesimini temsil ediyordu. Sol ve sağ kavramının ilk ortaya çıkışı böyleydi. Fakat solu temsil eden burjuvazinin kralı devirerek (1789) yönetimi ele geçirmesinden 60 yıl sonra halkın haklarını, ilerlemeden, değişimden yana devinimini savunanın burjuvazi olmadığı görüldü. 1848’de Karl Marks’ın ortaya attığı değerler manzumesine göre artık burjuvazi, sağın temsilcisiydi. İlerici rolü son bulmuş, gerici konuma düşmüştü. CTP’nin 22. Olağan Kurultayından önce araştırmacı, yazar Dr. Nazım Beratlı, “CTP De Değişmeli Ama Ne?” adıyla parti içine yönelik yazmış olduğu kitabında bakın sol-sağ kavramları üzerine ne diyor: “…Sol herhangi bir politik hareketin üzerine alıp, sonsuza kadar taşıyacağı bir niteleme değildir. Tarihin herhangi bir döneminde, ilerlemeye, halkın genel çıkarlarına, daha genel bir deyimle, refah ve özgürlüğün eşit dağılımına yönelik politikaları savunan ve uygulayan politik güçlere sol: mevcut durumun korunması için mücadele eden, statükodan çıkarı olan güçlere de sağ denilmektedir. Ve görüldüğü gibi bu da göreceli bir kavramdır. Dün solcu; bugün sağcı olmak mümkündür. Ayraç, ilerlemeden, değişimden yana olmak veya olmamaktır.” 4
Solcu olmak veya sağda kalmak işte Beratlı’nın “Ayraç, ilerlemeden, değişimden yana olmak veya olmamak” diye özetlediği sol felsefe CTP’nin kuruluşunda mevcuttu. Fakat yıllar içerisinde yaşanan iktidar dönemleri ve parti içerisindeki çeşitli eksikliklerden toplum nezdinde CTP, ciddi yara almıştır. Bugün sömürünün niteliği ve Marks’ın Proletarya tanımı boyut değiştirmiştir. Değişmeyen tek şey değişimin kaçınılmaz olduğu gerçeğidir. CTP’nin kuruluş bildirgesinde ilerlemeden yana, değişimden yana ruhu hissedersiniz. O günlerde yüksek öğrenim gençliğine kucak açan parti, değişimden yana felsefesini hiç kaybetmemiştir. Fakat sosyal adalet, sömürüye karşı mücadele gibi sosyalist ideolojinin var olma mücadelesinde zaman zaman eleştirilere hedef olmuştur. CTP, bugün 43 yıllık tecrübeyle bir kez daha iktidar olmaya hazırlanıyor. Bu kez, iktidar olmadan birçok çevrenin eleştirilerini üzerinde topluyor: Akademisyenler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri, değişimden, ilerlemeden ve sosyalist politikalardan bahsetmeyen bir CTP, ayracın sağında kalacak diyorlar.
CTP-BG’nin her kademesinde görev almış olan Ferdi Sabit Soyer, 17 Mayıs 2013 tarihli Havadis Gazetesine verdiği mülakatta, CTP kurultayına yönelik adaylığı ve çeşitli konularda açıklamalarda bulunmuş, CTP-BG’nin kurultaydan önce iktidara gelirken halka ne yapacağını anlatmasının gerekliliğinden bahsetmişti: “Örneğin hangi daireler birleştirilecek, özerkleştirme politikamız ne olacak, kamu verimliliği için ne yapılacak bunları anlatmak gerek…”  demiştir.
Değişimden yana, halkın yararına iktidara aday olunacaksa, bunun somut, sosyalist politikalar şeklinde ortaya konması gerekmektedir. Yoksa UBP’nin yapmış olduğu, anti demokratik uygulamaları düzeltmek, halkın refahını ve özgürleşmesini sağlamaya yetmez. Asgari ücretle geçinmeye mahkûm olan özel sektör emekçilerinin yaşamlarını sürdürmek için çektikleri, gerek psikolojik gerekse de ekonomik sıkıntılara nasıl çareler üretilecek. Örneğin EL-SEN ile görüşülüp, iktidar döneminde birlikte ortaya konacak bir proje açıklanamaz mı? Ücretsiz sağlık, ücretsiz eğitim için ne yapılacağı anlatılamaz mı? Sosyalist değerler ve CTP’nin kuruluşundaki değişimden, ilerlemeden yana ruh bunları yapmaya yeter de artar.  
Sarhoş oldum da
Seni hatırladım yine;
Sol elim,
Acemi elim,
Zavallı elim!

Orhan Veli Kanık


Dipnotlar
1 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, 25 Aralık 1970, Sayı:93, Sayfa: 1
2 AGE, Sayı:3, Sayfa: 1
3 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, 1 Ocak 1971, Sayı:94, Sayfa: 1-4
4 Beratlı, Nazım, CTP De Değişmeli Ama Ne?, Işık Kitabevi, Birinci Baskı, Haziran 2009, Lefkoşa, Sayfa: 5