29 Aralık 2013 Pazar

SOKAĞIN SANA DEDİĞİNİ YAP

Naim PINAR
SOKAĞIN SANA DEDİĞİNİ YAP

“Çok yakında gidecek olan yıla elveda derken içkiyi biraz fazla kaçırmıştım ve Cadiz sokaklarında nereye gittiğimi bilmeden yürüyordum. Pazar yerine nasıl geldiğini sordum. Bir ihtiyar sırtını yasladığı duvardan kurtardı ve çok isteksiz bir biçimde, hiçbir tarafı işaret etmeden beni yanıtladı:
-Sokağın sana dediğini yap.
Sokak bana söyledi ve ben de vardım. Nuh, birkaç bin yıl önce, pusulasız, yelkensiz ve dümensiz bir yolculuk yapmıştı. Gemi, rüzgârın söylediği yöne doğru kendini bıraktı ve tufandan kurtuldu.”1
Eduardo Galeano “Ve Günler Yürümeye Başladı” adını verdiği kitabında tarihte bugün yani 29 Aralık günü için “Yol Kaderdir” diyor ve yukarıdaki bilgileri kendine has anlatımıyla kaleme alıyordu. Yolunu kaybedenlere ilham verecek bir yanıt veriyor Galeano’nun isteksiz ihtiyarı.
***
Sokağın Dediği…
Yarım yurdun sokaklarındaki insanlar, 10 yıl aradan sonra yurdun yeniden birleşmesi umuduyla Annan Planı benzeri bir Moon planı veya Ban Ki planı ile umutlanmaya başlamıştı ki, ortak metin krizi ile yine yarım kalan umutlarına su serpecek, umutları yeşertecek başka gelişmeleri beklemeye geçti. Uzun yıllardır “Pause” tuşu basılı kalan bu film bir türlü hareket etmiyor ve sonu merakla bekleniyor. Bu arada yarım yurdun insanları, günlük işlerine geri dönüyor, günlük sıkıntılarına çare üretecek siyasileri seçtiklerini umut ederek yaşamlarını devam ettiriyorlar. Fakat giden geleni aratıyor, ekonomik sıkıntılar gün geçtikçe artıyor. Sokak daralıyor. Esnaf, siftah yok diye şikâyetçi, vatandaş ise zamlardan dertli. Alım gücü düşük ve döviz tırmanışta, haliyle iş insanları riske girmenin tehlikelerini anlatıp durmakta, siyasiler ise bir birini suçlamakta.
Buna rağmen yarım yurdun insanları henüz isteksiz ihtiyarla tanışmadı. Vatandaş alabildiğine bir sarhoşlukla sokakta varmak istediği yere doğru yola çıkmış görünmüyor. Halen olaylar evden TV aracılığıyla ya da pencereden izlenmektedir. Pencereden bakan ve çöpleri gören vatandaş anlıyor ki bu ay belediyenin yönetiminde sorunlar başladı veya maaşlar ödenmedi. TV’deki haber ve tartışmaları izleyenlerse ne olacak bu yarım yurdun hali diye içlenmektedir. Yarım yurdun maalesef sadece kamu’da örgütlü sendikaları ise nöbetçi eylemci durumunda, sıklıkla isyandalar, bu bana Don Kişot’un yel değirmenleriyle yaptığı ve muzaffer olmayı beklediği o büyük cengi hatırlatıyor. Ama onlarında isteksiz ihtiyarla henüz tanışmadıkları apaçık ortada. Siyasilerin sokağın dediğini yapıp varmak isteyecekleri bir hedefleri var mı bilemiyorum. Fakat bizim memleketin sokaklarını bilmeyenlerin varmak istedikleri bir hedefleri olduğunu bilmek için de kâhin olmaya gerek yok. Önce Anadolu’dan “asrın projesi” ile su daha sonra da elektrik gelecek, peki bu projenin hedefi tam olarak nedir? Sadece ülke tarımını geliştirmek ve kurak adamızı şenlendirmek olmasa gerek. Bunun analizini bizleri pusulasız, yelkensiz ve dümensiz yolculuğa zorunlu çıkaran çağdaş Nuh’lar yapmış olmalı diye düşünüyorum. Fakat bize yol gösterecek olan o ilahi yel henüz kendini göstermemiştir. Yaşadığımız son on yıl tam bir Tufan izlenimi vermekte, sosyal hayatta yaşam standartlarımız gittikçe kötüleşmiş, siyaset ölüm döşeğinde can çekişmekte, yarım yurdun insanları ise sokağa bakıp iç çekmekten öteye gidememektedir.
İlahi rüzgâr, onu yaratanın ruhuyla esmeli bu küçük Ada’da, o rüzgâr ki; her şeye kadir olan olmalı, fakat rüzgârı gerçek kılacak ruh henüz bizim sokaktaki isteksiz ihtiyarla tanışmamış olmalı. Yarım yurdun insanları olarak ciddi bir siyasi boşluk dönemi yaşıyoruz. Lider sandığımız veya lider olarak hayal ettiklerimiz ruhumuzu daraltmaya başladı. Belki de böylesi daha iyi olmuştur. Bu sayede sokaktaki isteksiz ihtiyara rastlamamız için önce sokakta olmak gerektiğini anlarız. Bir kez topyekûn yola çıksak, belki de ihtiyar o kadar da isteksiz davranmaz bizlere…
***
Deneyimin Ölümü…
Giorgio Agamben, “Çocukluk ve Tarih” adlı eserinde “Çağdaş insan kendi özyaşam öyküsünden yoksun kaldığı gibi, deneyimi de elinden alınmıştır.”2 diyor. Agamben’in bu analizi aslında bizler içinde kısmen geçerlidir. Agamben’e göre çağdaş insanın ortalama bir günü deneyime çevirebilecek neredeyse hiçbir şey içermemektedir; “… ne erişemeyeceği bir mesafeden ona ulaştırılan haberlerle dolu bir gazeteyi okumak, ne de trafik tıkandığında otomobilin direksiyonunda geçirdiği dakikalar; ne büyük kentlerde toplu taşıma araçlarında yaptığı tatsız yolculuk, ne de aniden ana caddeleri tutan gösteriler. Ne şehir merkezindeki binalar arasından havaya süzülen göz yaşartıcı bomba dumanı ne de nereden geldiği meçhul silah sesleri; ne gişe önünde kuyrukta beklemek ya da süpermarketin masalsı bolluk ülkesine yapılan ziyaret ne de otobüs ya da asansörde tanımadığı insanlarla yaşadığı dilsiz yakınlığın geçmek bilmeyen dakikaları… Modern insan akşam evine-eğlenceli ya da sıkıcı, sıra dışı ya da sıradan, korkunç ya da keyifli-bir sürü olay yaşamış ve tükenmiş olarak döner ama bu olayların hiçbirini deneyime dönüştürememiştir.”3
Çağdaş insanın günlük yaşamdan el çekmesi ve sanal paylaşımla, sosyal medya üzerinden kendisine ait olmayan bir yaşam alanına sıkışmış olması, yanılsamanın ta kendisidir. Facebook ve Twiter gibi sosyal paylaşım ağlarında yazılan-çizilen fikirler veya protestolar deneyim yoksunu olduğundan insanın insani olandan uzaklaşmasına yol açmaktadır. Deneyime dönüşmemiş her an sokağın isteksiz ihtiyarına rastlamamıza engel olmaktadır.
Agamben’in deneyimin otorite kılığına girdiği biçimler olarak atasözleri ve özdeyişleri işaret etmesi ve bugün onların yerini alan sloganların deneyimini yitirmiş insanlığın atasözleri olarak görmesi dikkate değerdir. Tabi ki Agamben, bu tespitiyle bu bugün deneyimlerin var olmadığından bahsetmemektedir. Deneyimlerin yine var olduğunu fakat bunların insanın dışında geliştiğini vurguluyor. Agamben’e göre daha tuhaf olanı, insanın bu deneyimleri belirgin bir rahatlama hissiyle seyrediyor olmasıdır. 4 Yarım yurdun insanları olarak yarım asırdır çeşitli sorunlarla cebelleşip duruyoruz. Tüm bu sorunlara çare olmak için uzun bir demokrasi mücadelesi veren, halkı anlayan, yurdunu aşkla seven bir parti vardı bir zamanlar... Sokakta olmaktan gururlanan, sokağın bir parçası olarak görülen Cumhuriyetçi Türk Partisi bile şimdilerde sokağın isteksiz ihtiyarını görmekten çok uzak...
3-5 sene önce şimdilerin First Lady’si Meral Hanımın siyasi bir tartışmada CTP’liler için “Onlar sokağın insanlarıdır”  sözleri CTP’ye gönül veren partizanlar tarafından gurur vesilesi olmuş ve halk nazarında da sokağın ruhu CTP’de yaşamaya devam etmişti. Şimdi ise sokağın sesine kulak tıkayanlar kervanına katılan CTP, birçok partizanına ve sempatizanına hayal kırıklığı yaşatmaktadır. Yarım yurdun sokakları gidilecek hedeflere ışık tutacak isteksiz ihtiyarın deneyim dolu sözleriyle yankılanmaktadır. Sokağın bir insan olarak gördüğümüz hep saygı duyulup övdüğümüz gerçek bir lider olan “CTP”nin ruhunu yansıtan Naci Talat’ın “Kimdir Be Bunlar” çıkışı o günlerin sokağının ortak deneyimin bir sonucuydu. 1990’ların başında söylenen bu sözleri bugün kullanan deneyim yoksunu siyasilerin bir an için sokağa dönüp bakmaları ve artık sokağın dediğini yapmalarının zamanıdır. Sokaktaki diğer seslerden biri olan Ciğerci Ahmet Dayı’nın “Fasulyenin yahnisi gitti geldi aynısı” sözleri sokaktan çıktığı için halen tazeliğini korumaktadır. Sokak, deneyimlerle doludur. Sokak varmak istediğin hedefin kılavuzudur. Sivil toplum örgütleri ve sendikalardan sıklıkla duyduğumuz bu halk sokağa inmelidir sözleri maalesef hayat bulmamaktadır. Siyasilerin bu durumu bir fırsat olarak görüp, toplumu adeta umutsuzluklarıyla baş başa bırakmaları, sokağın isteksiz ihtiyarını görmezlikten gelmeleri, çıkmaz sokaklarda kaybolup gitmelerine neden olacaktır.

Dipnotlar
1 Galeano, Eduardo, Ve Günler Yürümeye Başladı, “Yol Kaderdir”, Sel Yayıncılık, Birinci Baskı, 2012,İstanbul,  S:401
 2 Agamben, Giorgio, Çocukluk ve Tarih, Kanat Kitap, Birinci Baskı, Mart 2010,İstanbul,  S:15
3 Agamben, Giorgio, Çocukluk ve Tarih, Kanat Kitap, Birinci Baskı, Mart 2010,İstanbul,  S:16
4 Agamben, Giorgio, Çocukluk ve Tarih, Kanat Kitap, Birinci Baskı, Mart 2010,İstanbul,  S:17











8 Aralık 2013 Pazar

BAŞKAN PİNOCCHİO

Naim PINAR
BAŞKAN PİNOCCHİO
1881’de yazar Carlo Collodi’nin hayat verdiği marangoz Geppetto tarafından yaratılmıştı Pinocchio. Kısa sürede çocukların sevgilisi olmuştu, haylaz ve eğlence düşkünü kukla, Eduardo Galeano’nun betimlemesiyle; “Geppetto ellerlini çam ağacından daha yeni yapmıştı ki, kukla peruğunu çalıp adamı kel bıraktı. Ve bacaklarını tamamlar tamamlamaz da Pinocchio koşarak kaçtı ve onu polise ihbar etti.”1 Kukla, çılgın bir kimliğe sahipti. Kendisini yontarak şekil ve hayat veren ikinci “yaratıcı tanrısı” olan Geppetto’ya dahi bağlılığı yoktu. O, oyun düşkünü yaramaz bir çocuktu. Her sıkıştığında yalan söylemeyi adet edinmişti. Fakat büyük bir sıkıntı vardı, yaradılışından gelen. Aslında bu yaratılış noksanlığı onu eşsiz kılıyordu. İnsanoğlunun aksine yalan söylediğinde burnu uzuyor, ilk yaratıcı tanrısı Collodi’nin lanetine uğruyordu. Collodi, ruhu olan bir kukla düşlemişti. Geppetto usta ise kendisine bağlı, laf dinleyen uslu bir çocuk düşlemekteydi. Collodi’nin Geppetto ustaya çizdiği kader, kukla oğlu Pinocchio’nun hainlik ve yalanlarıyla mücadele içinde geçecekti. Geppetto, tüm bunlardan habersiz sevgiyle şekil vermişti, çam kütüğüne…
***
Collodi, romanda Pinocchio için şu sıfatları uygun görmüştü; iblis (İmp), yaramaz (rascal), hayırsız (scapegrace), rezil (disgrace), pasaklı (ragamuffin) ve dolandırıcı (rogue) vb. Pinocchio, 1881’de yayınlanan Collodi’nin orijinal hikâyesinin kötü karakterli başkahramanıydı. Floransa’nın Collodi köyünde doğan Carlo Lorenzini’nin orijinal adını bile tam olarak bilmeyen Pinocchio severler, yalan söylediğinde burnu uzayan bu kukla’nın gerçek hikâyesiyle değil, 1940’da Walt Disney’in onu beyaz perdeye taşıdığı ve deyim yerindeyse düzelttiği hikâyesiyle tanımaktadır. Hâlbuki Collodi’nin eserinin sonunda yaramaz, iblis ve dolandırıcı Pinocchio bir meşe ağacında idam edilmekteydi.
Babasına karşı devamlı kötü davranışlar sergileyen bu hayırsız kukla, oldukça vicdansızdı. Orijinal (1881) eserdeki Jiminy adlı ziziro (ağustos böceği) Pinocchio’yu babasına karşı kötü davranmasın diye uyarmaya kalktığında buna oldukça sinirlenen hayırsız kukla eline aldığı çekiçle zizironun kafasını oracıkta param parça eder. İşte tüm bu kötülüklerinden ve hainliklerinden sıkılan Carlo Colodi, Pinocchio’nun ölmesi gerektiğini düşünür ve onu idam eder.
***
Eduardo Galeano’ya göre Walt Disney 1940’da Pinocchio’yu Hollywood’da vaftiz etmişti.2 Günahlarından arındırılan kötü karakterli kukladan geriye sadece insan bedenine kavuşmak için maceralara atılan, ara da bir yanlış yola düşen, haylaz fakat sevimli bir kukla kalmıştı. Onu eşsiz kılan burnu yalan söylediğinde hala uzuyordu. Collodi’nin laneti peşini bırakmamıştı.
***
Collodi’nin romanında, Pinocchio gece boyunca konuşan sıpanın sırtında yolculuk ettikten sonra, şafak sökerken “eğlenceler ülkesine” neşe içinde ulaşır. Agamben, “Çocukluk ve Tarih” adlı eserinde Colodi’nin bu ütopik çocuk cumhuriyeti için şöyle diyor: “Bu ülke dünyanın hiçbir ülkesine benzemiyordu. Nüfusu tamamıyla çocuklardan oluşuyordu. En büyükleri on dört, en küçükleri ise sekiz yaş civarındaydı. Sokaklarda neşe, bir şamata, aklınızı başınızdan alacak bir gürültü! Her yerde, sürüyle yumurcak vardı: kimi misket, kimi seksek, kimi top oynuyordu; Körebe oynayanlar, koşuşturup duranlar, palyaçolar gibi giyinip ateş yutanlar… Kimi rol yapıyor, kimi şarkı söylüyor, kimi ölümcül atlayışlar yapıyor, kimi elleri yerde ayakları havada yürüyerek eğleniyordu. Kimi çember çeviriyor, kimi başında kâğıttan şapka ve oyuncak süvarileriyle general kılığında salınıp duruyordu. Kimi gülüyor, kimi çığlık atıyor, kimi sesleniyor, kimi ellerini çırpıyor, kimi ıslık çalıyor, kimi tavukların yumurtlarken çıkardıkları sesi taklit ediyordu: Kısacası, öyle bir kıyamet, öyle bir cırıltı, öyle bir şamata vardı ki, sağır olmamak için kulaklara pamuk tıkamak gerekirdi. Tüm meydanlara küçük tiyatro çadırları kurulmuştu.”3
Collodi nerde hata yapmıştı. Agamben’in hayalî olarak bahsettiği “Eğlenceler Ülkesi” gerçekten var olmuş olabilir mi? Pinocchio ve en az onun kadar yalan söyleyen insanların yaşadığı bir ülke, bu çağda hem de Akdeniz’de…
***
Başkan Pinocchio’nun ülkesi…
Bu ülkenin de yerkürede eşi benzeri yoktur. Dünyada sadece Pinocchio’nun gece boyunca sıpa ile konuşarak varmaya çalıştığı “Eğlenceler Ülkesini” andırmaktadır. Nüfusun çoğunluğu rengârenk kişi ve kişiliklere sahip, yalan ve boş vaat dinlemeye meraklı kişilerden oluşmaktadır. Renkler yalana olan kabiliyete göre değişkenlik göstermektedir.  Turuncu renk üstat sınıfını temsil etmekte, kırmızı renk yardımcı üstat, yeşil renk çırak, mavi ise çaylak olarak değerlendirilmektedir. Fakat zaman zaman turuncu rengin temsilcileri kırmızı, kırmızı rengin temsilcileri turuncu, yeşil rengin temsilcileri ise bazen kırmızı bazen de mavi olabilmekte veya rengini kaybederek solmaktadır. Toplumun renksiz kesiminin oluşturduğu sınıf ise azınlık durumdadır. Keza bu azınlık sınıftan da arada bir ciddi sıçrama gösterip direkt olarak turuncu renge yükselenler de çıkabilmektedir. Başkan Pinocchio’nun ülkesinde, resmi tören ve kokteyller sıklıkla yapılmaktadır. Ülkenin sade vatandaşı ciddi geçim sıkıntısı yaşamakta fakat eğlencesinden de geri kalmamaktadır. Ülke insanı, yalan söyleme kabiliyeti gelişmiş kişilere karşı hayranlık beslemektedir.
***
Ülkenin en değerli kaynağı ithalat’tır. “Mama” adını verdikleri ülkeden ithal edilen seçme yalanlar, her 2-3 yılda ülke gündemine bomba gibi düşmektedir. Ülkenin her bölgesinde yalanla beslenen bedenler vardır. Sokaklarda burnu uzamasa da namı gittikçe büyüyen Pinocların* isimleri kulaktan kulağa fısıldanmaktadır. Ülkenin emek kesimi her seçim öncesi ve sonrası eylemler düzenlemektedir: Bir gün özlük hakları, bir gün emekçi paraları, bir gün eğitim ve sağlık hakları vb. Fakat her eylemden sonra bir yerlerde konyak, kebap ve biraz eyleme dair kritik adetten olmuştur. Pinocchio Eğlence Çadırının aldığı kararlara karşı nümayiş yapan renksiz azınlık, Ziziro Grubu olarak bilinmektedir. Bu grubun her isyanında bizzat “Mama”nın talimatıyla Pinocchio kolluk güçleri müdahale ederek, zaman zaman da aşırı güç kullanarak susturulmaya çalışılmaktadır. Başkan Pinocchio ve diğer Mama severler tarafından Ziziro Grubu, marjinal olarak görülmektedir. “Mama”ya ziyarete giden iş çevreleri, Eğlence Çadırı Üyeleri ve Başkan Pinocchio, her ziyaret öncesi Mama yetkililerine, Ziziroların azınlık bir grup olduklarını tekrarlamaktadırlar. Fakat bunun da yalan olabileceği şüphesi taşıyan Mama yetkililerinin bu konudan huzursuz oldukları ortadadır. Bu nedenle geleceği kurtarmak için eğitim alanında köklü değişiklik yapılması gerektiğine kanat getiren Mama Lideri “Başkan Pinocchio”nun ülkesindeki zararlı Ziziroların yerine söz dinleyen, düzene uyan karıncalar yetiştirmek üzere, Başkan Pinocchio’nun ülkesine özel yeni eğitim paketleri hazırlatmıştır. Yeni eğitim paketine göre, o güne değin “Mama” eski liderlerinin tarih derslerinde okutulmasını uygun buldukları, “Pinocchio” ile aynı yıl doğan (1881 NP) Selanikli liderin hayatı yerine, artık yaratıcı Carlo Collodi’nin kutsal kitabı “Le Avventure Di Pinocchio” okutulacaktı. Üstelik kız ve erkeklere renklerine bakmaksızın eşitlik getiriliyor ve ayrı sınıflara kavuşturuluyorlardı. “Mama” ülkesi nezle olsa Başkan Pinocchio’nun ülkesi bir anda grip oluyordu. Bunu durmadan dile getiren renksiz azınlık “Zizirolar”, bu sorunlara çare üretemediğinden, onların çocukları da bu istemedikleri eğitim reformundan nasibini alacak ve Başkan Pinocchio’nun ülkesinin geleceği garanti altına alınacaktı. Başkan Pinocchio’nun ülkesinde zaman zaman renkli tiyatro çadırları kurulurdu. Bu çadırlar, ülke nüfusunun taraftarı olduğu renklerdeki kendi çadır reislerinin seçimi için kurulmaktaydı. Hatta son yıllarda turuncu ve yeşil çadırlardaki reis seçimleri çok ateşli yalan ve dalaverelere sahne olmaktaydı. Enteresan bir şekilde farklı renkteki çadırlar arasında dayanışma ve eğlence birliği vardır. Turuncu çadır içindeki reis seçimi, yeşil çadırdakileri eğlendirmekte, yeşil çadırdaki reis seçimi de turuncu çadırdakileri eğlendirmektedir. Diğer renklerdeki çadırlar da yine birbirilerini eğlendirmekten geri kalmamaktadır.
***
Ülkenin başkentinde “Yalan Ağacı” olarak bilinen bir de kutsal ağaç vardır. Yalan Ağacına her yıl adakta bulunan ülke insanı, basit bir yalan yazarak gerçekleşmesini beklemektedir. Adak yalan olduğundan gerçekleşmediği zaman üzülen de olmamakta ve eğlenceler ülkesinin tadı kaçmamaktadır. En iyi yalancılar, her beş yılda bir yapılan “Pinocchio Eğlence Çadırındaki” kutsal kukla tahtına oturmak için yarışmaktadır. Bu yarışta belirleyici unsurlar; “Mama” adını verdikleri deniz aşırı ülkenin yollayacağı maddi destek, söylenebilecek en kaliteli yalanlarla süslenmiş propaganda sürecinin başarısı ve Başkan Pinocchio makamına oturmak isteyenlerin ülke ahalisi üzerindeki etkisi. Ülke milenyuma girdiği günden bugüne “Başkan Pinocchio” makamı için rekabet daha da artmıştır.  Eğlenceler Ülkesinin yöneticilerinin yegâne amacı, önce kutsal kukla tahtına oturmak ve bir gün kutsal yaratıcı tarafından sihirli bir dokunuşla uyandıklarında insan bedeninden arınmış, Yalan Ağacının kütüğünden güzel işlenmiş gerçek bir kukla bedenine sahip olmaktır. İnanışa göre esas amaç, Mama ülkesine eller ve ayaklardan tam bağımlı olarak bağlanmaktır. Bu ulu mertebeye erenler hem kendi geleceklerini hem de Eğlenceler Ülkesinin geleceğini garanti altına alacaktır.
***
Eğlenceler Ülkesini bekleyen en büyük tehlike çok çok uzun zaman önce “Renksiz” bir kâhinin tarafından tarihi Pinocchio Yazıtlarına anarşist bir eylemle yazıldığı düşünülen ülkedeki her şeyi doğrular ve gerçekler üzerine yeniden inşa edecek olan bir neslin varlığından bahsettiği “Burun” kehanettir. Bu şeytani burun kehanetine göre; Önce eğlenceler ülkesindeki elektrik kesilecek, herkes karanlıkta kalıp renklerini göremediği zaman ne hakkında konuşulursa konuşulsun gidilecek yer hakkında bile doğru söylenmeye başlanacak ve bu sonun başlangıcı olacaktır. Kehanetin giriş bölümünde elektrik kesintisi akabinde olacaklar için şöyle denmektedir: “İçinizden her kim ki bir mum yakıp kendi aydınlığında yalan söylemeye başlarsa, bu sadece mumun söneceği vakte kadar devam edecektir.” Bunu gören ülke ahalisinin, yalanın da bir sonu olduğunu anlayacağını, irkilip uyanacağını söyleyen Burun kehaneti, bu olaylarla birlikte ülkedeki yalan söyleyen insanların burunlarının hızla uzayacağını bildirmektedir. Burun Kehanetine göre, en korkunç son ülkeyi idare eden kukla tahtındaki Başkan Pinocchio’yu beklemektedir. Renksiz kâhine göre, karanlıkta doğacak olan nesiller karanlığın sebebi olarak Başkan Pinocchio’yu hedef alacak ve Mama ülkesinin idarecilerine karşı direnişe geçerek tamamen doğrular üzerine yeni bir ülke inşa edeceklerdir. Eğlenceler ülkesindeki eski yalan üstatları da bu devrim sonrası yargılanacaktır. Başkan Pinocchio ise Kutsal Yalan Ağacı’nda idam edilecektir. Pinocchio kutsal yazıtlarında ülkenin sonunun Mama’dan olacağı yazılıdır. Fakat tarih belirtilmemektedir. Muhtemelen bu da yalandır diye düşünen eğlenceler ülkesi sakinleri, günlük yaşamlarına devam etmekte, renkleriyle övünüp, renksiz yurttaşları hor görmektedirler. Fakat eğlenceler ülkesindeki insanların bazıları bu korkunç gerçeklik, acaba başımıza gelir mi diye düşünmeden edememektedir. Bundan dolayı da Başkan Pinocchio, Mama ile olan kutsal bağı güçlendirip bir an önce Yalan Ağacının dokusunun kendisine sihir yoluyla nüfus etmesi için her gün ama her gün TV, radyo ve gazeteler aracılığıyla inanılmaz yalanlar söylemektedir.  İçinde kısıldığı insan bedeninden kurtularak tam teşekküllü bir kuklaya dönüşeceği gün için var gücüyle çalışmaktadır…
***
Carlo Collodi’nin, 1881’de “Le Avventure Di Pinocchio” adlı eseri ve anlattıkları dehşet verici, kötü karakterli bir kuklanın maceralarını içermektedir. Carlo Collodi, bu denli kötü karaktere sahip hayırsız, yalancı ve şeytani kuklayı idam etmekten başka çare bulamaz. Fakat 1940 tarihinde Hollywood yıldızı olan Pinocchio, bir ülkeye başkan olacak kadar hiçbir masal ve romana konuk olmamıştır. Fakat yalan dendi mi, kuşaktan kuşağa hemen tüm zihinlerde canlanan figür olmayı başarmıştır Pinocchio.
Mevlana’nın en sevdiğim sözlerinden oldu, okuduğum ilk andan itibaren; “Dün geçti gitti, dün gibi, Dünün sözü de geçti; bugün yepyeni bir söz söylemek gerek.” Evet bence de artık yeni bir söz söylemek gerek ama kim söyleyecek Pinocchio mu?

DİPNOTLAR
1 Galeano, Eduardo, Ve Günler Yürümeye Başladı, Sel Yayıncılık, Birinci Baskı, Kasım 2012, S:247
2Galeano, Eduardo, Ve Günler Yürümeye Başladı, Sel Yayıncılık, Birinci Baskı, Kasım 2012, S:247
3 Agamben, Giorgio, Çocukluk ve Tarih, Kanat Kitap 92, Birinci Baskı, Mart 2010, S:77
*Pinocchio Sözlüğüne göre, Pinoc; bir konu hakkında gerçek olmayan veya hiç olmayan şeyleri saniyeler içerisinde söyleyebilen muhterem kişi.  







3 Kasım 2013 Pazar

DEJAVU

Naim PINAR
DEJAVU
Dejavu, daha önceden yaşanmış bir anı tekrar yaşama hissi olarak tanımlanır. Kıbrıslı Türklerin siyasi yaşamı “Dejavu” diye tanımlanan olaylar zinciriyle doludur. 1963 sonrası oluşan koşullarla Kıbrıslı Türkler, siyasal dejavu dönemine adım atmış oldu. O günden bu güne bir kısır döngüdür gidiyor. Önce göçmenler sorunu, daha sonra memur ve öğretmen maaşları, siyasi kavgalar, toplumlar arası çatışmalar ve baskı rejimini yâd eden siyasiler…
1960’lı yılların sonunda başlayan “toplumlararası görüşmeler” hala devam ediyor. Ekonomik sıkıntılar belki değişmedi, fakat büyüdükçe büyüdü. Öğretmen ve memur grevleri artık günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Her yıl “hükümet” bütçesi yapılırken (bazen de yapılamazken), sendikalarda eş zamanlı grev ve eylem planlarını bir odada karara bağlar oldu.
Siyasi partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri birer birer etkinliğini ve örgütlülüğünü yitirirken, halk dejavu yaşamaya devam etmektedir. Siyasi partinin kurultayı mı yaklaştı,  gündem belli; “aday kim/kimler” ve “kavgaların boyutu”. Yarım asırdır aynı sorunları yaşıyoruz. 1960’lı yılların sonundan itibaren dünya gündemini yakından takip eden Kıbrıslı Türkler yazılı medya aracılığıyla deyim yerindeyse dünyadan haberdar oluyordu. Gazetelerin verdiği havadisler günlük konuşmaların odağını oluşturmaktaydı.
O yıllarda Kıbrıslı Türkler, toplumlararası görüşmelerin seyrini merak ediyor, göçmenler durumumuz ne olacak diye kara kara düşünüyor, memur ve öğretmenler maaşlarını almak için 45-50 gün süren ay sonunu bekliyordu. 1969’un on birinci ayında Kıbrıslı Türkler Savaş Gazetesinde kendi sorunları ve siyasi gelişmeler yanında Anadolu Ajansından çıkan dünya gündemini de takip edebiliyordu: “Kolombiya Millet Meclisi aldığı bir kararla milletvekillerinin boks ve karate öğrenmelerini mecburi kılmıştır. Millet Meclisinde açılan bir jimnastik salonunda, yaşları ne kadar büyük olursa olsun, bütün milletvekilleri boks ve karate öğrenmeğe başlamışlardır. Meclis Başkanlığı bu karara gerekçe olarak son zamanlarda bazı milletvekillerinin sokakta bir takım kimselerin saldırılarına uğrayarak dayak yemelerini göstermektedir. Bu konuda görüşlerini belirten milletvekillerinin çoğunluğu bu karardan duydukları memnunluğu belirtmişlerdir.”
Kıbrıslı Türkler, Kolombiya’da yaşanan bu “demokrasi” hadisesini tebessümle okuyordu. Aynı gazeteden üzülerek okudukları haberler genelde kendi durumları ile ilgili olan yayınlardı:
 “Greve karar verdi ilkokul öğretmeni
Bu sömürü düzeni artık bitsin diyorlar
Yıllardır cep doldurup halkı perişan eden
Yetersiz adamcıklar çekip gitsin diyorlar.”2

O günlerde yazılan bu şiir durumu özetlemekteydi. Gazetelerde okunan iç haberler bugün okuduklarımızdan pek farklı değildi. Zamlar konusu devamlı ekonomik gündemi meşgul ediyor, maaşlarını her ayın 45’inde almak zorunda kalan memur ve öğretmen ciddi sıkıntılarla boğuşuyordu:
“Ekmeğe zam yapıldı, sandviç pahalandı
Ettin okkası çıktı liranın da üstüne
Otomobil vergisi, radyo ruhsatı derken
Soğuk bir su içmeli maaşların üstüne…”3

Toplumlararası görüşmeler derseniz; tam bir kördüğümdü. Denktaş ve Klerides görüşüyor, kebaplar, tatlılar yeniyor konyaklar içiliyor, fakat sonuç bugünkünden farklı olmuyordu. İki tarafta bir adım geri atarak ortak paydada buluşamıyordu. Gazetelerde görüşmeler konusunda “Topluma Gazel” adlı şiirlerle durum anlatılmaktaydı:

“Görüşmelerden sonuç sıfıra sıfır demek
Ve senin kaderindir ey toplumum beklemek
İsmet Paşa aldanmış inanıp Bay Johnson’a
Ne yazık bunun için atmamış Rum’a kötek.
***
Neticede kabaklar başımıza patladı
Yıllardır yaptığımız dertlere dert eklemek.
Denktaş’la Klerides ne konuşurlar bilmem
Elbette güzel oluyor buluşup kebap yemek…”4

Bugünlerde Kıbrıs Sorununa dair eskisinden pek farklı bir habere rastlamak mümkün değil, fakat eskiden bu konuları toplum adına eleştiren sanatçı ve yazarlar kalemlerinin alın teri olan mürekkebi beyaz sayfalara cesurca yazmaktaydı:
“Her geçen gün halkımın hali daha perişan,
Bozuk bir para gibi harcadınız yılları,
Bu oyun bitsin artık, bitsin bu görüşmeler,
Kahveleri içerek tüttürmek pipoları…”5

Şimdilerde toplumsal sorunlara yönelik edebi yazı ve şiirler maalesef yazılmıyor. Siyasi rant elde etmek isteyen kişiler ve partilerin yararına yazılan düz yazılar, toplum adına olmasa da eleştirel içerik taşımaya devam ediyor. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen Kıbrıslı Türklerin aynı konular ve sorunlarla boğuşmak zorunda kalması bizleri zaman zaman umutsuzluğa veya 2. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın deyimiyle “marazi toplum” olmaya sürüklüyor.
George Scott’ın ve Jane Fonda’nın en iyi oyuncu ödülüne layık görüldükleri yıllardı, o yıllar. Kıbrıs’taki gazetelerde “Amerikan Basın Birliği, ünlü oyuncu George Scott’u “Hastane” Jane Fonda’yı da “Klute” adlı filmlerindeki rolleri için, 1971’in en iyi oyuncuları seçmiştir. En iyi Amerikan film ödülü ise, “The Last Picture Show” adlı filme verilmiştir. Aynı filmin yönetmeni Peter Bogdanoviç, en iyi yönetmen ödülünü almıştır. George Scott, “Patton” adlı filmle aldığı Oscar armağanını reddetmiştir. Ancak sinema çevreleri Scott’un kendisi hoşlanmasa bile “En iyi oyuncu” seçilmesi gerektiğini belirtmişlerdir.” 6
Aynı yerküre üzerinde çağdaşlarımızdan farklı devirlerde yaşayan bir toplumuz biz. Dünya gelişmekte, insan evladı Ay’a ayak basmaktaydı.  Kıbrıslı Türkler dünya gündeminden uzak kalmasın diye ter akıtan yazarlar, dünyadan çeşitli haberleri okuyuculara ulaştırmaktaydı. Yıllar sonra bile bu haberleri okurken fark ettim ki günümüz gazetelerinde kendi sorunlarımızı okumaktan usandık. Bu haberler bizlere artık olağan günlük raporlar şeklinde yazılan metinler gibi gelmeye başladılar. Bizler kendi sorunlarımızdan çok dış haberlere ilgi duyar olduk. Zira onların haber değeri vardı, yaşamımıza ait olgu ve olayların ise bir kıymeti kalmamıştı. Bunun nedeni sanırım bizim sorunların her on yılda bir “dejavu” şeklinde karşımıza çıkmasıdır. Siyasetten tutun da spora kadar her konu yıllar öncesine ait sorunlarmış hissi veriyor insana…
DEVİRLER
“Taş devri
Tunç devri
Venedik devri
Osmanlı devri
İngiliz devri
Dedim, dedi, dediler devri
Nutuklar, mitingler devri
Vurmalar, Öldürmeler,
Sürgünler devri
Cumhuriyet devri,
… Ve cav cuv devri
Geldiler geliyorlar devri
Barikatlar aramalar taramalar devri
Yönetim devri
Aylıklar çıktı çıkacak devri
Yeni bir çağ açıldı bugünlerde
Protestolar devri.”7
Devirler değişiyor, sorunlar baki kalıyor. 2 Nisan1971’de yayınlanan Özker Yaşin’in “Devirler” şiirinin tüm tarihimiz olduğunu söyleyemeyiz, fakat şiirin sonundaki devirde kısılıp kaldığımızı ve durmadan dejavu yaşadığımızı söylersek sanırım yanılmayız.
Dipnotlar
1 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Kolombiya Milletvekilleri Boks Öğrenmek Zorunda”, 3 Kasım 1969, S:3
2Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Demeden Edemediklerim”, 3 Kasım 1969, S:3
3 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Demeden Edemediklerim”, 3 Eylül 1971, S:3
4 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Demeden Edemediklerim”, 4 Aralık 1970, S:3
5 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Demeden Edemediklerim”, 9 Nisan 1971, S:3
6 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Jane Fonda ve George Scott, 1971’in En İyi Oyuncuları Seçildi”, 7 Nisan 1972, S:3
7 Girne Milli Arşivi, Savaş Gazetesi, “Demeden Edemediklerim”, 2 Nisan 1971, S:3


20 Ekim 2013 Pazar

ONİKİNCİ ADAMIN SIRRI

Naim PINAR
ONİKİNCİ ADAMIN SIRRI
21 Aralık 1963 tarihinde Rum hâkim sınıfının uygulamaya koyduğu Akritas Planı sonrası, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıslı Türk üyeleri (Cumhurbaşkanı Muavini, Bakanları ve Vekilleri) görevlerini bırakarak Ada’nın kuzeyine geçerek bu hak ve görevlerini sürdürme kararı alırlar. Bu amaçla, 1960 sonrası Kıbrıslı Türklerin ilk yönetsel örgütünü olarak ortaya çıkan ve adına “Genel Komite” denen bir koordinasyon kurulu oluşturulur.
***
Genel Komite: Kıbrıs Cumhuriyeti’nde görevli Cumhurbaşkanı Muavini Dr. Fazıl Küçük, Cemaat Meclisi Başkanı Rauf Raif Denktaş, Temsilciler Meclisi Başkan Vekili Dr. Orhan Müderrisoğlu, Kıbrıs Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanı Osman Örek, Ziraat Ve Tâbii Kaynaklar Bakanı Fazıl Plümer, Sağlık Bakanı Niyazi Manyera, Hâkim Mehmet Zeka ve Kıbrıslı Türkleri temsil eden Milletvekilleri Şemsi Kazım, Ümit Süleyman, Halit Ali Rıza, Necati Münir ve Ahmet Mithat Berberoğlu isimlerinden oluşturulmuştu. Bu yönetsel yapıda dönemin TMT Lideri “Bozkurt / Bayraktar” Kenan Çoygun’da gizli başkan olarak görev yapmaktaydı. Aslında resmi kayıtlarda Genel Komite Başkanı Dr. Küçük ve Başkan Yardımcısı Rauf Denktaş görünmekteydi. Fakat Genel Komite’ye “Koordinasyon Komitesi” isminin verilmesi komitenin işleyişi hakkında ipuçları veriyordu.
***
TMT Lideri olan Bayraktar’ın kontrolünde Kıbrıs’ın çeşitli kesimlerinde örgütlü askeri bir yapı mevcuttu. Bu yapı “Sancak” adı verilen küçük birimlerin “Sancaktarlık” olarak belirlenen merkezlerden sevk ve idare edilmelerini sağlıyordu. Sancaktarlıklar; Lefkoşa, Mağusa, Limasol, Larnaka, Boğaz, Serdarlı, Baf ve Lefke olarak belirlenmişti. Bu yapı tamamen askeri bir hiyerarşi ile işlemekteydi. Toplumun sosyo-ekonomik ve siyasal gereksinimleri ise Genel Komite’nin sivil üyeleri tarafından geçiştirilmekteydi.
***
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Ada’ya ilk TC Büyükelçisi olarak atanan Emin Dırvana, Kıbrıslı Türkler arasındaki iki farklı cepheyi hemen algılamıştı. Aşırı uç olarak değerlendirdiği milliyetçi kesimleri kontrol altında tutmaya çalışırken diğer yandan da demokrat ve barışçıl yöntemlerle siyasi hak ve özgürlüğümüzü savunmak kaydıyla ortak bir federasyonda Rum vatandaşlarla yaşanabileceği konusunda hem fikir olduğu kesimlerle yakınlık kurmuştur. Türkiye Hükümetlerine verdiği raporlarda Kıbrıslı Türkler arasında kafası çalışan, zeki ve vizyon sahibi dostlarından bahsetmeyi unutmamıştı. 1962 tarihinde aşırı milliyetçi grup olarak değerlendirdiği Denktaş ve ekibinin propagandası nedeniyle Türkiye’ye çağrılmıştı. Dırvana’nın ayrılmasından sonra Ada’da gittikçe artan bir gerginlik gözlemlenmekteydi Bazılarına göre ise, Dırvana tam vaktinde görevden alınmıştı. Zira Kıbrıs’ta olup biten olaylardan haberdar olmadığı gibi Makarios tarafından da kullanılmaktaydı. Turgut Özakman, Çılgın Türkler Kıbrıs, kitabında Akritas Planı öncesi Türkiye’yi ziyaret ederek Bakanlar Kurulu toplantısına alınan ve İsmet İnönü’ye kadar çıkan Dr. Küçük, Rauf Denktaş ve Osman Örek’in ziyaretlerini şöyle aktarıyordu: “Kıbrıslı Liderler ertesi gün Bakanlar Kurulu toplantısına alındılar. Sözcü olarak Denktaş konuştu. Bütün bildiklerini ve yaşadıkları olayları anlattı. Bu bilgilerin çoğunu eski Büyükelçi Dırvana’ya rapor olarak vermişlerdi. İsmet İnönü Dışişleri Bakanına döndü: “Söyledikleri doğru ise durum vahim”. Denktaş’ın verdiği bilgiler Bakanı da şaşırtmıştı. Dr. Küçük’ün raporunun özetini dinlemişti. Ayrıntıları ilk kez duymaktaydı. Ayrıntılar için “şimdi duyuyorum” dedi. Kıbrıslı liderler Bakanlar Kurulu toplantısından sonra Dışişleri bakanlığında ilgili birimlerin yetkilileri ile görüştüler. Büyükelçi Dırvana’nın raporları yollamadığını öğrenince şaşırdılar. Türkiye’nin bir süre neden pasif davrandığı anlaşılıyordu. Dırvana Kıbrıs’ı sorunsuz bir ülke gibi aktarmıştı.” 1
***
 Emin Dırvana döneminde Türk yetkililerle iyi ilişkiler kurmuş olan demokrat aydın kesim, askeri yapılanmanın dışında, halkın refahı ve geleceği için çareler arayan siyasiler olarak yurtlarına hizmet için uğraş veriyorlardı. Aynı zamanda demokrat aydın yapıdaki insanlarımız yapılan temaslar sayesinde Türkiye yetkilileri tarafından da sözleri dikkate alınan kültürlü insanlarımız olarak tanınıyorlardı.
***
Genel Komite’nin doğduğu 21 Aralık 1963 tarihiyle birlikte bu komitede görev yapan üyelerin nerdeyse tamamı gizli lider “Bayraktar”a karşı hemen hemen hiçbir eleştiri veya karşı fikirde bulunmuyorlardı. Fakat yalnızca biri ki bu kişi tüm resmi kayıtlarda Genel Komite listesinin sonuna 12. adam olarak yazılıyor ve diğer 11 kişi tarafından da deyim yerindeyse zurnanın son deliği muamelesi görüyordu. Bu kişi, 7 yıl kadar kısa sayılabilecek bir süre sonra Kıbrıslı Türklerin İlk siyasal partisini kuracak olan Girne Milletvekili Ahmet Mithat Berberoğlu’ydu.
***
Genel Komite’de herhangi bir konu hakkındaki karar, genelde tartışılarak alınırdı. Fakat son sözü hep “Bayraktar” söylerdi. Bu toplantılarda 11 kişinin “Bayraktar” Kenan Çoygun ile aynı görüşü paylaştığı bilinmekteydi. Peki ama 12. adam olarak görülen ve eski Büyükelçi Dırvana’nın çok övgüyle Türk yetkililere bahsettiği genç avukat A. Mithat Berberoğlu’nun görevi neydi? Mademki bu kadar farklı düşüncelere sahipti neden “Bayraktar” onun komitede kalmasını ısrarla istemekteydi.
***
Onikinci Adam”ın sırrı neydi?
“Genel Komite toplantılarından birinde, yine ateşli şekilde bildiği doğruları “Bayraktar”a cesaretle aktaran Ahmet Mithat Berberoğlu toplantı sonunda Bozkurt Kenan Çoygun’un “-sen kal Mithat Bey” ricasıyla toplantı salonunda kalır. Bu olay, toplantıyı terk edenlerin kafasında bu kez fazla ileri gitti, şimdi cevabını alacak şeklinde değerlendirilir. Fakat Bayraktar Berberoğlu’na; “-senin fikirlerin bizler için çok önemli biz senin bilgilerin ışığında değerlendirme yapmaktayız, sakın bildiğin yoldan vazgeçme, çekinme burada olanlar ve tartışılanlardan etkilenme senin verdiğin bilgiler bizleri doğru hamleler yapmaya yöneltti-”der. Bayraktar’dan bu sözleri duyan Berberoğlu bunu hiçbir zaman unutmaz. 2
***
… 1963 sonrası bence en önemli hareket Genel Komite adı altında bir örgütün kurulması ve bu örgütteki görevliler aracılığıyla memleketin idaresini yürütme çabasında bulunulmasıdır. Kıbrıslı Türklerin bazıları memleketten kaçtı, bazıları burada kaldı. Fakat hükümet diye hiçbir şey yoktu. Ben o günlerde iddia ediyordum ki biz 1960 Anayasası’na göre kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bize verdiği yetkileri kullanmak için makamlarımızı bıraktık ve Kuzey’e geldik. Bu yanlıştır. Günün birinde Güney’de kalan Rumlar bizim haklarımıza da el koyacaklar ve çok zor bir durum içine girme olasılığı da mümkündür. Onun için dedim gidelim orada mevkilerimizi muhafaza edelim. CTP daha yoktu, ben orada bir milletvekili olarak hizmet ediyordum.”3
***
Yıllar sonra CTP’nin kuruluş aşaması sırasında Türkiye’de çeşitli temaslar yaparak ülkeye dönen Berberoğlu, 20 Temmuz 1970 seçimlerinin sonrasında yeni partinin kurulacağını açıklar. Berberoğlu, Türkiye yetkilileri ile istişare ederek Türkiye dış politikası zarar görmesin ve ülke içinde sorun çıkmasın diye Partinin kuruluşunu seçimlerden sonraya bırakacaktır.
***
Siyasilere kişilikli, cesaretli ve yurdunu sevme konusunda iyi bir örnek teşkil eden Berberoğlu, “Onikinci Adam” olarak katıldığı Genel Komite toplantılarında gösterdiği cesaret ve yurt sevgisiyle Türk yetkililerin de dikkatini çekmişti. Sadece hamasetle yönetilmeyen Türk dış politikası için bu onikinci adam çok kıymetliydi. Yıllar sonra bu konunun açıklığa kavuşmasında ve tarihe not düşülmesinde Berberoğlu ile yaptığı özel bir sohbeti bizlerle paylaşan değerli yazar ve hocam Turhan Korun’a teşekkürü borç bilirim.
***

Dipnotlar
1 Özakman, Turgut, Çılgın Türkler Kıbrıs, Bilge Yayınevi, 21. Basım, Nisan 2012, İstanbul, S:160-161
2 11 Ekim 2013, Lefkoşa, Dr.Turhan Korun ile yapılan söyleşiden.

3 Özuslu, Sami, Ankara’ya Kafa Tutan Adam, United Medya Yayınları, 1. Baskı, Ocak 2011, Lefkoşa, S:21-22





13 Ekim 2013 Pazar

O Akşam Kar Vardı Kıbrıs’ta

Naim PINAR
O Akşam Kar Vardı Kıbrıs’ta
Havalar azıcık soğuduğunda, dolaplardaki yorgan ve battaniyeler bizlerle kucaklaşmak üzere hazırlanır, kışlık kıyafetler dolaplarımızı süslemeye başlar. Botlar ve kışlık ayakkabılar sıralanır intizam içerisinde karşımıza. Ama hiçbirimizin aklına gelmez kartopu oynamak ya da  “Kardan Adamlarımız” için havuç ve kömür ayırmak bir kenara. Biz adalılar için kar bir eğlence aracı, bir bayram hediyesidir adeta...
***
Genelde Trodos Dağlarına bakarak gideririz kar sevdamızı. Bazen kışın en soğuk günlerinde üç-dört parça yanı başımıza düşer beyaz elmas misali, ümitleniriz, garip bir hisle, çocukça bir sevinçle…
***
Biz adalılara, en son ne zaman kar yağmıştı diye sorsanız cevap vermekte mahcuplaşır, hatırlamakta zorlanırız. Sanki bir şeylerimiz eksikmiş, öksüzmüşüz gibi bir his alır yüreğimizi…
***
Yağmaz buralarda Kar, Kıbrıs Sorunu’nun çözümünü bekleyen barışseverler gibi, uzun süren bir özlemle bekleriz kar tanelerini, bu yıl olmadı mı, önümüzdeki yıl çok soğuk olacak diyerek teselli ederiz birbirimizi, aslında kar, bizlere hep yabancı, bazen de yalancı…
***
Takvim yaprakları, 4 Şubat 1950 Cumartesi gününü gösterdiğinde Ankara Radyosundan saat: 07.45’deki ilk haberleri ve hava durumunu dinleyenlerimiz; Kıbrıs hariç, Anadolu’nun nerelerinde ne kadar kar, ne kadar yağış olduğunu öğreniyordu. Öğleyin, yayına başlayan İstanbul Radyosun da ise saat: 13.30’da “Haftanın Filmleri” adlı programın sunucusu Sezai Solelli’den sanatsal bilgiler alınıyordu…
***
O gün sanatsal bilgilere ihtiyaç duymayan, siyasi dedikodularla doldurulan Enver Mustafa Pamir, öğleden sonra 14.30 sularında, Mecidiye Sokakta, pusuya yatmış, İstiklal Gazetesi sahibi ve Kıbrıslı Türklerin önemli şahsiyetlerinden Mısırlızade Necati Özkanı bekliyordu; henüz sokakta kar yoktu, fakat Necati Bey’in uğradığı hain saldırı sonucunda sokak kanla doluyordu. Mevzu derin konulardan çıkmıştı. Darp olayı “Küçük” beyinlerin bir planı olmalıydı. 4 Şubat Cumartesi günü böyle talihsiz bir olaya da şahitlik eder Lefkoşa sokakları…
***
Futbol meraklısı ahalimiz ertesi gün Lefkoşa stadında ö.s. 15.00’de başlayacak olan Ç.T.S Birliği ve APOEL maçını kritik ediyordu. Hava soğuktu fakat sohbetler Akdeniz’in sıcaklığını taşıyordu…
***
O akşam, Beliğ Paşa sinemasında  “umumi arzu üzerine” “Kel Oğlan” ve “Harman Sonu” filmleri üç seans olarak gösterilecekti. Hafta sonu sinema meraklıları Beliğ Paşa sinemasına gitmek için son hazırlığını yapmaktaydı…

***
Ankara Radyosunda 20.35’de başlayan İnce Saz “Kürdili Hicazkâr Faslı” yerini “Hafif Müziğe” bırakırken başlamıştı ilk kar taneleri düşmeye… İstanbul Radyosunda ise, Fasıl heyeti konseri yeni başlamıştı…
***
Saat: 21.00’de başlayan kar yağışı sabah 06.00’ya kadar yoğunluğunu artırmış ve ertesi gün öğleye kadar aralıksız olarak devam etmişti. Lefkoşa ile kaza merkezleri arasındaki münakale (ulaşım NP) kesilmişti. Yollar kapanmış, Öksüzlüğümüz son bulmuştu…
***
Gece erken uyuyanlarımız sabah kalkınca her tarafı bembeyaz görmüş, heyecana kapılmış, yediden yetmişe çocuk olmuştuk. Sokaklarda bir ayak kalınlığında kar görenlerimiz, vakit kaybetmeden kartopuna başlamış, hafta sonu hediyesi olarak gelen beyaz neşeyle eğlenmeye başlamış, arabalar ise seferlerini ertelemek zorunda kalmıştı. Üç dört gün sonra gazetelerde beyaz eğlence şöyle yer bulmuştu: “… Otomobiller seferlerini tadil etmişler ve kar eğlencelerine otomobille çıkmış olan bazı meraklıların otomobilleri karlara gömülmüş ve fakat halkın yardımıyla selamete çıkarak yollarına (karlara bata çıka) devam etmişlerdir”1
***
Kar, fakir ahaliye ise zor anlar yaşatmıştı. Fakat bu şartlarda olan insanlarımız dahi beyaz taneleri saf bir hisle karşılamıştı. Çünkü o özlemdi, o beklenmedik bir mutluluğun yüreğimize düşmesi gibi adamıza düşmüştü…
***
Adanın birçok bölgesini beyaza dönüştüren kar, baş şehre kıyak geçmiş, sanki bir şeyler anlatmak istercesine burada yoğunluğunu artırmıştı. Polis ve belediye sanki bugünleri beklercesine tedbirler almış, yollar hemen ertesi gün temizlenmeye, açılmaya başlanmıştı: “… Polis yollarda vuku bulması muhtemel kazaları önlemek maksadıyla büyük faaliyet sarf etmiş ve etrafa tekerlekleri zincirli otomobillerle polisler göndermiştir… Lefkoşa sokaklarını kaplayan karların belediyece tedarik edilen kar temizleyici makineyle açılması herkes tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Bundan başka belediye işçileri tarafından kürekle sokaklar temizlenmiş ve gerek yürüyüş gerekse otomobiller seyrüsefere için işlek çarşı yollarında büyük faydalar sağlanmıştır. Sokaklardaki kar büyük yük otomobilleri tarafından taşınarak şehir haricine dökülmüştür. Belediyenin yolları temizlemek hususunda aldığı tedbirler ve giriştiği teşebbüsler cidden takdire şayandır…”2
***
Tarih 4 Şubat 1950 Cumartesi, Kıbrıs’ın çetrefilli politik sorunları, iç çekişmeleri, liderlik kavgaları ve dedikodusu bir anda durdu. Ada’nın büyük bölümünü etkisi altına alan kar, adeta bizleri başka bir iklimin insanı yapıyordu. Fakat 5 Şubat Pazar öğleden sonra kar yağışı durmuş, yerini soğuk ve yağışlı havaya bırakmıştı. 6 Şubat’ta hava yine bildik havaydı. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise ılık ve yağışlı…
***
Bizler için bir özlemdir beyazlar içinde Kıbrıs, hep kanla bezenmiş topraklarından, üzerinde yaşanan münakaşadan bahsederler; havasını, kokusunu, bilmeyenler. Bilmezler ki 50 yılda bir de olsa buralara da kar yağar. Belki geçen sene olmadı, fakat bu sene hava soğuk olacak diyorlar...

Dipnotlar
1Girne Milli Arşivi, Hür Söz, “Kıbrıs’a Bol Miktarda Kar Yağdı”, 7 Şubat 1950, Yıl:4, Sayı:1090.
2Girne Milli Arşivi, Hür Söz, “Kıbrıs’a Bol Miktarda Kar Yağdı”, 7 Şubat 1950, Yıl:4, Sayı:1090.


29 Eylül 2013 Pazar

ANAMIZ BELLİ, YA BABAMIZ?

Naim PINAR
ANAMIZ BELLİ, YA BABAMIZ?
Kıbrıs Türk ekonomisi için çok şey söylenmiş, birçok makale yazılmış, sayısız tartışma yapılmıştır. Fakat ne yazık ki bir arpa boyu yol alınamamıştır. İşin ilginç yanıysa, çözüm önerileri arasında bir birine zıt görüşleri olan kesimler de dâhil olmak üzere herkesin üzerinde uzlaştığı nokta bu düzenin bu haliyle sürdürülebilir olmadığıdır. Kıbrıs sorununun ekonomiye etkisi, kamu düzenindeki yozlaşma, kurumsallaşmamış iş çevreleri ve kısır döngü içerisinde kendiyle dövüşe tutuşmuş sendikalar, sivil toplum örgütleri, dernekler hepsi de bu yapının bir yerine ilişik varlıklarını sürdürmektedir. Kıbrıslı Türkler, konunun hem kurbanı hem de zanlısı durumundadır. Bu arada 1983 tarihinde KKTC’nin ilanıyla başlayan süreçte uluslararası camianın dışına tamamen itilen bizler, adeta Türkiye Devleti’nin meclis avlusuna tek ayağı topal, tek gözü kör, tek kulağı sağır bir bebek gibi bırakılmış olduk. Artık kendi kendimize yetmeyeceğimiz kesindi. Bakıma muhtaç bedenimize zaman zaman isyan ederek çeşitli operasyonlar geçirdik veya bu bedenin düzelmesi için çeşitli yabancı profesörlerden akıl aldık. Operasyonu yapan doktorlarımızın bazıları, sağlıklı olmamızdansa kör topal yaşamamızı / yaşatılmamızı başarı saydı. Bir kısmı ise elde olmayan imkanlarla hayal kurmamızı, bu süreç zarfında da kör, topal o güne dek yaşamamızı, protez veya çeşitli aparatlarla rahatlayabileceğimizi hep önerip durdular. Osmanlıdan gelen Babıali’ye bağlılığımızdan olsa gerek, hep çareyi “Anadolu” topraklarında aradık. Fakat KKTC kurulduğunda Türkiye’nin durumu, dizleri üzerine çökmüş ABD’li doktorlardan tavsiye alan bir kötürümden farksızdı. İşte tam da bu dönemde, Kıbrıslı Türklerin “yeniden doğduk” dedikleri bir anda doğumda oluşan özürlerimizin tedavisini talep ettiğimiz doktorların çoğu ilk kez böyle bir vaka ile karşılaşınca önce bocalar sonra sırayla taleplerimize yanıt vermeye çalışırlar. Kısaca herkes akıl vermeye, çare aramaya koyulur. Fakat bedenimiz üzerinde yapılan tedavi maksatlı denemeler her defasında daha büyük sorunlar yaşamamıza neden oluyordu. Tüm bu tedavi adı altında yazılan reçeteler ya yanlıştı ya da bizler reçeteye uymayarak yanlış ilaçları almıştık. Şimdi, 1983’tarihinde ilk kez bizlere yazılan reçete ile başlayan sürece geri dönerek, bu reçetenin uygulanmadığı halde nasıl olur da 30 yılda hasta bedenimize reçetede yazılandan daha ağır ilaçların enjekte edildiğini anlamlandırabiliriz. Acaba bu yanlış tedavide bizlerin payı ne kadardır? Bir gözümüz körken renkli lens alarak güzelleşmeye çalışmış olabilir miyiz? Veyahut kulağımızın biri tamamen sağırken havalı diye müzik seti alarak tedavi paralarını heba etmiş olabilir miyiz?
Bazı idarecilerimizin tek gözü kalmış, bencilleşmiş bir canavara dönüşmeleri özürlerimizi kamufle etme başarılarıyla eş güdümlü olabilir mi? Herkesin bir gözünün kör olduğu bir ülkede acaba bu psikoloji iki gözü kör olanın kral olmasını sağlıyor olabilir miydi? Vizyon sahibi olması gereken kesimlerin gerçeği erozyona uğratarak ört pas ettikleri sakatlıklarımızın çaresini nerde aramalıyız. Otuz yıldır çocuklarımız daha doğdukları gün bir kulakları sağır, bir gözü kör doğuyorsa bunun suçlusu sadece ana mı? Yoksa bakire Meryem’in çocukları olarak tanrı babamızın mucizesiyle birer İsa mıyız? Sanırım bu dünyaya çile çekmeye gelen İsa’ların oluşturduğu bir topluk gibi yaşam sürmemizdeki gizem burada yatıyor olamaz…
Turgut Özal ve ilk Reçete…
KKTC kurulduktan bir ay kadar sonra 13 Aralık 1983 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan Turgut Özal, Türkiye için uluslararası bir sorunu daha ilk nefesinde kucağında bulur. Özal, KKTC’nin kurulmasına ilk etapta sempatiyle bakmaz. Özal’ın hükümet programında KKTC için öngördüğü açılım şöyleydi: “Bütün meşru haklarına karşılık 20 yıldır sürdürülen ve varlığına kast edilen saldırılar, Kıbrıs Türk halkının kendi kaderini tayin hakkını bağımsız bir Cumhuriyet kurma istikametinde kullanmaya mecbur bırakmıştır. Ancak bu konu da federal bir çözüm yolunun kapanmadığına ve makul bir neticeye ulaşılabileceğine inanıyoruz.”1
Özal’ın hükümet programda yapmış olduğu manevra hiçbir işe yaramamış, ABD ve İngiltere’nin baskılarıyla KKTC uluslararası camiadan dışlanmıştır. Kıbrıs’ta federal bir çözüm öngören Turgut Özal, ikinci darbeyi de İKÖ’den yemiştir. 5-11 Aralık 1983 tarihlerinde İslam Konferansı Örgütü’ne üye ülke Dışişleri Bakanları’nın Dakka’da buluştuğu toplantıda;  “KKTC’yi hiçbir, İKÖ üyesinin tanımaması, İKÖ ile ilişkilerini çok iyi düzeye çeken Özal’ı hayal kırıklığına uğratmıştır”2 Bu andan itibaren Özal’ın KKTC için düşündüğü politikasında 180 derecelik bir dönüş yaşandığı söylenebilir. Özal, çaresizlik içerisinde kucağında bulduğu sakat bedenli yavrusuyla ne yapacağını kara kara düşünmeye başlar. Özal, uluslararası camiadan destek alamayınca KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak yaşamasını ve güçlenmesini desteklemeye başlar.  2 Temmuz 1986 tarihinde UBP-TKP koalisyon hükümeti sırasında Ada’nın kuzeyini ziyaret eden TC Başbakanı Turgut Özal, kuzey Kıbrıs’taki sorunları uluslararası siyasi bir sorundan çok ekonomik olarak gördüğünü belirtmiştir. Kuzey Kıbrıs ziyaretinde Özal’a eşlik eden bir grup iş çevresi de çeşitli akılar vererek ilk KKTC-TC Ekonomik Paketinin önemini vurgulamaktaydı. Bu iş çevreleri içerisinde rahmetli iş insanı namı diğer Sakıp Ağa’da (Sakıp Sabancı) bulunuyordu. Özal, bu ziyareti sırasında Türkiye’de uyguladığı reçetenin bir benzerini burada da uygulamak istediğini söylüyordu. Fakat bu öneriler çok gerçekçi öneriler değildi. Bu vizyon ancak Özal’ın Türkiye’si için geçerli olabilirdi. Paketin içerisinde doğru tespitler olsa da; bu bizden bir hal çaresi değil, Türkiye’nin bizler için hazırladığı oldukça acı bir reçetesiydi. Özal’ın bu paketi, tek gözü gören ahali tarafından tepkiyle karşılandı. Ve uygulanamadı. İki gözü kör olan yöneticilerimiz ise zaman içerisinde Özal’ın programına adım adım yanaşırız diyerek; Ada’nın kuzeyini Ana’nın kara para aklama bölgesi, fuhuş ve kumar alanı yapmıştır. Özal, ekonomik paketinin uygulanması konusunda ısrarcı olsa da, bizim iç tartışmalarımız sonucunda onun yerine parça parça dilenci paketi yaratarak sakatlıklarımızı ört pas etme yoluna gittik. Özal’ın ortaya koyduğu paket, hastalıklı yerlerimizin tedavisi bir yana sağlam olan üç dört uzvumuzun da bozulmasına yol açabilirdi. Meryem Ana’nın tanrı sihriyle doğurduğu mucizevî KKTC’ye Turgut Özal’ın gelişiyle, iki gözü kör basının kepazeliğe de ortaya çıkıyordu. Sözde Özal’a halkın durumunu yansıttığını ima eden yazılar, belli basın organlarından peşi sıra yayınlanıyordu. Bunlar genel anlamda kuzeydeki ekonomik sorunu değil yapılan yanlışlıkların altını çizen fakat kaş yapayım derken göz çıkaran yazılardı. Bugün kişilikli duruş ve politika bekleyen halkımıza bu dönemde Turgut Özal’a yazılan yazılardan örnekler vermeden bazı basın mensuplarının kalemlerindeki mürekkep yerine kullanmış oldukları grassonun dozuna dikkat çekmek istiyorum. 1 Temmuz 1986 tarihli “Günaydın Kıbrıs” gazetesinde haftanın yazısı başlığı altında yayınlanan Reşat Akar’ın grasso akan kaleminden çıkan yazıya dikkatlice bakalım: “Sayın Özal, Kıbrıs Türk halkının tek güvencesi olan Anavatan Türkiye’nin Başbakanı olarak sizleri, şehit kanıyla sulanmış kuzey Kıbrıs topraklarında karşılamaktan büyük mutluluk duymaktayız. ( …) Türkiye’de olduğu gibi kuzey Kıbrıs’ta da bazı yeni vergilendirmeler, batan KİT’lerin satılması, faizlerin artırılması ve KDV gibi hususların ilk günlerde büyük tepkiler yaratacağı aşikârdır. Ancak yaklaşık 12 yıldan beri verimli bir hale getirilemeyen ve sürekli olarak devletin sırtında bir yük olan batmış sanayi tesislerinin kapatılması veya satışa çıkarılması genelde herkesin beklediği bir gelişme olacaktır. Uzun yıllar vergisiz yaşamaya alışmış olanlardan vergi toplamayı teşvik edici önlemler de büyük alkış toplayacaktır. (…) Sayın Özal, Dünya’nın gözü önünde, Anavatan-Yavruvatan ilişkilerini bu denli geniş çapta ele alırken ve Türkiye’deki tüm ekonomik önlemlerin kuzey Kıbrıs’ta da uygulanması gibi oldukça ciddi bir karar alma cesaretini gösterirken, ufak gibi görünen, ancak Türk halkını yakından ilgilendiren sorunlara da artık çözüm getirme zamanının geldiğine inanmaktayız. Bugün Yunanistan Başbakanı “Ulusal Topraklarımız” dediği Kıbrıs’ın güney kısmına daha çok Yunanlı göndermek ve onlara kahramanlık öğütleri verebilmek amacıyla güneyi ziyaret edecek Yunanlılara neredeyse mükafat vermeye çalışıyor ama, kuzey Kıbrıs’ta evladını, torununu, akrabasını şehit bırakan Anavatan’daki kardeşlerimiz, şehitlikleri ziyaret edebilmek, Yavruvatan’ın düşman esaretinden nasıl kurtulduğunu öğrenebilmek için çıkış vergisi ödeme zorunluluğuyla karşılaşmaktadır. Bunlara bazı belediyelerin “Orman Kanunları” çerçevesinde almaya çalıştığı “Çıkış Vergileri” ilave edildiği zaman, şehitlerimizin kemiklerinin sızlatıldığı, milli mücadelemizin yara aldığı düşüncesine kapılmaktayız. Bu nedenle, Avrupa seyahatlerine bir kısım daha artış mı yaparsınız, yoksa başka bir gelir kaynağı mı bulursunuz, ne bulursanız bulun, fakat Allah aşkına, Kıbrıs için şu seyahat vergisini kaldırın ve tüm Türkleri, Ankara’dan –Adana’ya gider gibi, Yavruvatan’a serbestçe gelme hakkından mahrum bırakmayın. (…) Sayın Özal, Dileğimiz, bu ziyaretinizin yararlı olması ve Afrikalaşan Yavruvatan’ın, hak ettiği gibi küçük bir İsviçre’ye dönüşebilmesidir. Bunun için de Anavatan’ın yardımlarına büyük ihtiyaç duyulduğu kesindir. Ana, yavrusuna ne kadar iyi bakar, onun hastalıklarını ne kadar erken tedavi ederse, büyüyen ve sağlıklı gelişen yavru da bir gün anaya ve babaya bakar. Ayrıca ana ve baba için dünyanın gözü önünde bir gurur kaynağı olur!”3
Tüm yazı Özal’a övgü, sorun saymakla geçmekte, ayrıca yazar “vizyon” sahibi olduğundan bir az ölçüyü kaçırarak da olsa bugün yaşanan demografik yapıdaki sorunların temelini oluşturacak olan Türkiye’den kuzeye girişlerde Türk vatandaşları için kolaylık rica etmektedir. Bunu yaparken de ekonomik bir gelir beklentisi yok, aksine tamamen duygusal nedenlerle arzu ettiğini belirtmektedir. Bu konseptte birçok yazının yazıldığı günlerde, Kıbrıslı Türklerin ciddi sorunlarla boğuştuğu bir dönemden geçerken, kendi yöneticileri tarafından bir çözüm programı üretilerek çıkış yolu aranmaması da üzücü olsa gerek. 
2 Temmuz 1986 tarihinde Turgut Özal’ın yanında Kıbrıs ziyaretine katılan dönemin TÜSİAD Başkanı iş insanı Sakıp Sabancı’da konuk yazar olarak “Günaydın Kıbrıs” gazetesinde “KKTC Ekonomisi Nasıl Düzlüğe Çıkabilir” başlıklı bir yazı yayınlar. Bu yazının tamamını okumanızı önermekle birlikte Sakıp Ağa’nın bir iki incisini sizlerle paylaşmak istiyorum:  “… Kıbrıs’ı Türkiye’ye ve dünyaya bağlamak için, ulaşım ağının güçlendirilmesine önem vermek zorundayız. Kıbrıslıların kendi uçak şirketlerini kurmalarına yardımcı olmalıyız. THY ve DDY’nın Kıbrıs bağlantılarını devlet desteğini göze alarak güçlendirmeliyiz. Unutmayalım ki ulaşamadığımız toprak bize ait değildir…4
O tarihlerde TÜSİAD Başkanı olan Sakıp Sabancı’nın fikirleri bizlere yol göstermiş olacak ki, bahsettiği birçok alanda girişimler yapılmış, kendimize ait KTHY şirketini de kurmuştuk. Nedense son on yılda yeni ekonomik paketlerle Türkiye hükümeti eski uygulanan politikaların iflas ettiğini, buradaki beslemelerin bunları batırdığını dile getirerek tekrardan yeni reçeteyle bizlerin sakat bedenine çare bulmaya çalışmaktadır. 1983’den bugüne 30 yıl geçmiş halen kör, topal ve sağır yaşamımızı sürdürmekteyiz. Artık, ana-baba ve yavru üçlemesi yerini araştırma-saygı ve vizyon üçlemesi kulaklarda çınlamalıdır.  Reşat Akar’ın yazısındaki ana ve babasına bakacak olan o gurur verici devletin babası halen bilinmemektedir. Bu nedenle, yeni kuşaklara araştırmacı, kişilikli duruş ve vizyon sahibi siyasilerin örnek olması gerektiğini düşünüyorum. Acaba bizim babamız kim? Sorusunun yanıtını bulmak zor değil; 15 Kasım 1983 bizim için “Milat”tır, Tanrı babamızın sihriyle doğduğumuz gün, tüm KKTC vatandaşları artık mucizevî İsa’nin kardeşleriydik. Fakat İsa’dan tek farkımız havarimizin olmamasıdır. Sanırım çektiğimiz çile tanrı babamızın diplomatik cennetine vardığımız zaman bitecek…


Dipnotlar
1 I.Özal Hükümeti, Hükümet Programından, Aralık, 1983.
2 Ahmet Aydoğdu, Kıbrıs Sorunu Çözüm Arayışları, Ankara, Asil Yayınları, 1. Baskı, 2005, S, 185.
3 Girne Milli Arşivi, Günaydın Kıbrıs, “Haftanın Yazısı”, 1 Temmuz 1986, S,1-11.
4 Girne Milli Arşivi, Günaydın Kıbrıs, “KKTC Ekonomisi Nasıl Düzlüğe Çıkabilir”, 8 Temmuz 1986, S,5.